Başka bir ülkede, bir başka şehirde belli bir süre yaşamanın insana kattığı en önemli şeylerden biri, kendi hayat biçiminin, tüketim kalıplarının, gündelik rutinlerinin aslında ne kadar kültürel, ne kadar göreli olduğunun farkına varması. Bir bakıma hayatımız rutinleştikçe, standartlaştıkça halis deneyimden dolayısıyla da kültürellikten kopuyoruz. Her şey bize “Başka nasıl olabilir ki?” şeklinde gözükmeye başlıyor. İşte tam da o noktada kaybediyoruz. Tıpkı yediklerimizden giderek tat almamak gibi. Sırf doymak için yemek gibi. Aslında medeniyet dediğimiz şey biraz da ihtiyaçlarımızı nasıl kültürelleştirdiğimiz değil midir?
Bir süredir Lizbon’dayım. Bir süre daha burada olacağım. Aslında daha önce hiç bilmediğim bir yer değil. Bu dördüncü gelişim Lizbon’a. İstanbul dışında en sevdiğim şehirlerden biri. Daha önceki gelişlerim hep kısa süreli olduğu için, bu satırları yazarken hissettiklerimi, düşündüklerimi pek içselleştirememişim sanırım.
İlk dikkatimi çeken noktalardan bir tanesi, sükûnet! Belki buna hüzün de diyebilirim. Portekizlilerin saudade dedikleri belki de. Farkındayım. Çok maddî bir şeyden söz etmiyorum. Bu şehre de uçaklar inip kalkıyor. Bu şehirde de trafik var. Bu şehir de kalabalık. Ama bütün bu modern kaçınılmazlıkların arkasında, altında, dibinde yine de hayatın göreli bir memnuniyetle yaşandığını hissedebiliyorsunuz. İnsanların oturmasında, kalkmasında, yürümesinde, yemesinde, içmesinde bir sükûnet, bir huzur var sanki. En azından bizim yaşadığımız hayata göre. Belki de bunu hissedebilmek için İstanbul’dan gelmek gerekiyor!
Doğu/Batı geyiği
Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin afişleri hâlâ bilbordlarda. Selfie fotoğraf çektirmiş siyasetçilerin hiçbirisini tanımıyorum. Ancak fark edilmemesi mümkün olmayan şey yüzlerindeki gülümseme, huzur, sevimlilik. Aklınıza hemen Doğu/Batı geyiği yapmakta olduğum gelmesin! Bir kafede oturup bu bilbordlara bakarken aklıma geçtiğimiz yıllarda seyrettiğim ve hayran olduğum bir İran filmi geldi: “Bir Ayrılık”. Müthiş bir filmdi! Ayrı konu! Bu filmde bir nokta çok dikkatimi çekmişti. İnsanlar tartışırken, hatta alenen kavga ederken bile bizden daha sakin, anlayışlı ve “medenî” idiler. Yani mesele Doğu/Batı meselesi değil. İran bizim doğumuzda mı?
Açıkçası biz Portekiz’den de, İran’dan da daha otoriter bir ülkeyiz. Burada “otoriter” derken doğrudan siyasî bir rejimi kastetmiyorum. Gündelik hayata sızmış, iliklerimize işlemiş bir otoriterlikten söz ediyorum. Yatay, toplumsal hatta ruhsal bir otoriterliğe işaret etmek istiyorum. Hiçbir modern rejim, bireylerin akıllarını, vicdanlarını, ruhlarını dolanmadan kendisini konsolide edemez.
Evet, biz otoriter bir toplumuz. Komplo teorisi sevenlerin hep söyledikleri gibi bizim başımıza gelen bir şey değil bu otoriterlik. Çoğumuz otoriter olduğumuz için otoriter bir toplumuz. Tıpkı çoğumuz demokrat olacağımız gün, demokratik bir toplum olabileceğimiz gibi.
Lizbon’da, insanların yüzlerinde gördüğüm memnuniyetin bir nedeni belki de iyi kötü seçtikleri, tercih ettikleri bir hayatı yaşıyor olmalarından kaynaklanıyor. Bizim en önemli sorunlarımızdan biri de o zaman genellikle kimsenin aslında istediği hayata kavuşamamış olması. Bizler kendimizle de, yaşadığımız hayatla da, toplumla da barışık değiliz.
Ortak kamusallık
Sosyolojik açıdan bakıldığında modernlik, hatta postmodernlik dediğimiz şey, büyük ölçüde, geniş bir orta sınıflar toplumudur. Toplumsal vasatı ağırlıklı olarak bu sınıflar oluşturur. Dolayısıyla toplumların asgari demokratlık/otoriterlik dengesini orta sınıflar belirler. Birçok toplumda asgari demokrasinin sigortası olabilen orta sınıflar bizde otoriterliğin kaynağı gibi gözüküyor.
Bir başka önemli nokta da kültürel süreklilik ve kamusallık. Modernlik dediğimiz şey aynı zamanda bu ikisinin biraradalığı üzerine inşa edilmiştir. Modern toplumlarda hem kuşaklar arasındaki kültürel süreklilik daha güçlü, hem de farklı toplumsal kesimler arasındaki kültürel mesafe daha azdır. Örneğin Portekiz’de bir “komünist” ile bir “muhafazakâr”ın gündelik ihtiyaçlarını kültürelleştirme biçimleri arasındaki fark, bizdeki bir “muhafazakâr” ile bir “laik”in arasındakinden daha azdır. Modern orta sınıflar en azından bizimkinden çok daha geniş bir ortak kamusallık içinde yaşıyorlar. Bu da belki de bireysel olanla toplumsal olan arasındaki çakışmanın daha demokratik, daha empatik, daha öznelliklerarası (intersübjektif) bir noktada oluşabilmesini sağlayabiliyor.
Yani medeniyet yolda değil, gökdelende değil, AVM’de değil. Medeniyet daha çok sözünü ettiğim kamusallığın, dolayısıyla toplumun, dolayısıyla bireyin niteliğinde. Nitelik, nicelikle belirlenseydi zaten ona nitelik denmezdi.
“Pimapen toplumu”
Lizbon’daki her şey ne kadar da eski! Öncelikle binalar. Kentin mevcut bina stoğu bizdekilerden çok daha yaşlı. Taş gibi değil, alenen taş! Kaldırım taşları. Kaldırım taşları İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma gibi! En azından her belediye seçiminden önce yenilenmediği aşikâr! Ama bizdekilerden çok daha estetik bir görünümleri var. Genellikle mozaik şeklinde. Kafe masaları. Galiba bir nesil geriden geliyorlar bu konuda. Telefonlar. Ankesörlü telefonlar. Evet, şaka yapmıyorum. Bu ülkede hâlâ ankesörlü telefonlar var ve insanlar o telefonları kullanıyorlar. Görebildiğim kadarıyla kişi başına düşen cep telefonu sayısı ile o telefonların gündelik kullanılma ve elde tutulma süreleri bizden epeyce geride. Havlular. Ev eşyaları. İnsanların kıyafetleri. Özellikle de pencereler. Lizbonlular galiba henüz pimapenin ne olduğunu hiç duymamışlar! Lizbon’da birkaç gün geçirmek bile Türkiye’nin bir “pimapen toplumu” olduğunu fark etmeye yetiyor! Çamaşır makineleri daha eski, ama daha sessiz de aynı zamanda. Ayrıca evin içinde dolaşmıyorlar! Lizbon’da her şey bizdekinden daha eski ama onlar bizden daha modern bir hayat yaşıyor.
Lizbon’da klima kullanımı da bizdeki kadar yaygın değil. Elbette bu noktada iklim belirleyici, ama İstanbul ile Lizbon’un iklimleri aslında çok da farklı değil. Hatta bu iki şehir birbirine ne kadar da benziyor! Bizim Boğaz’ımız var. Onların Tejo’su var. Tejo’nun üzerinde köprüleri var. Şehrin bir tarafı nehir, diğer tarafı okyanus! Şehir, özellikle okyanustan gelen rüzgârları iç noktalara kadar alabilecek şekilde inşa edilmiş. Yani kıyılara sıradüzen yüksek binalar yapılarak rüzgârların içeri girebilmesi engellenmemiş. Şehrin herhangi bir noktasında denizi görmeden de, denize kıyısı olan bir kentte yaşadığınızı hissedebiliyorsunuz. Yazın şehir hep sıcak ama aynı zamanla esintili. Yani bir anlamda seçtiğiniz mimarîyle şehre bir bütün olarak “klima takmak” mümkün. Üstelik de masrafsız! Ayvalık’taki Rum mimarîsi de denizle ilişkisini aynı yöntemle kesmez. Sokaklar daima denize dik olarak iner ve kıyıda denize paralel yerleşim olmaz. Böylece denizin etkisi sokaklar boyunca iç mahallelere kadar ulaşabilir.
Klima medeniyettir sanıyoruz. Oysa klimanın bizatihi kendisi medeniyet değil. Medeniyetin basit araçlarından biri sadece! Yıllar önce bir yaz mevsiminde Safranbolu’ya gitmiştim. Dışarıda sıcaklık 32 dereceyken, kaldığımız Safranbolu evinde 18’i geçmiyordu. Otelin sahipleriyle konuşurken iç sıcaklığın kışın bile 15 derecenin altına pek inmediğini öğrendim. Klimasız! Yani Safranbolu evlerinde bugün bizim İstanbul’da klima ile sağladığımız konfor, kullanılan mimari malzeme sayesinde sağlanabiliyordu. Aslında daha nitelikli şehirlerde, binalarda klima kullanımına ihtiyaç duymadan yaşabiliriz.
Şimdiki zamana gömülmüş bir toplum
Biz hâlâ bir modernleşme toplumuyuz. Modernliği kendi imkânlarıyla üretememiş, ama ona kayıtsız da kalamamış ve modernlik sandığı her şeyi koşulsuz bir biçimde almış. Üstelik bugün geldiğimiz noktada İslamcı kesimlerin Kemalistlerden pek bir farkı olmadığı da ortaya çıkmış durumda. Yani meselemiz ideolojik değil, daha derinde. Belki kültürel. Belki medeniyetsel. Modernlik elbette şimdiye dairdir, ama sadece bir şimdiki zaman bilinci değildir. Modernlik şimdiki zamanın geçmiş ve gelecek zamana açılmasıdır. Modernlik geniş bir zaman bilinci talep eder. Kentlerinizi, binalarınızı inşa ederken de. Kaldırım taşlarınızı döşerken de. Pencerelerinizi seçerken de. Biz şimdiki zamana gömülmüş bir toplumuz. Ne geçmişi ne de geleceği ânın bir parçası haline getirebiliyoruz. Zamanın üç boyutu arasında sağlıklı bir ilişki kurabilmeyi beceremiyoruz.
Modernlik, çağdaşlık, ilericilik gibi “şık” kavramları çok seviyoruz. Ama onların anlamlarına dair ciddi bir merakımız da yok doğrusu. Çağdaşlık verili bir çağa uyumlu olmak anlamında kullanılıyor. Peki, çağın öyle olmasında bizim ne katkımız var? Daha doğrusu çağın oluşumunda niye bizim doğru dürüst bir katkımız yok? Zaman niye hep bizim başımıza gelen bir şey? Biz niye zamanı üretemiyoruz? Üretmediğimiz, ortaya çıkmasında pek bir katkımız olmayan bir değerin biçimini giyindiğimizde o değer de bize “bonus” olarak veriliyor mu? Laikliğimiz de, dindarlığımızda fazla şeklî! Ya da yeterince içerikli değil.
Burada hayatın şeklinin belli bir değer, anlam etrafında biçimlendiğini hissedebiliyorsunuz. Ya da şeklin asla esas olmadığını! Şeklin ancak ve ancak içerikle ilişkisi çerçevesinde anlam kazandığını! Burada yaşanan hayatın içinde bir metafizik var. Metafizik deyince illa dinî, itikadî bir şeyi kastetmiyorum. Onlar dahil olmak üzere, çok genel olarak “anlama dair” bir şeylerden söz ediyorum. Formun, biçimin, tekniğin belli bazı değerler, seçimler, tercihler, anlamlar üzerinden oluştuğu yerde hâlâ ve hep bir metafizik mevcuttur. Galiba bizim hayatımızın bir metafiziği yok! Maalesef metafizik olmadan da medeniyet ancak bu kadar üretilebiliyor.
Bu metin yazarın Zamanın İçinden Zamanın Dışından ( Heretik, Ankara, 2017) adlı kitabından alınmıştır.