Şenol Karakaş
Türkiye çok açık bir geçiş rejimi yaşıyor. Geçiş rejiminin hedefine ulaşıp ulaşamayacağı, bu değişikliği isteyenleri bile tatmin edip etmeyeceği belli değil. Sonu belirsiz bir geçiş bu ve her bir adımı meydan okuyarak atılıyor. Meydan okuyarak atılan her bir adıma sayısız odak meydan okuyor. Devlet gücünün aşırı merkezîleşmesiyle tanımlanan bu süreç bu aşırı merkezîleşmeye uyumlu bir siyasal, ideolojik, hukukî, kültürel ve hatta toplumsal yapılanmayı zorluyor. Tüm bu alanlarda aşırı merkezî siyasal güce uyumlu değişikliklerin yaşanmaya zorlanması toplumun bütününde baş dönmesi ve bulantı yaratan bir geçiş sürecine neden oluyor. Katı olan her şey, buharlaşmıyor, tuzla buz olup çok daha katı ve merkezî bir şekilde karşımıza çıkma kuvvetli ihtimaliyle ürkütücü bir hâl alıyor.
Bu siyasal gelişmelerin bütünü, siyasî istikrarsızlığı derinleştiriyor. Hem ekonomik hem siyasal krizin yarattığı yıkım ve boşluğa 2001 yılında bir alternatif sunan ve sunduğu alternatifin özünü siyasal istikrar vaadi oluşturan AKP, bu vaatlerini bir ölçüde yerine de getirdi. Fakat uzun bir süredir, büyük sermaye, orta sınıflar, işçi sınıfı ve ezilenler arasında esas olarak egemen sınıf lehine işleyen bir mekanizma olarak ekonomik büyümeye de bağlı olarak gelişen istikrarlı ilişki sona erdi. Siyasal alanda askerî darbe geleneğine karşı mücadelenin toplumun tüm dokularına yayılmasına da tekabül eden bu süreç, siyasal alanın da normalleşmesine hizmet etme potansiyellerini taşımasına rağmen, çöktü.
Şimdi 15 Temmuz darbe girişiminin ardından dolu dizgin içine girilen ve devam edilen süreçte istikrarlı olan tek öğe kalıcı hale gelen siyasal istikrarsızlık. Mevcut siyasal istikrarsızlık, “yerli ve millî” bir yeni dönem ruhunun inşa edildiği bir zamanda gerçekleştiği için, son derece yerli ve millî bir istikrarsızlık olarak öne çıkıyor.
Sadece milliyetçilik değil
“Yerli ve millî” politik eksen devletin yeni kırmızı kitabı olarak görülmeli. Bunu, devletin her zamanki milliyetçiliğinin güncellenmesi olarak görmek gelişmelerin bütünlüklü kavranmasını engelliyor. “Yerli-millî” vurgusuyla dile getirilen politikaların her zamanki devlet milliyetçiliği sanılması, milliyetçiliğin egemen sınıflardan ve sınıflar mücadelesinden bağımsız bir özerk yaşam alanı olan bir fikrî küme olduğunun düşünülmesine bağlı. Oysa, yerli-millî politik eksenin etrafında örüldüğü siyasî figür olan Erdoğan, Şubat 2013’te “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyebilmiş, Oslo süreci öncesinde Dolmabahçe’de aydınları toplayarak Kürt sorununda dile getirilmekten o zamana kadar korkulan bir dizi fikrin tartışılmasına zemin yaratabilmişti. 2013’ten bugüne nelerin değiştiğini kavramadan, Türk milliyetçiliğinin her zamanki egemenliğiyle olayları açıklamak mümkün değil. Bu, Ahmet İnsel’in faşizm tartışması yaparken söylediği gibi, aynı zamanda önümüzdeki dönemde herhangi bir değişiklik olmayacağı fikrini de güçlendiren bir yanılgı. İnsel, mevcut baskıcı uygulamaların ve iktidar gücünün tek elde yoğunlaşmasının faşizm olarak adlandırılmasının yanlışlığına değinerek şöyle bitiriyordu yazısını: “İktidarın niteliğini tanımlamak, onunla mücadelenin araç ve yöntemlerini de belirleyeceği için, iktidara karşı duyulan tepki ve öfkeyi en radikal biçimde ifade etme işleviyle sınırlı kalarak kullanılması sakıncalıdır.” (“Mevcut rejim, iktidar veya devlet faşist midir?”, www.birikimdergisi.com/haftalik/8486/mevcut-rejim-iktidar-veya-devlet-fasist-midir#.Wap7qsgjHIU).
Özetle, yerli ve millî dediğimizde, çözüm sürecinin sonlanmasına neden olan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerde kendisi açısından ölüm kalım sorunu görmesine tekabül eden ve bu beka sorununu gidermek için planlanan dış politik hamlelerin, iç politik manevraların ve ittifakların stratejik ifadesini düşünebiliriz. Bu ittifakın bileşenlerinin, bir önceki dönemde laik/dindar bölünmesinde karşı saflarda olduğunu görmek de (Doğu Perinçek, Erdoğan’ın ya da AKP’nin kendi politik çizgilerine geldiğini birkaç kez belirtti, birçok AKP’li de Perinçek’e bakınca özünde saygın bir yerli-millî figür görmeye başladı), sorunun sadece İttihat ve Terakki ruhunun yeniden hortlaması olarak görülemeyeceğini gösteriyor.
Kürtlerle dostluk ve diyalog temelinde bir ilişkinin devlete hiçbir faydası olmayacağı yönündeki bir fikrin üzerinden şekillenen, hatta 2013 yılında başlayan diyalog sürecinin sadece Kürtlerin işine yarayan zararlı bir süreç olduğunu kodlayan yerli-millî politik eksen, kuşkusuz hem Mısır’da Sisi darbesinden ve Türkiye’de Gezi eylemlerinin darbeci olarak kodlanmasından hem de Suriye’de Kürtlerin iki büyük emperyalist blokla ilişkilerini güçlendirmesinden duyulan kaygıların etkisiyle şekillendirildi.
Çözüm süreci bittiğinde, tarafların bir süre ne olup bittiğini tartacağı bir dönem yaşanabilirdi, ama hem Suriye’deki gelişmelerin hızı hem de Türkiye’de arka arkaya yapılan bombalı eylemlerin tırmandırdığı kaygı ortamı, toplumun bir kesiminde de bir istikrarsızlık ve giderek beka kaygısını şekillendirdi.
Yerli ve millî olduğunu iddia edenlerin ittifakı bir yandan bu beka kaygısının siyasal alana tercümesi olurke,n öte yandan da bu duyguyu pekiştirmeye başladı. Bu ittifak Türk milliyetçiliğini bu özel bağlamda işlevsel ve amansız bir şekilde kullanıyor kuşkusuz.
İstikrarsızlık artarken
Bugün karşı karşıya olduğumuz, Türkiye’nin yakın dönem siyasî tarihinde örneğini çok sık gördüğümüz türden bir istikrarsızlık değil. Yerli ve millî olmak, devletin beka sorununa bir yanıt olarak üretildiğinde, üretilen yanıtlar başarısız, işlevsiz hatta kendileri başlı başına beka meselesini derinleştiren sorun yumağına dönüştüğünde siyasal istikrarsızlığın şiddetini de artırıyor.
İç politikada istikrarsızlık üç alanda kendisini gösteriyor: Öncelikle, devletin etrafında koordine edildiği AKP’nin kendi içinde yaşanan istikrarsızlık belirleyici. Erdoğan, partisinin bütün düzeylerinde metal yorgunluğu yaşandığını ısrarla vurguluyor: Parti teşkilatları ve belediyelerde her düzeyde yaşanan skandallar, mevcut yerel liderliklerin istifası, metal yorgunluğu eleştirisinin tabanın bir bölümü tarafından aşırı bulunması… AKP 2019 seçimlerine hazırlanmak için Erdoğan’a tabi bir ofis haline gelmek üzere silkelenirken bu, partinin tüm düzeylerinde şiddetli bir sarsıntıya neden oluyor.
AKP içinde yaşanan bir başka sorun ise her biri “Resi”i bir diğerinden daha çok sevdiğine yemin eden birçok gazeteci arasında yaşanan sert tartışmalar. Bu, aynı zamanda AKP içindeki bir dizi ekol arasında da bir gerilim olduğu anlamına geliyor. Erdoğan’ın otoritesi ve 2019’un kaybedilmesi ihtimalinin yarattığı basınç bu gerilimi maskelese de, zaman zaman zincirinden boşalacak gibi görünen bir bölünme bu. AKP açısından bir başka ve temelde geri kalan sorunları belirleyen esas mesele ise kabaca bir tarifle zenginle fakir arasındaki ayrımın AKP’liler arasında giderek derinleşmesi ve belirginleşmesi. Memur-Sen’in bir önceki toplu görüşme döneminde çok daha geri bir sözleşmeyi imzalaması, iş kazaları, OHAL’in patronlar için uzatıldığının en yetkili isim tarafından açık açık ilan edilmesi, grevlerin yasaklanması, maden kazaları, “fıtrat” edebiyatı, grevci işçilerin göz altına alınması gibi sayısız gelişme aşağıda bir başka huzursuzluğu biriktiriyor.
Yerli-millî istikrarsızlığın açığa çıktığı ikinci alan, AKP’nin MHP’yle, daha da önemlisi Devlet Bahçeli’yle kurduğu ilişkinin niteliğinde görünür oluyor. Devlet Bahçeli Kuzey Irak bağımsızlık referandumunun savaş sebebi sayılabileceğini söylediğinde başbakan Binali Yıldırım bunun savaş sebebi sayılamayacağını söyledi. Bahçeli sert bir şekilde Başbakan’ı uyardı. Bahçeli “devletin yeniden inşası” tartışmasında, 16 Nisan referandumundan kısa süre önce cumhurbaşkanının danışmanlarından birisinin dile getirdiği benzer bir tartışmada da Erdoğan’ın bizzat açıklama yapması gerektiğini ilan etti. Oysa, hemen 16 Nisan referandumu sonrasında Bahçeli’nin ve MHP’nin ne kadar güçlü, etkili ve tabanına sahip çıkabilen bir parti olduğu bizzat AKP’liler tarafından yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı.
İç politikada Silahlı Kuvvetler’de, Emniyet’te ve yargı alanında gerçekleştirilen tasfiyeler, bir yandan bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinde benzersiz bir değişikliği yaratıyor, ama aynı anda metal yorgunluğu, kaygılı bekleyiş, yarının ne getireceği konusundaki belirsizlik devlet saflarında derin bir istikrarsızlığa yol açıyor. Tayinler, ÖSYM sınav sonuçları skandalı, FETÖ’den soruşturulan savcının Fethullahçı olması imkânsız olan Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının davasının savcısı olması gibi acaipliklerin yargı alanında yaygınlaşması, suçun şahsîliği ilkesinin yok sayılması, FETÖ soruşturması yapan polislerin FETÖ soruşturmasında görevden alınmasının ardından bu polisleri görevden alanların FETÖ’den ihraç edilmeleri gibi durumlarla sık sık karşılaşılması, devlet katında daha önce tanık olunmayan bir istikrarsızlık yaşandığını gösteriyor.
Dış politikada istikrarsızlık, sıkışmışlık ise çok daha derin hissediliyor. Almanya, Gümrük Birliği’nin genişletilmesi için Türkiye’yle görüşmelerin mevcut koşullarda mümkün olmadığını açıkladı. Türkiye’nin AB ülkeleriyle siyasî ilişkileri tarihinin en gergin evresinde. Dış politikada daha önemli olan, Suriye’de yaşananlar. Türkiye’nin Suriye’de rejimle, ABD’yle, Rusya’yla ve PYD’yle gergin ilişkileri var ve gerginlik, dış politikada esaslı hedef olarak öne çıkan Kürtlerin statüko elde etmesini engellemek giderek boşa düşen bir politika olarak görülmeye başlanıyor.
Özetle, beka kaygısıyla üretilen yerli-millî politikalar ve ittifaklar, beka kaygısına çare olamadığı gibi, bu kaygıyı derinleştirme potansiyelleri taşıyan bir istikrarsızlık halini alıyor. İstikrarsızlığın döngüye dönüştüğü yer de tam da burası. Beka kaygısını gidermek için üretilen politik hamlelerin ve kurulan ittifakların yarattığı istikrarsızlıktan çıkış için ne kadar derin bir beka kaygısıyla yüz yüze olduğumuz daha yüksek perdeden dile getirmek ilk tercih olarak öne çıkıyor. Bunu birçok demeç ve köşe yazısında görmek mümkün, ama kısa bir derleme ne demek istediğimi daha iyi anlatacak:
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Mart 2017 SETA toplantısında ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ni savunurken: “Kesinlikle bu mesele bir cumhuriyet meselesi değildir. Mesele kesinlikle özgürlük, demokrasi meselesi de değildir. Tartıştığımız sistem Türkiye’nin ve Türk milletinin asırlardır devam eden beka sorunun en doğru çözüm yoludur, mesele budur.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ürdün dönüşü, 23 Ağustos: “Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e açılacak bir terör koridoruna müsaade etmeyiz. Oralarda (Afrin) terörün baskın çıkma ihtimali olursa gözümüzü karartırız.”
Haşmet Babaoğlu, 24 Ağustos’ta Sabah gazetesinde: “Türkiye’nin artık kendi bekası ve iradesi dışında hiçbir önceliği olamaz, olmayacak.”
Devlet Bahçeli, 24 Ağustos’ta yaptığı basın açıklamasında: “Bu [Kuzey Irak’taki] referandum, Kürdistan provasıdır, Türkiye için gerekirse savaş sebebi sayılmalıdır.”
AKP milletvekili Taner Yıldız, 1 Eylül 2017: “Bölgesel Kürt devleti Türkiye için tehdittir.”
Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül, 24 Ağustos: “Gözümüzün önünde yüzlerce kilometrelik bir cephe kuruyorlar. Bir ordu hazırlıyorlar. Sınırın sıfır bölgelerine yerleşiyorlar. ABD ve Avrupa’dan askerî uzmanlar, güvenlik şirketleri, emekli askerler bu bölgelere yerleşiyor, PKK’nın ana iskelet yapısını oluşturuyor. Daha büyük savaşa hazırlık yapıyorlar.”
Devlet Bahçeli, 31 Ağustos, Kuzey Irak bağımsızlık referandumuyla ilgili: “Barzani inatçı bir üslup kullanıyor. ABD’den aldığı destekle hareket ediyor. Barzani İngiltere’yi bilir, Amerika’yı bilir, ama Türkleri bilmez, yarın bir gün nasıl bir tokat yiyeceğini de bilemez.”
İkinci tercih, iç politikada istendiği zaman baskının dozajının artırılacağının işaretini vermek ve muhalefetin dağınık ve korku içinde kalmasını sağlamak.
Bu hamleler, daima kutuplaştırıcı siyaset yapma tarzının en uç örneklerinin her gün sergilenmesiyle, 2019 seçimlerine seçmenin en az yarısının konsolide edilerek hazırlanılmasıyla elele gidiyor.
Hem adalet hem barış, hem barış hem ekmek, hem ekmek hem 2019!
Devletin bekası alanında yaşanacak tartışmalara doğru politikalarla müdahale etmek, Kürt sorununda demokratik adımların atılması için yapılacak kampanyaları inşa etmek, küresel savaş karşıtı/Trump karşıtı bir ağın oluşmasına ve beklenmedik savaş tehditlerine karşı mücadele etmek, iklim değişiminin her gün yeni bir sonucunu gördüğümüz yıkıcılığını durdurmak için kampanyalar örmek, ABD’de ve Avrupa’da olduğu gibi ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı kampanyaların adımlarını atmak, kadınların sık sık görülen kitlesel patlamalarının içinde/yanında yer almak ve en önemlisi, bütün bu mücadele adımlarını işçi sınıfının mücadelesiyle, irili ufaklı tüm direnişlerle birleştirmek için çabalamak önümüzdeki dönemin temel işleri.
Bu süreçte yan yana gelenler, 2019 seçimlerine de ortak bir adayla girebilirler. Aday belirleme tartışmasını Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurmak, siyasal kutuplaşmayı bu yönüyle derinleştirmek başarısız olmayı şimdiden garanti altına almaktır. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin elde ettiği başarı, 16 Nisan referandumunda “hayır” diyenlerin aldığı yüksek oy ve Adalet Yürüyüşü’nün yarattığı etki doğru politikaların barındırdığı sırrı da açığa çıkarttı. Yıllardır ısrar ettiğimiz fikirler, artık herkesin düşüncesi: AKP tabanındaki yoksullar kazanılmadan, AKP bir referandumda ya da seçimde yenilemez. Bu yüzden Adalet Yürüyüşü’ne katılan, özgürlük ve barış isteyen kitlelerle, gelişmelerden rahatsızlık duyan ama bir alternatif olmadığı ve bazı alternatiflerden de haklı bir korkuya sahip olduğu için AKP etrafında kümelenen kitleler arasında önce mücadele bağını ve bunun üzerinden de 2019 seçim bağını kuran bir harekete ihtiyacımız var.