“İnsan doğası” var mıdır? Varsa, nedir? Bencillik, kötülük, kavgacılık insan doğasının temel unsurları mıdır?
Herhangi bir sabah İstanbul’da gazetelere bakıp kaç kişinin öldürüldüğünü, yaralandığını, kavga ettiğini, küfürleştiğini, soyulduğunu görmek, insanın gerçekten de kötü olduğu izlenimini verir.
Oysa şaşırtıcı olan, bu olayların çokluğu değil, azlığıdır. Milyonlarca insanın daracık bir alanda iç içe, yan yana yaşadığı büyük şehirlerde, kimsenin kimseyi tanımadığı, herkesin birbirine yabancı olduğu karmaşa ortamında, çarpıcı olan yirmi milyonda yirmi veya yüz veya en fazla iki yüz kişinin birbiriyle itişmesi değil, bu devasa kalabalığın uyum, işbirliği ve yardımlaşma hâlinde yaşamasıdır.
“İnsan doğası” diye bir şeyden söz edilecekse, tanımlayıcı özellikleri tam da bunlardır: Uyum, işbirliği ve yardımlaşma. Bunlara merhamet, empati ve diğerkamlığı da (altruism, özgecilik) eklemek gerekir. Ve bu özellikler ne tesadüfîdir, ne de Tanrı vergisi. Evrim sürecinde doğal seçilim sonucu insanın içsel özellikleri olmuşlardır.
Doğal seçilim ve gen
Bunun nasıl ve niye böyle olduğunu göstermeye çalışacağım. Ama önce, bir iki konuyu açıklığa kavuşturarak yanlış anlaşılma ihtimaline karşı önlem almam gerek.
Önce, ne olur ne olmaz, evrim sürecinin ve doğal seçilimin nasıl işlediğini en basit ve kaba şekliyle hatırlatayım. Her canlı üreyerek genlerini çocuklarına aktarır. Zaman zaman bu aktarma sürecinde “fotokopi hataları” (mutasyonlar) olur. Mutasyonların büyük çoğunluğu hiçbir şeyi etkilemez, ama bazıları olumsuz, bazıları da olumlu sonuçlar doğrurur. “Olumsuz” şu anlama gelir: mutasyonla farklılaşmış olan gen, canlının yaşamasını veya üremesini engeller. Bu durumda, o gen zaten yeni kuşaklara aktarılamaz ve yok olur. “Olumlu” bir mutasyon ise, canlıya bir avantaj verir, daha uzun yaşamasını ve/veya daha çok üremesini sağlar. (“Avantaj” örneği olarak, bir böceğin renk değiştirerek düşmanları tarafından daha zor görünür olmasını veya yırtıcı bir hayvanın dişleri daha büyük olduğunda rakiplerini daha sık yenip dişilere daha sık erişim sağlayabilmesini düşünebiliriz.) Burada kilit kavram, daha çok üremek ve dolayısıyla farklılaşmış olan (avantajlı) geni daha çok çocuğa aktarmaktır. Bu gene sahip olanlar hep daha çok üreyebildiği için, zaman içinde nüfusun bütünü bu gene sahip olacaktır. Bu durumda, doğal seçilim bu geni “seçmiştir” deriz. Gerçekte kimse hiçbir şey seçmiş değildir elbet, doğal ve mekanik bir süreç işlemiştir; “seçilim” kelimesi sadece ifade kolaylığı nedeniyle kullanılır.
Vurgulanması gereken ikinci konu, göz veya saç rengi, boy uzunluğu/kısalığı, belli kalıtımsal hastalıklar gibi bazı fiziksel özellikler dışında, hiçbir genin hiçbir özelliği bire bir belirlemediğidir. Genler böyle çalışmaz. İyilik geni, kötülük geni, hırsızlık geni, çalışkanlık geni, eşcinsellik geni yoktur. Süreç çok daha karmaşıktır: Çoğu özelliği birden fazla gen etkiler, genleri “çalıştıran/durduran” anahtarlar (“çöp DNA”) vardır. Ve en önemlisi, genler canlıya belli eğilimler verir, bu eğilimlerin gerçeğe dönüşüp dönüşmemesini, az veya çok dönüşmesini, nasıl dönüştüğünü, canlı ile çevresi arasındaki etkileşim belirler. Kısacası, canlıyı genleri veya çevre değil, ikisi birden oluşturur. Bu yazıda ifade ettiğim hiçbir şey genetik determinizm olarak yorumlanmamalıdır; öyle yorumlanabilecek ifadeler varsa, meramımı iyi ifade edememişim demektir.
Ortak özellikler
İşbirliği ve yardımlaşma, merhamet, empati ve diğerkamlığın insan türünün doğal seçilim sonucu edinilmiş özellikleri olduğunu (yani sadece toplum tarafından öğretilmiş/özendirilmiş/dayatılmış olmadığını) düşünmemiz için bazı temel nedenler var.
Birincisi, bunlar dünyanın mevcut ve geçmiş tüm toplumlarında bulunan ve değer verilen özellikler; Amazon ormanlarının derinliklerindeki avcı-toplayıcı toplumlardan en gelişkin kapitalist toplumlara kadar insanlığın tümüne ortak olan özellikler. Tüm toplumlarca paylaşılan özelliklerin sadece toplumsal değil, daha derin bir kökeni olduğunu tahmin edebiliriz.
İkincisi, bu özelliklerin Homo sapiens‘ten başka Homo türlerinde de mevcut olduğunu biliyoruz. Örneğin, insanın en yakın akrabası olan neandertallerin de (Homo neandertalensis) aynı özelliklere şu veya bu ölçüde sahip olduğunu fosilleşmiş iskeletlerinden anlıyoruz. Irak’ta Şanidar mağarasında bulunan çok sayıda neandertal iskeletinden birinin sol ayağında ve ayak bileğinde artrit hastalığı, birinin kaburgalarında iyileşmiş bir yara, birinin yüzünde derin bir yara izi görülüyor, ama hepsi bunlara rağmen yaşamını sürdürebilmiş. Fransa’da La Chapelle aux Saints’de bir mezarda bulunan neandertalin ciddi bir diş hastalığı olduğu, birçok dişinin döküldüğü ve ayrıca çenesini, omurgasını, kalçasını ve ayağını etkileyen bir eklem hastalığından mustarip olduğu görülüyor. Bu kişi, bir neandertal için epey ileri bir yaş olan 40 yaşlarında ölmüş. Ve bunlar gibi daha pek çok örnek var.
Büyük hayvanları yakın menzilden mızraklarla avlayan neandertallerin zorlu yaşam koşulları düşünüldüğünde, açık ki grup üyelerinin yardımı, bakımı, gıda paylaşması olmadan yukarıda belirtilen hastalık ve yaralarla yaşamak mümkün değildi. Demek ki, neandertaller birbirlerinin ihtiyaçlarını anlıyor (empati), karşılık beklemeden yardımlaşıyor (diğerkamlık) ve birbirlerine bakıyordu (merhamet).
Neandertallerle insanlar arasında ortak olan özelliklerin son ortak atamızda (yani farklılaşarak bir yandan neandertallere, bir yandan bize evrimleşen canlı türünde) mevcut olduğunu varsayabiliriz.
Nitekim, 1,9 milyon – 250 bin yıl önce yaşayan ve çok büyük olasılıkla hem bizim hem neandertallerin atası olan Homo erectus da bize bir ipucu sunuyor. Doğu Afrika’da bulunan ve 1,6 milyon yıl önceye tarihlenen bir dişi Homo erectus iskeleti hipervitaminoz A hastalığının izlerini taşıyor. Son derece ciddi etkileri olan bu hastalığın izlerinin kemiklere yansıması haftalar, hatta aylar sürebiliyor. İskeleti inceleyen uzmanlar, “Bu kadının Afrika savanasında yalnız başına uzun süre yaşaması ihtimali yoktur… birinin kadını beslemiş ve yırtıcı hayvanlara karşı korumuş olduğu kesindir” diyor.
Özetle, Homo sapiens ile Homo neandertalis‘in paylaştığı, ilkel ve eksik şekilleriyle de olsa Homo erectus‘a kadar uzanan özelliklerin kalıtımsal olduğunu düşünmemiz gerekir.
Üçüncüsü, benzer özellikler sadece çeşitli Homo türleri değil, en yakın insan-dışı akrabalarımız tarafından da paylaşılıyorsa, bu düşüncemiz daha da pekişir.
Fildişi Sahili’nde Tai Ulusal Parkı’ndaki şempanzeler hakkında şöyle anlatılıyor: “Akrabalık ilişkilerinden bağımsız olarak, şempanzelerin yaralı hayvanların bakımını sürekli olarak üstlendiği görülüyor… Bireysel tepkiler, yaralının ihtiyaçlarının bilincinde olduklarını gösteriyor. Örneğin, yalayarak vücudun kanlı bölgelerini temizliyorlar, yaranın üzerindeki pisliği ayıklıyorlar, sineklerin yaraya gelmesini engelliyorlar… Aralarından biri leopar saldırısına uğradığında grubun üyeleri yaralı şempanzeyle ilgileniyor, yaralarını temizliyor… Yaralı şempanze yürüyemiyorsa diğerleri onu bekliyor. Bazıları beklerken bazıları gidip yaralının yanında duruyor. Tekrar yürüyebilene kadar bekliyorlar.”
Amerika’da Yerkes Ulusal Primat Araştırma Merkezi yöneticisi, primatolog Frans de Waal bir dizi kitabında şempanze ve bonobolarda yardımlaşma, empati, merhamet özelliklerini sayısız deney ve gözlemle belgeliyor.
Demek ki, Homo erectus bir yana dursun, insan ile şempanzenin son ortak atasının (yaklaşık yedi milyon yıl önce Afrika ormanlarında yaşayan bir canlı türünün) bu özelliklere sahip olduğunu düşünebiliriz.
Ortak hedef, işbirliği, paylaşma ve dışlanma
Yukarıda belirttiğim üç neden, söz konusu özelliklerin temel, genetik, kalıtımsal özellikler olduğunu, bu özelliklere sahip olarak doğduğumuzu, sonradan edinmediğimizi en azından düşünmemiz, incelememiz gerektiğini işaret ediyor.
Bu özelliklerin doğal seçilime tâbi olduğunu iddia edebilmek için, canlının (insanın ve öncüllerinin) daha uzun yaşamasını ve/veya daha çok üremesini sağladıklarını, bu özelliklere sahip olan canlının avantaj kazandığını gösterebilmek gerekir.
Bu amaçla, önce bazı bilimsel deney sonuçlarına bakalım.
Cyberball (siber top) deneyinde, denek bilgisayar üzerinden iki kişiyle voleybol oynadığını zannediyor, üç kişi topu birbirlerine atıyorlar. Gerçekte başka kimse yok, bilgisayar özel olarak programlanmış. Oyunun bir noktasında “diğer iki kişi” (yani bilgisayar) topu deneğe atmamaya başlıyor. Denek diğer iki kişinin topu sadece birbirlerine attığını, kendisini dışladıklarını zannediyor. Deneğin beynine bağlı olan tıbbî cihazlar, bu kadar önemsiz bir sosyal dışlanmanın bile deneğe ciddi (ve fiziksel) acı çektirdiğini gösteriyor.
Benzer bir deneyde, çok küçük yaşta (okul öncesi) çocuklar grup halinde oyun oynarken, denek olan çocuğa arkadaşlarından çalma veya arkadaşlarıyla paylaşma fırsatı veriliyor. Deneği gören/izleyen bir başka çocuk varsa, çalma oranı ciddi ölçüde düşüyor, paylaşma oranı yükseliyor. Çıkarılacak sonuç: Daha tam olarak toplumsallaşmamış yaştayken bile çocuklar çalmanın kötü, paylaşmanın iyi olduğunu biliyor ve, daha önemlisi, başkaları tarafından nasıl algılandıklarına önem veriyorlar. Yani dışlanma tehlikesini göze almıyorlar.
Üçüncü bir deneyde, üç yaşında iki çocuk merdivene benzer bir yapıya tırmanarak tepedeki birer ödüle ulaşacak. Ama ödülü alabilmeleri için ikisinin de tepeye varması gerek. Yolun yarısında beklenmedik bir şekilde çocuklardan birine ödülü veriliyor. Çok büyük çoğunlukla, ödülünü alan çocuk öbür çocuğun da ödül alabilmesi için tepeye kadar tırmanmaya devam ediyor. Çıkarılacak sonuç: Çocuklar daha üç yaşında ortak hedef ve işbirliği kavramlarını anlıyor.
Max Planck Enstitüsü Evrimsel Antropoloji bölümü yöneticisi Michael Tomasello şöyle yazıyor: “Bir yaşından üç yaşına kadar çocuklar, kültürel geleneklere ve dile bağlı olmayan bir şekilde, başkalarıyla işbirliği içeren faaliyetlere giriyor. Çocuklar, ortak bir hedefi koordine edebiliyor, herkes ödüllendirilene kadar ortak hedefe odaklanabiliyor, başkalarının da ortak hedefe odaklanmasını bekliyor, işbirliğinin getirdiği ortak kazanımları eşitçe paylaşıyor, işbirliği içeren faaliyetten ayrılmaları gerektiğinde izin istiyor, bu faaliyette kendilerinin ve ortaklarının işlevini anlıyor ve hatta gerektiğinde işlevini yerine getirebilmesi için ortaklarına yardım ediyor.”
Bu deneylerden (ve daha pek çoğundan), henüz toplumsallaşma ve eğitim sürecine maruz kalmamış çocukların bile, işbirliği, yardımlaşma, başkasının amacını anlama ve ortak amaçlar için birlikte davranma yeteneklerine sahip olduğunu anlıyoruz. Ayrıca hem çocukların hem yetişkinlerin, bu yeteneklere sahip olduklarının bilinmesini istediklerini, tersinin düşünülmesinden korktuklarını, dışlandıklarını düşündüklerinde acı çektiklerini görüyoruz.
Adil maymunlar
Bir dizi başka deney insanda, maymunlarda ve başka hayvanlarda adalet duygusuna odaklanıyor.
İlk deneyde iki maymun, birbirlerini görebilecek şekilde, yan yana kafeslerde. Basit bir görev karşılığında birer dilim salatalık alıyorlar. Çok sevdikleri bir gıda değil, ama idare ediyor. Bir süre sonra, maymunlardan birine, görevi yaptığında salatalık değil kırmızı üzüm veriliyor. İkincisi de üzüm bekliyor elbet, üzümü seviyorlar. Ama yine salatalık veriliyor. O âna kadar salatalıkları keyifle yiyen maymun, veren kişinin yüzüne salatalığı geri fırlatıyor. Haksızlığa uğradığını biliyor, şiddetle itiraz ediyor.
Maymunlarda adalet duygusu olması şaşırtıcı gelebilir. Ya kurtlara ne dersiniz?
Yukarıdaki maymun deneyinin bir benzeri vahşi kurtlarla yapılmış. İki kurt yan yana, biri bir düğmeye bastığı zaman ikisine de bir ödül veriliyor. Ama arada bir düğmeye basan kurda hiçbir şey verilmezken yanındakine veriliyor. Birden fazla defa böyle olursa, düğmeye basan kurt bir daha basmıyor! Üstelik, arada bir kendisi de ödüllendirilecek olmasına rağmen basmıyor. Kendi ödüllerinden vazgeçmek pahasına, haksızlığa isyan ediyor.
Maymun ile kurdun ortak özelliği, her ikisinin de birey olarak değil toplum hâlinde yaşayan sosyal hayvanlar olması.
İnsana gelirsek, deney sonuçları daha da çarpıcı.
Ültimatom Oyunu deneyinde iki denekten birine $10 veriliyor. Bu denek parayı ikisi arasında bölüşmek için bir öneride bulunuyor, $1 ile $9 arası bir miktarı öbür deneğe vermeyi öneriyor. Öbür denek öneriyi kabul ederse, ikisi de para kazanmış oluyor. Kabul etmezse ikisi de parayı alamıyor. Hemen hemen her zaman, kabul edip etmeme seçeneği olan denek $1 veya $2 önerildiğinde, havadan para kazanacak olmasına rağmen, öneriyi reddediyor. Yani kendisi de kazanmamak pahasına, haksız davranan kişiyi cezalandırmayı seçiyor!
Bir başka deneyde, beyin faaliyetleri tıbbî olarak ölçülmekte olan iki denek arka arkaya piyango çekilişlerine katılıyor. Birinci denek ilk çekilişte $50 kazanıyor. Bundan sonraki çekilişlerde ikinci denek para kazandığında birinci deneğin beyninde ödül sistemi hareketleniyor, yani kendisi kazanmadığı için memnun oluyor! Eşitlik sağlanması daha fazla para kazanmaktan daha önemli, daha fazla zevk veriyor.
Bu deneylerden (ve daha pek çoğundan), insanın (ve en azından belli bir ölçüde diğer sosyal hayvanların) adaletsizliğe tepki gösterdiği, eşitliğe önem verdiği ve bunun eğitimle değil doğrudan beyin sistemleriyle ilgili olduğu anlaşılıyor.
Senin acın benim acım
Yukarıda çok kısaca aktardığım deneylerin (ve daha pek çoğunun) bulgularını özetlersek: Henüz toplumsallaşma ve eğitim sürecinden geçmemiş üç yaşında çocuklar bile, işbirliği, yardımlaşma, başkasının amacını anlama ve ortak amaçlar için birlikte davranma yeteneklerine sahip; çalmanın kötü, paylaşmanın iyi olduğunu biliyor ve başkalarının onları nasıl algılandığına önem veriyor. Her yaşta insan olumsuz bir şekilde algılanmaktan
korkuyor, dışlanmak istemiyor, dışlandığını düşündüğünde acı çekiyor.
Maymun ve insan haksızlığa uğradığını hemen anlıyor, kendi kazanımlarından vazgeçmek pahasına haksızlığa isyan ediyor, kendisi de zarar etmeyi kabullenerek haksız davranan kişiyi cezalandırmayı seçiyor, eşitlik sağlanması daha fazla kazanmaktan daha önemli, daha fazla zevk veriyor.
Bunlara, deney bile gerektirmeyecek kadar bariz olan üç veri daha ekleyelim.
Birincisi şu: İnsan, suçluluk ve utanç duygularına sahip olan ve elinde olmadan, fiziksel olarak yüzü kızaran tek hayvan. Niye? En yakın akrabalarımızda bile olmayan bu özellikler bizde niye oluşmuş ve oluşunca niye doğal seçilimle “seçilmiş”? Seçilmelerine yol açan avantaj nedir? Hem suçluluk hem utanç duyguları, çevremizdeki bireylerin hoş karşılamayacağını bildiğimiz şeyleri yapmamızı engeller. Dışlanma tehlikesine karşı birer önlemdir bu duygular. Yüz kızarması ise, yanlış yaptığımızı bildiğimizi çevremizdekilere bildirir, bir tür özür dilemedir.
İkincisi, insanda (ve henüz çok tartışma konusu olmakla birlikte, büyük ihtimalle şempanzelerde) bulunan ‘zihin teorisi’. Zihin teorisi, başkalarının bizden farklı zihinleri, düşünceleri, arzuları, amaçları olduğunu bilmemizi, bunları anlamaya/okumaya çalışmamızı sağlayan özellik. Bu özellik, “Ben bu gıdayı paylaşırsam bu adam benim hakkımda şöyle düşünecek, paylaşmazsam şöyle düşünecek, başkalarına söylerse onlar da şöyle düşünecekler” şeklinde düşünebilmemizi sağlar. Deneylere göre, çocuklar bir yaşının altında bu özelliği kazanmaya başlıyor, dört yaşında tamamen kazanmış oluyor. Açık ki, toplumdan/eğitimden değil, beynimizin yapısından kaynaklanan bir özellik.
Üçüncüsü, ayna nöronlar. Beynimizdeki hücrelerden (nöronlardan) bazılarının çarpıcı bir özelliği var: Ben belli bir şey yaptığımda hareketlenen bu nöronlar bir başkasının aynı şeyi yaptığına tanık olduğumda da hareketleniyor. Örneğin, koluma bir iğne batırıldığında acı hissetmemi sağlayan ayna nöronlar, bir başkasına iğne batırıldığını gördüğümde de çalışıyor. Daha yirmi yıl kadar önce keşfedilen bu nöronların iki işlevi olduğu tahmin ediliyor. Biri, taklit etmeyi (ve dolayısıyla başkalarına bakarak öğrenmeyi) kolaylaştırmaları, diğeri de empati duygusunun nörolojik temelini oluşturmaları.
Toplumsal yaşama geçiş
Primatların temel ve çarpıcı evrimsel “icadı”, gruplar halinde beraber yaşamak, yani sosyallik. Buraya kadar anlattığım her şeyin kökünde sosyal yaşam yatıyor. Anlattıklarımın hepsi, sosyal yaşamın getirdiği, gerektirdiği şeyler. Ayrı ayrı bireyler olarak yaşamaktan sosyal gruplar halinde yaşama bir kez geçildikten sonra, geri kalan her şey bu yaşam tarzından kaynaklanıyor, bu yaşama uyum sağlamakla ilgili.
Sosyal yaşama geçişin avantajlarını anlamak zor değil. Sosyalliğe geçmeye eğilimli ilk atalarımızın bu eğiliminin doğal seçilime niye tâbi olduğunu anlayabiliyoruz. İki temel nedeni var. Birincisi, doğal savunma mekanizmaları (diş, pençe, hız, kaba kuvvet…) güçlü olmayan bir canlının en iyi korunma yöntemi yalnız olmamak, kendisini avlamaya çalışanlara karşı birlikte davranmaktır. İkincisi, gıda bulmak için ava çıkıldığında başarılı olmanın en iyi yöntemi grup olarak birlikte avlanmaktır. Gıda toplamaya ve avlanmaya işbirliği içinde birlikte çıkmak hem daha güvenlidir, hem başarı şansı daha yüksektir.
Bu noktadan sonra, sosyalliği kolaylaştıran, insanların birlikte yaşamasını, birbirlerini anlamasını, işbirliği yapmasını sağlayan her genetik değişiklik avantaj sağlar, seçilir. İnsan beyninin yukarıdaki deney özetleriyle belirtmeye çalıştığım özellikleri böylece şekillenir.
Deneylerin vurguladığı özelliklere bakalım. Ortak hedefe odaklanmak, işbirliği, paylaşmak, merhamet, birbirinin düşünce, hedef ve hislerini anlamak, empati, kendine bakamayanlara bakmak sosyal yaşamın temel gerekleri. İnsanın ve öncüllerinin milyonlarca yıl boyunca yaşadığı sosyal avcı-toplayıcı gruplarda, bu özellikler grubun tüm üyelerinin yaşama (ve üreme) şansını arttırdı. Dolayısıyla doğal seçilime tâbi oldu.
Bu özelliklere sahip olmayan (örneğin, avladığı hayvanı diğerleriyle paylaşmayan ama başkalarının avladıklarından pay alan) bireyler grubun tümünün yaşama şansını azalttı. Bu nedenle dışlandılar ve o zamanların acımasız koşullarında ölüme mahkûm oldular. Bu koşullarda, sosyal dışlanma korkusu, haksızlığa göz yummama, haksız davranan kişiyi cezalandırma arzusu, eşitlikten zevk alma gibi özellikler sosyal yaşamın sürmesini sağladığı için doğal seçilime tâbi oldu.
Bu özelliklere sahip olacak şekilde evrimleşen beyinlerin sahipleri yaşadı, üredi ve beynin bu yapısını belirleyen genleri çocuklarına aktardı. Ta günümüze kadar. Bugün yaşayan bizler de aynı genleri taşıyoruz; beyinlerimiz bu evrim sürecinin oluşturduğu özelliklere sahip.
“İnsan doğası sosyalizme aykırıdır” iddiasını duyduğumuzda, tüm merhamet ve empati duygularımızı seferber edip bu ifadeyi dile getiren kişiye yardımcı olmamız gerekir!
Meraklısı için:
Marc D. Hauser, Moral Minds – How Nature Designed Our Universal Sense of Right and Wrong, Abacus, 2006.
C Gamble, J Gowlett, R Dunbar, Thinking Big – How the Evolution of Social Life Shaped the Human Mind, Thames & Hudson, 2014.
Matthew D Lieberman, Social – Why Our Brains Are Wired to Connect, Broadway Books, 2013.
Penny Spikins, How Compassion Made Us Human, Pen and Sword Books, 2015.
Michael Tomasello, A Natural History of Human Thinking, Harvard University Press, 2014.
Frans de Waal, The Bonobo and the Atheist – In Search of Humanism Among the Primates, Norton & Co, 2013.
Lewis Wolpert, Six Impossible Things Before Breakfast – The Evolutionary Origins of Belief, Faber and Faber, 2006.
Robert Wright, The Moral Animal – Why We Are the Way We Are, Abacus, 199