Yaşları müsait olanlar çok daha iyi hatırlar belki, ama çok bilmiş laikçi devlet uygulamaları karşısında, içinde yaşadığımız toplumun muhafazakâr kesimlerinin sık sık dile getirdiği bir serzenişti bu “Din elden gidiyor!” deyişi. Olan bitenler bir türlü “kapitalizm” ile ilişkilendirilmese de (çünkü bu “komünistlerin” diliydi!), hızlı değişim karşısında toplumun bozulan dengeleri, tüketim ve küresel ilişkilerin getirdiği sosyal ve kültürel dönüşüm karşısında da “Din elden gidiyor” korkusu, muhafazakâr dünyanın gündemine sık sık girerdi.
Bu anlaşılabilir bir korkuydu. Çünkü ulus-devlet ve kapitalist piyasa ilişkilerinin getirdiği pratiklerle birlikte modernliğin dini erozyona uğratması beklenebilir bir durumdu. Yüzyıllardır, geleneklerle, cemaat ilişkileriyle, yeniden üretim mantığıyla içiçe geçmiş bir dinsellikle varlığını sürdüren toplumsal grupların çözülmesinin insanlar üzerinde tedirginlik yaratması anlaşılabilir bir şeydi. Ve bu tedirginliği yaratan tehlike esas olarak “cemaatin dışından” gelen bir tehlikeydi.
Yani biz kendi halimizde yaşarken, devlet eliyle (öğretmen, kaymakam, Diyanet’in imamı vb.) köyümüze sokulan farklı bir durum söz konusuydu. Ya da kıyafetlerimizle, yeyip içtiklerimizle, ritmine uyum sağladığımız tabiatla kurmuş olduğumuz ilişkimizle, kadın-erkek, yaşlı-genç ilişkilerimizle sürdürdüğümüz hayatımıza giren “yabancılıklar” (çalışmaya başlayan kadınlar, büyüklerine saygı göstermeyen çocuklar, ihtiyacından fazla üreten ve tüketenler, sinemalar, danslar, modalar vb.) söz konusuydu. Bu “yabancılıklar” her şeyden önce bizim “düzenimizi” bozuyordu, ama varolan algı kalıplarımız içinde bilebileceğimiz bir zemine de oturmuyordu.
Ve tedirgin olmamız, bu yabancılığı reddetmemiz normaldi. Dinin elden gittiğini düşünmemiz normaldi. Ve işte bu “Din elden gidiyor”un birinci versiyonuydu…
Şimdi yeniden bir “Din elden gidiyor” aşamasındayız. Ancak şimdiki versiyon “dışarıdan” gelen bir tehlike karşısında ortaya çıkan durum değil. Şimdi “din –bizzat- içeriden elden gidiyor”. Artık kendilerine Müslüman’ım diyenlerin öncülüğünde din elden gidiyor.
Ya da belki…
Belki “din elden gitti” bile. Çünkü dinin elden gitmesi, kapitalizm açısından mükemmel bir araca dönüşerek gerçekleşti. Yani kapitalizm, belki de (en azından Türkiye’de ve tabii ki birçok Müslüman ülkede) en mükemmel fethini kendisine dindar diyen, dindarlığı kimliğinin en görünür yerine asan muhafazakâr Müslümanlar sayesinde gerçekleştirdi.
Aslında belki de sadece bir tür Protestanlaşma’nın sonucunu yaşıyoruz. Yani Max Weber’in anlattığı “büyü bozumu”na benzer şekilde, Müslümanlar da artık kapitalizme, paraya “inanmaya” başladı. Adları hâlâ “Müslüman” ama dinleri daha çok kapitalizm. Çok sayıda “Müslüman” büyüsü bozulmuş bir İslam’dan, içine tüketimin, gücün katılmasıyla “büyülü” bir kapitalizme geçiş yaptı.
Arkada kalan İslam dini, bu yeni hayatın, yeni dinin iyi işlemesi için sadece “kolaylaştırıcı” bir rol oynuyor artık. Yani biraz cila işlevi görüyor; günü ve vaziyeti kurtarma, iktidarda kalma işlevi.
En azından Weber’in teorisi elimizin altında olduğu için, benzer süreçler dünyanın başka memleketlerinde ve öncelikle Hıristiyan ülkelerde de olduğu için, bu durum “anlaşılabilir” olarak kabul edilebilir. Ancak sorun şu ki, bu şekilde kapitalistleşmiş ve Protestanlaşmış “Müslümanları” dengeleyecek alternatif sivil toplumsal güçlerin kapasitesi Türkiye’de aşırı derecede sınırlı. Çünkü bu sınırlı hâl, bugüne de mahsus değil; 20. yüzyılın başından beri inanılmaz korkular eşliğinde, inanılmaz dereceye varan hayatta kalma dürtüleriyle cemaatleşen ve kendini ve cemaatini fiziksel olarak güçlendirmek için her şeyi yapabilen bireyler çok güçlü bir yekûn tutuyor ve bu bireyler laik-milliyetçi cemaatlerden etnik cemaatlere kadar uzanıyor.
Yani bugün “Müslümanların” yaşadığını, dün sıfatlarının en tepesine “Müslümanlığı” koymayanlar da yaşadı bu memlekette. Bu yüzden, memlekette “başkalarıyla birlikte”, “uzlaşarak”, “sözleşmeler yaparak” varolma hâli yerine, geleceğini garantiye almaya çalışmaktan başka bir tahayyül kuramayan cemaatlerin borusu ötüyor. Önce birinin, daha sonra diğerinin.
Bu yüzden yükselmek için mücadele ederken ya da yönetirken adalet, ahlak, izan ve tevazu gibi değerlerin piyasadan çekilmesi de normalleşiyor.
Kapitalist dindar insan
“Hizmet” adına yapılan beton, yol, köprü, inşaat gibi faaliyetler cemaatin çıkarlarının, bir zümre inşa etmenin, sınıfsal tahakkümün araçları haline geliyor. Kalkınma retorikleri arkasında kapitalizmin rasyoneli uğruna tabiat ve insan ilişkileri yok ediliyor. Kapitalist dindar insan, atalarının tabiata yapmadığını büyük bir açlıkla, açgözlülükle yapıyor. Paranın ahlakına teslim olmuş bir ahlaksızlık, kibir ve izansızlık her yeri ele geçiriyor.
Hangi aşağılık kompleksinin ve ezilmişliğin tezahürü olduğunu bilemeyeceğimiz bir takım performanslar ortaya seriliyor örneğin; “1453 inşaat kamyonuyla” İstanbul’un fethine selam veriliyor. “Gâvur icadı” inşaat kamyonlarıyla boyunun uzadığını düşünen bir takım izansızlar, silahla ele geçirilen, ama hâlâ bir türlü içselleştirilemeyen bir şehrin nasıl betonla gömüldüğünün ve daha da gömüleceğinin sözünü veriyor adeta.
Dindar görünüm konusunda pek tavizkâr olmayan bir belediye başkanının “Herkes Audi’ye binerken ben nasıl basit bir Passat’a binerim!” diyebilmesi de, tabii ki, mangalda kül bırakmayanların kompleksleri sayesinde dinin nasıl elden gittiğinin basit bir göstergesi. Ve tabii ki din sadece beton tanrılarına, son model arabalara kurban edilirken elden gitmiyor. En beklenmedik kutsal merkezlerinde de erozyona uğruyor…
Camide dini elden kaçırmak
Hollanda’yla popülist retoriklerle itişmenin iç siyasette işe yaradığı dönemde, bir Cuma namazı öncesi, merkezî bir camiden bir “din adamı” vaaz veriyor. Ulaşabildiği bütün bir bölgeye, kimsenin cevap veremeyeceğini de bildiği için, atış serbest kıvamında ırkçılık, nefret ve yalan dolu zehir saçıyor. Kapitalizmin yapamadığını mesela şu satırlarda serdedilen söylem parçacıklarıyla başarıyla yerine getiriyor:
Önce bazı klasikler… “Müslüman’a Gâvur’dan dost olmaz” diye başlıyor… (Tabii, Müslümanların arasındaki dostluk bir efsanedir!)
İstanbul’un Gâvurlardan “kurtarılmasından” bahsediyor. (Birilerinin yaşadığı memleketi ele geçirmeye “kurtarmak” derseniz; Cristoph Colomb da “Amerika’yı keşfetmiş ve yerlilere medeniyet götürmüş” sayılır mı acaba?)
“Bütün Gâvurlar aynıdır” diyor. Hemen akabinde kendi lâflarına dolanıyor; “Mevlana’nın ‘kim olursan ol, gel’ dediğini, Gâvurların da geldiğini, onların bile gerçeği gördüğünü” anlatıyor. (Şimdi, Gâvurlar normal insanlar mı, değil mi?)
Sonra Çanakkale’de Osmanlı (kendisi tabii ki “Türk” diyor) askerlerinin kahramanlıklarını, nasıl şehit olduklarını, maneviyatlarının nasıl güçlü olduğunu anlatıyor. Ve kahraman askerlerin “Gâvur” askerlere nasıl insan muamelesi yaptığını anlatıyor. Yaralı iki Anzak askerini köyüne götürüp tedavi ettirip karısının altınlarını bozdurup yol parası yapan, o askerleri memleketlerine yollayan Türk askerini anlatıyor. O kahraman askerin yaptığını böbürlenmek için anlatıyor, ama aynı askerin verdiği dersi anlamıyor. “Gâvuru” insan gören o askerin davranışından zerre kadar nasiplenemiyor; o askerin o Gâvurlara kapısını açtığını, onlarla dost olduğunu görmek işine gelmiyor.
Sonra hazırdaki meseleye, Hollanda’ya girişiyor. Ülkenin esas adı “Netherlands”ın ne demek olduğunu merak etmiş, incelemiş ve “deniz seviyesinden aşağıdaki topraklar”, “alçak ülke” anlamına gelen bu ülkenin ismindeki büyük sırrı keşfetmiş: “Cehennemlik ülke, kuyunun dibindeki ülke” demekmiş ve Hollanda’nın hak ettiği isme sahip olduğu sonucuna varmış! (Yalandan kim ölmüş!)
Tabii adam Hollandalıların Müslüman düşmanı ırkçı Wilders’e oy sandıklarında nasıl tokat gibi cevap verdiklerini bilmediği için (pardon, bilse bir şey değişir miydi?) atıp tutmakta beis görmüyor. (Dünyanın belki de en hoşgörülü insanlarının yaşadığı o Gâvur ülkesi Hollanda’nın ırkçı Gâvuruyla karşılaştırılmak vaizimizin hoşuna gider miydi acaba?)
Dini elden götüren “Müslümanlar” mebzul miktarda var, ama bu camilerde hezeyanlar halinde atıp tutmayı normalleştiren bir ortamda, “Tesis yapmak varken, zeytin ağacının lâfı mı olur?” diyen bir zihniyetin dal budak sarması da anormal bir durum değildir.
Tarkan’ın “Rant için zeytin ağaçlarına kıymayın” mesajı üzerine, “Tarkan’ın zeytinlikleri mi varmış, ne yapacakmış zeytinlikleri? Tarkan’ın şarkılarını seviyoruz. Tarkan şarkılarını söylesin” diyebilen bir “Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı” varsa, bir takım başka “Müslümanlar” da (ya da Müslüman görünümlü “görevliler”) “Zeytin ağaçlarının Yahudi ağacı olduğu ve dolayısıyla kesilmesi gerektiği” gibi izansızlıkta sınır tanımayan herzeyi yiyebilirler.
Aslında belki de din elden gitmiyordur. Belki giden ahlâkımız ve adalet duygumuzdur… Ama bu durumda geriye kalan şey nedir?