Son zamanlarda dünya genelinde giderek çeşitlenen biçimlerde protestolar, başkaldırılar ve devrim talepleri yaşama dair yeni bir iradenin ve arzunun billurlaşması olarak okunmalı. Yıllardır süregiden neoliberal kapitalist sistemin tahakkümü insanları soyut bir sistem eleştirisinden gerçek, maddî, gündelik hayatın içinde kendine yer bulan bir başkaldırı halet-i ruhiyesine süreklemiş durumda.
Küresel bir el koyma, sömürü ve dolaşım sistemi olan neoliberal kapitalizm, çoğunluğu mülksüzleştiren, azınlığı zenginleştiren, bunu yaparken dünyanın kaynaklarını fütursuzca kullanan muazzam bir tahakküm aygıtı olarak karşımızda. Tam olarak karşımızda da değil aslında: David Harvey’nin dediği gibi, kapitalizmin fikirlerinin siyasî, toplumsal ve kültürel kurumlara aşılandığı yeni yönetim biçimi artık her anlamıyla içimizde.
Bu yönetim biçimi devlet mekanizmasını da yeniden tanımladı: Ekonomik liberalleşme adına devlet rasyonelleştirilirken, kamu sektörünün yeniden yapılanması adı altında sosyal refah devletinin sökülüp teşviklerin ve sübvansiyonların ortadan kalktığı, kamu iktisadî teşekküllerinin özelleştirildiği ve/veya şirketleştirildiği, sendikaların sürekli saldırılar yoluyla etkisizleştirildiği bir güncellenmiş kapitalist devletle karşı karşıyayız. Bunun sonucunda sağlık, refah ve eğitim gibi en temel kollektif haklar bireyselleştirilerek satılabilir kılındı. Ekonomik eşitsizlik, etnik nefret ve polis şiddeti hem gündelik hayatımızın verileri hem de devletin hegemonyasının kurucu öğeleri olarak karşımızda.
Ânlık çağrılar
Son zamanlarda artan direniş odaklarının içinde liberal siyasetin kendi içinden gelen, bireysel tekillik ve özerklik etrafında kendini kurmuş, düzenle olan sorunun ânlık çözüm talepleri sayesinde hallolacağını düşünen, aslında kapitalist parlamenter hukuk çerçevesiyle ve onun koruyucu gücü olana devletle çok da problemi olmayan yerel projeler ve mücadeleler var. Ortak özellikleri geniş katılımlı, genel anlamda bilinç ve yaşam tarzı değişikliklerine dönük ânlık çağrılar olmaları. Yaşam tarzı mücadelelerinin kısa kaldıkları yer, tarzın mücadelesini verirken yaşamın kendisinin sorgulanmaması, yaşam denen toplumsal, siyasal ve ekonomik ilişkiler bütününün neoliberal aromasının mücadelelerin odağında olmaması.
Bunların yanı sıra, kapitalizmin anlatıldığı gibi rakipsiz olmadığını düşünen, radikal bir ideolojik dönüşü savunan, yaygın militanlık, isyan, işgal ve devrim gibi temaları tedavüle sokarak toplumsal ilişkilerin farklı örgütlenmesinin mümkün olduğunu düşünenler var.
Bir değer olarak kollektivite, beraberce iş yapma, yaparken yardımlaşma ve dayanışma, bu süreçten ortaya çıkan ürünün kendisinin kollektif bir değer olarak yeniden üretime dönmesi var olan düzenin içinde bir ütopya gibi tınlamakta. Oysa insanlık tarihinde kollektif üretim biçimiyle kollektif yaşamın örtüştüğü tarihsel momentler hep olageldi: Beraberce üretilenin beraberce paylaşıldığı yaşam biçimleri, ilkel tarım toplumlarından günümüze kadar çeşitli biçimlerde var oldu. Kollektif yaşamın kollektif üretim biçiminden ayrılmasını, üretim fazlasının ne şekilde paylaşıldığı üzerinden okuyan ve bunu kollektif yaşamın giderek sınıflaşması olarak tahlil eden Marx bu anlamda özel ve mücadele için hâlâ güncel bir analiz.
Hayatla ilgili kararların satın alma tercihlerine dönüşümü
Müştereklerin geri alınmasını hedefine koyan bir mücadele, ister istemez “biz” kavramına da yeniden işlerlik kazandırmak zorunda. Çıkar ve bireysel iradenin kamusal değişmezler olarak kodlandığı ve bütün toplumsal hayatın müşterekliğe kuşku üzerinde tasarlandığı bir neoliberal düzende, kollektif edim, “biz”’in edimi, bir değer olarak liberal siyasetin odağında kategorik olarak olamıyor. Bireysel tekillik ve özerklik, “biz”’in örgütlenme yöntemlerinin önünde ayrıcalık talepleri ile duruyor. “Sınırsız tercih”, “kendi kendinin efendisi olma”, “bireysel özgürlük” gibi neoliberal külte ait peri masallarına göre, kamu yararı, kollektivite gibi kavramlar, eskimiş, köhne gibi “lanse ediliyor”.
Tüketici tercihinin bolluğu, hayatla ilgili kararların satın alma tercihlerine dönüştüğü bir özgürlük hegemonyası sayesinde neoliberal düzen kendini sağduyu gibi örgütlüyor. Bunun sonucunda bilgi (epistheme) odaklı yani bilme, araştırma, sağlama üzerinde kurgulanan bir bilgi modeline karşılık neoliberalizm sağduyu (doxa) üzerinden, yani kanaatler üzerinden kurgulanan bir bilgi modeli öneriyor.
“Biz”’in örgütlenmesinin ve mücadelesinin odağında kendini sağduyu gibi örgütleyen neoliberalizmin devlet mekanizması olmalı. Kapitalizmi ortadan kaldıracak ve eşitlikçi işbirliğine özgü küresel uygulamalar ve kurumlar kuracak bir eylemliliğin militan bir muhalefet, sıkı bir örgütlenme biçimiyle kurulması elzem. Neden?
Bir hedef, bir ütopya
Ekonomik olarak kendini üretecek ve yeniden üretecek bir aktör olarak, “biz” olarak halk ve halkın egemenliği, kollektif üretim biçimi ile kollektif yaşam arasında açılan uçurumu, üst üste gelmezliği onaracak bir model, bir hedef, bir ütopya olarak, Jean-Luc Nancy’nin dediği gibi “hâlâ ve gittikçe artan bir biçimde ucu açık bir düşünce ödevinin ibresi” olarak önümüzde duruyor. Bu düşünce ödevinden borç krizleri, kemer sıkma tedbirleri, artan işsizlik ve yavaşlayan büyümeyle darbe üstüne darbe alan kapitalizme karşı bir mücadele dersi çıkarmak ve uygulamaya koymak için daha iyi bir zaman olabilir mi?
Kapitalizmin sarsılmaz zannedilen bir tahakküm mekanizması olarak kendini üretmesi son 150 senenin teknolojik hızında gerçekleşti. İçinde bulunduğumuz yüzyılda, neoliberal devleti alaşağı edecek bir hareketin küresel başarı kazanması kaç yıl sürer? Şüphesiz ki çok daha kısa…