20. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Trakya’daki Rum Yerleşimleri
Ari Çokona
Literatür Yayınları, 2016
Savaşların kötü sonuçlarında biri de, her ne kadar ateşkeslerle, antlaşmalarla silahlar sussa bile mağdurlarının çektiği acıların son bulmamasıdır. Coğu kez yeni çatışmalara neden olacak yeni uygulamalar yaşamları bir kez daha alt üst eder. Herhalde en sık görülenin zorunlu göç ettirme olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Neredeyse her savaştan sonra bazı etnik dinî gruplar yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan bir tanesi de 1920’li yılların başlarında Anadolu, Trakya ve Yunanistan’da yaşanmış, Lozan Antlaşması sonucunda 1,5 milyon Ortodoks Rum buralardan Yunanistan’a giderken oradan da 600 bin Müslüman ve Türk Türkiye’ye gelmiştir.
Bu konu hakkında özellikle son yıllarda hayli kitap yayınlamıştır; telif ve tercüme eserler sayesinde merak edenler olup biteni ve ardından getirdiklerini ayrıntıyla öğrenebilir. Ancak Lozan öncesi Trakya ve Anadolu’daki Rumların nerelerde, nasıl yaşadıkları konusunda toplu bir çalışma yoktur. (Varsa da ben görmedim, bilmiyorum. Yanılıyorsam özür dilerim.) Yazar Ari Çokona çalışmasıyla bu eksikliği dolduruyor.
Pek çok kaynağı elden geçiren Çokona, elde ettiği sonuçları bir araya getirerek elimizdeki kitabı hazırlamış. Kitabın önsözünde çalışmasıyla ilgili olarak şöyle diyor: “Osmanlı Rumlarının yaşadığı köy, kasaba ve kentlere ilişkin bildiklerimi, araştırıp öğrendiklerimi… istatistik tablolarında, yaşlıların anılarında, kitapların dipnotlarında sıkışıp kalan bilgileri bir araya getirmemin ilginç olabileceğini düşündüm… Özellikle yerleşimlerin eski ve varsa yeni adlarına, nasıl ve ne zaman kurulduklarına, kilise, manastır, şapel ve okulların adlarına, kuruluş yıllarına odaklandım. Bu yerleşimlerin nüfusu, ekonomisi, sosyal hayatı, eğitim hayatı ve ilginç gelebilecek özgünlükleri hakkında bulduklarımı kaydettim. Her yerleşimde hangi dilin konuşulduğunu, halkının yerli mi olduğunu yoksa başka bir bölgeden göç mü ettiğini belirtmeyi de ihmal etmedim.”
Dünyanın en kalabalık Rum nüfusu
Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük şehri ve başkenti olan İstanbul, sadece ülkenin değil dünyanın da en büyük Rum yerleşim alanı. 1914 Osmanlı nüfus sayımına göre, vilayetin Osmanlı uyruğu nüfusu 909.978 kişi. Bu nüfusun 560.434’ü Müslüman, 205.672’sı Rum, 72.962’sı Ermeni, 9.918’i Ermeni Katolik, 52.126’sı Musevi, 2.905’i Levanten, 1.213’u Protestan, 397’si Rum Katolik, 562’sı Süryani, 467’si Keldani, 478’i Çingene, 648’i Bulgar, 3.339’u Sırp ve biri Ulah. Ancak bu rakamlar gerçek durumu göstermek açısından biraz sorunlu. Sayımın ne kadar sağlıklı yapıldığı bir tarafa, yabancı uyruklu yerleşiklerle mevsimlik işçiler ve geçici görevlileri bu tabloda görmüyoruz. Yazar, onlar da eklediğinde şehrin nüfusunun 1 milyonun üzerine çıkacağını belirtiyor ve devam ediyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan yabancı uyruklulara tanınan vergi kolaylıklarının 1855’te Yunanistan vatandaşlarına da tanınması üzerine, İstanbul’a yerleşen Yunanlı göçmenler Osmanlı uyruğuna geçmeyi tercih etmiyorlardı. Resmî rakamlara göre 1855’te İstanbul’da 130.000 yabancı yaşıyordu… Ülkelere dağılımını gösteren sağlıklı kaynaklar bulunmamakla birlikte, bunlardan Yunan uyruklu olanların sayısı 60.000 olarak tahmin ediliyor. Yirminci yüzyıl başlarında İstanbul dünyanın en kalabalık Rum nüfusunu barındıran şehri olmaya devam etti. Yunanistan’ın başkenti Atina ve limanı Pire 1907’de toplam 242.328 nüfusla hâlâ İstanbul’un gerisindeydi.
Bu kalabalık nüfusun ekonomik yaşam içerisinde önemli bir yeri vardı. Rumların geleneksel meslekler içerisinde daha çok kürkçü, terzi, kumaş boyacısı, kunduracı, sayacı, değirmenci, fırıncı, demirci, yapı ustası, kuyumcu, mumcu gibi işleri yaptıklarını görüyoruz. Ancak en çok rağbet edilen meslek seyyar çerçi ve dükkân sahipliğinden başlayarak, büyük ithalatçı ve ihracatçılığa kadar ticaretin her türlüsü idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya ekonomisine entegre olması Rum cemaatinin ekonomik yaşamında yeni bir gelişmeye yol açmış. Dil bilen, diğer cemaatlere nazaran dışa daha dönük bir yaşam tarzı benimseyen Rumlar ithalat, ihracat ve temsilcilik alanlarında görünen bir üstünlük sağlamışlar. “19. yüzyıla kadar Osmanlı ticaretini ellerinde tutan ve kapitülasyonlarla korunan yabancı uyrukluların yerini” alıp zenginleşmişler. Bu yolla edinilen servetler bankerlik ve bankacılık alanına taşınmış.
Dinamik bir ekonomik yaşama sahip olan cemaatin eğitim, kültür, basın yayın, spor, dinî yaşamı da hayli hareketlenmiş. Eğitimi teşvik ve geliştirmeye yönelik çok sayıda dernek, yeni açılan modern okullar ahalinin gelişmesini sağlamış. Örneğin 1876 yılında tüm ülkede yayımlanan 47 gazeteden 13’ü Türkçe, 9’u Rumca, 9’u Ermenice, 7’si ise Fransızca. Matbuat Kanunu’yla hapse giren ilk Osmanlı gazetecisi de yine bir Rum olan Teodor Kasap (1835-1897). İlk ciddi mizah gazetesi Diyojen’in kurucusu olan Teodor Kasap, bir karikatür nedeniyle tutukanmış. 2. Meşrutiyet’in ilanıyla sansürün kaldırılmasından sonra İstanbul’da yayınlanan Rumca gazete sayısı 37’e ulaşmış (bu rakama Karamanlıca veya iki dilde yayınlananlar dahil değil). Çocuklardan çiçekliğe, edebiyattan spora pek çok konuda süreli yayınlar yapılmış.
Kordonboyu’nda müzik
İzmir de kalabalık bir Rum nüfusuna sahipmiş. 19. yüzyıl sonlarında 200.000 civarında tahmin edilen şehir nüfusunun 89.000 kadarı Müslüman, 52.000’i Rum, 36.309’u yabancı uyruklu, 16.000’i Musevi, 5.628’i de Ermeni. 19. yüzyılın ikinci yarısında hızla büyümüş ve zenginleşmiş bir ticaret mekezi olan İzmir’in ekonomik yaşamı da hayli hareketlenmiş. İzmir’de Rumların büyük tüccar, ticarî mümessil, avukat, banker, kuyumcu, doktor, eczacı, kalifiye personel olarak önemli yerleri var. Her düzeyde eğitim veren çok sayıda kız ve erkek okulu bulunyor. Kimsesiz çocuklardan avukatlara, işçilerden edebiyatçılara kadar insanları bir araya getiren dernekler, İstanbul’da olduğu gibi, burada da aktif bir şekilde çalışıyor.
İzmir’in cemaat açısından bir başka önemi de, Anadolu Rumlarının müzik geleneğinin en iyi şekilde burada yaşatılıyor olması. Ari Çokona, şu bilgiyi veriyor: “1860’lardan itibaren İzmir ve İstanbul’dan giden kumpanyalar kilise müziği, halk türküleri, batı kaynaklı opera ve operetler gibi kaynaklardan beslenen popüler Anadolu Rum müziğini Yunanistan’a tanıttılar. Bu müzik Atina, Pire, Ermupolis, Patra ve Halkida’da halk kitlelerinin başlıca eğlencesi oldu. 20. yüzyıl başlarında ilk 78’lik Yunan plaklarının İzmir ya da İstabul’da üretilmesi ve aynı yıllarda gelişme gösteren Amerika’daki Yunanca plak endüstrisinin tamamen İzmir şarkılarına yönelmesi bu müziğin ne kadar popüler olduğunu gösterir. O dönemler ‘estudiantina’ adı verilen halk orkestralarından en tanınmışı 1989’de İstanbul’dan göç eden ‘Ta Politakia” (İstanbul çocukları) oldu… topluluk yeni sanatçılar yetiştiren bir okul gibi çalıştı.”
Yazar, “Kordonboyu’ndan en yoksul mahallelere kadar her kahvehane, pastahane ve meyhanenin düzenli ya da belirli aralıklara çalan bir ‘estudiantina’sı” bulunurdu diyor. İzmir’in bu sesleri mübadeleyle sona ermiş, ancak bu kez karşı kıyıda devam etmiş. Pire’de doğup gelişen ‘Rebetiko’ müziği İzmir halk müziğinin gurbette doğan çocuğu olarak kulakların pasını almaya başlamış.
İstanbul ve İzmir dışında ülkenin pek çok yerine dağılmış olan Rum nüfusunun bir özelliği de, ekonomik ve siyasal nedenlerle kalıcı veya geçici olarak göç etmeleriydi. Örneğin Kapadokya Rumlarının önemli bir bölümü, çalışmak için İstanbul’a geliyordu. Doğu Karadeniz Rumları için göç edilen ülke Rusya’ydı. Rusların yaptığı 1897 sayımındaki Rum nüfus (kendilerini hâlâ Rum olarak tanımlayanların nüfusu) 207.000 kişiydi. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan siyasi gelişmeler nedeniyle bu göç tersine de yaşanmış. Batı Anadolu’nun ekonomik olarak gelişmesinin sonucu, Ege adalarından buraya yönelik bir göç de vardı.
Lehçeler
Cemaatin dili konusunda kitapta yer yer ilginç bilgiler okuyoruz. Örneğin, Kayseri, Nevşehir ve Niğde ile belirlenen coğrafî üçgen içinde kalan bölgede saptanan 81 Rum yerleşiminin 32’si Rumca, 49’u ise Türkçe’nin Karamanlıca lehçesini konuşuyordu. Dış dünyadan yalıtılmış Rumca konuşan yerleşimlerin dili de köyden köye büyük farklılık gösteriyordu. Sinasos’ta (Mustafapaşa) çağdaş Yunanca’ya yakın bir lehçe konuşulurken, başka bir yerde çok sayıda Farsça, Türkçe ve Arapça kelimeler içeren bir lehçe kullanılıyordu. Karadeniz bölgesinde Rumca’nın Pontus lehçesi hakim durumdaydı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise, bazı Rum yerleşimlerinde Rumca dışında Türkçe, Ermenice, Kürtçe veya Süryanice konuşulduğu görülüyordu.
Bu renklilik içerisinde şaşırtıcı olgular da vardı. Okuyalım: “Gönen (Balıkesir) Çayı’nın (yakınlarında bulunan) Vatika ya da Musaca ve Havutçu köyleri vardı. İki köyü 17. yüzyılda Mora Yarımadası’nda bulunan Arkadia’nın Tsakonya adıyla bilinen yöresinden göçmenler kurmuştu. Tsakonlar, Yunanca’nın antik Dor lehçesinden türemiş, bütün diğer Yunan lehçelerinden farklı bir dil konuşurlar… Sadece 2.500 kişi tarafından konuşulan bu lehçe, bugün mübadeleyle göç ettikleri Makdeonya’nın Kozanı bölgesinde (yer alan iki köyde) konuşulmaktadır.”
Ve sonra günlerden bir gün bu insanlar istemeye istemeye yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. Yıllar boyu yaşanan evler, ibadet edilen yerler, okullar, bağlar, tarlalar, dükkânlar, atölyeler, kahvehaneler, kimi zaman öfkeli, kimi zaman neşeli seslerin ortalıkta uçuştuğu meyhaneler, gazinolar, alkış alan veya almayan gösterileriyle tiyatrolar geride bırakılmış, yollara düşülmüş. Şairin dediği gibi, “Canan da muhacir ol(muş), can da.” Bundan sonra, artık her şey biraz eksik yaşanacaktır.