Atilla Dirim
Albert Hermann, o gün çok yorulmuştu. Kapıya vurulduğunda, eşi Bertha’nın getirdiği borşt çorbasını kaşıklamaya yeni başlamıştı.
Kapıyı Bertha açmıştı; birileriyle konuştuğunu işitiyordu. Bertha geri döndüğünde bir tuhaf olmuştu. “İki SS geldi, seni soruyorlar.”
Albert’in başından aşağı kaynar sular boşaldı. Demek o kadar korktuğu ân nihayet gelmişti. Ya da gelmemiş miydi? Başka herhangi bir şey için de gelmiş olabilirlerdi. Ne de olsa kötü bir dönemdi; belki de ürünlerin toplanmasıyla ilgili yeni düzenlemeler yapılmıştı ve onu bildirmeye gelmişlerdi.
Ama bu saatte mi?
Albert keten peçetesiyle ağzını silerek kapıya gitti. Pek uzun boylu sayılmazdı, saçları sarı, teni pembeydi. Besarabya’daki Alman kolonisinde yaşayan binlerce erkekten farksızdı.
SS’ler donuk gözleriyle ona bakıyorlardı.
“Herr Hermann?” diye sordu içlerinden biri.
“Evet, benim. Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ecdat karneniz üzerinde yapılan araştırmada, muhtemel bir sahtekârlık girişimi ihtimali söz konusu. Babanızın anneannesinin Yahudi olduğunu biliyor muydunuz?”
Albert buz kesildi. Dudakları titriyor, tek kelime demiyordu. “Ben… Ben…” diye kekeledi, başka bir şey diyemedi.
SS’lerden biri, Albert’in burnuna bir kâğıt dayadı.
“İkinci bir emre kadar Kreis İsmail’den ayrılmanız yasak. Tahkikat henüz sona ermedi. Siz ve aileniz göz hapsindesiniz. Her sabah ve akşam SS merkezine gelip imza vereceksiniz. Verdiğiniz mal beyanı doğrultusunda varlığınıza tedbir kondu. İmzalayın şunu!”
Albert, kendisine uzatılan tebligatı titreyen parmaklarla imzaladı. “Neden, neden, neden?” diye geçiriyordu bir yandan içinden. Yahudilerin başlarına gelenler hakkında bazı şeyler duymuştu ve bunlar korkunçtu, çok korkunçtu…
Ecdat Karnesi
Yukarıdaki senaryo gerçek değil. Dedem Albert ile anneannem Bertha’nın beş kuşak öncesine kadar soylarında Yahudilik bulunmadığı yapılan araştırmalar sonucunda tespit edilmiş ve kendilerine bir Ecdat Karnesi (Ahnenpass) verilmişti. Aksi takdirde şu anda bu satırları yazıyor olmam, çok zayıf bir ihtimal olacaktı.
Ama şansı bu kadar yaver gitmeyenler de vardı elbette. Nazi Almanya’sında tam yurttaşlık haklarına sahip olmak için yerine getirilmesi gereken şartların başında yeterince yerli ve millî olunduğunu ispat etmek, yani bir Ecdat Karnesi’ne sahip olmak geliyordu. Ecdat Karnesi, bir “millet” aidiyetini kültürel özelliklere değil, ırk ve gen özelliklerine bağlıyordu. “Ari ırkın bir üyesi olan Alman milleti” kan bağına dayalı, ortak “fıtratî” özelliklere sahip insanların oluşturduğu bir topluluktu. Doğuştan gelen bu hayalî özellikler elbette ki başta vatanseverlik, kahramanlık, fedakârlık, güçlülük, lidere bağlılık, kan asaleti gibi “iyi” özelliklerdi ve bu sayede topluluğun mensupları Yahudi, Roman, Sinti gibi “düşük değerli ırklardan” ayırt ediliyordu.
Nazilerin 1933 yılında iktidara gelmesiyle birlikte, Ecdat Karnesi uygulaması yasal bir zemine oturtulmuştu. Başta Nürnberg Irk Kanunları olmak üzere, çeşitli yasalar tam yurttaşlık (Reichsbürger) haklarından faydalanabilmek için söz konusu karnenin ibrazını şart koşuyordu. Yeterince yerli ve millî olmayan talihsizler ise Staatsbürger (Devlet vatandaşı) kategorisine sokuluyor ve çeşitli devlet hizmetlerinden yararlanmaları, örneğin memur olma hakları, ellerinden alınıyordu.
Ecdat Karnesi’ne sahip olmak hiç de kolay değildi. Beşinci kuşağa kadar olan ataların doğum, evlenme, vaftiz belgelerinin asıllarını ya da devlet kurumları/kiliseler tarafından onaylanmış suretlerini ibraz etmek zorunluluğu vardı. Ecdat Karnesi almaya hak kazananlar genellikle başvuru sahibi aile reisleri, yani ailedeki koca/baba idi ve ailenin diğer fertlerini de kapsayacak şekilde düzenleniyordu. Söz konusu karneler doğum, evlenme ve vaftiz belgesi yerine de geçiyor, ibraz edildiği makam tarafından incelendikten sonra sahibine iade ediliyordu. Bundan ötürü bir Ecdat Karnesi arşivi bulunmuyordu, ancak karneleri hazırlamakla görevli SS makamları, karnelerin verilmesine temel oluşturan diğer belgeleri titiz bir şekilde arşivliyorlardı.
Sadece Almanya’da değil
Ari ırka mensup Alman milletinin tam üyesi olmanın tek kıstası, safkan atalara sahip olmak değildi. Başka birçok özellik daha dikkate alınıyordu. Örneğin solaklık Ari ırka ait olmayan bir özellik olarak değerlendiriliyor; okula başlayan solak çocuklar sağ elle yazmaya teşvik ediliyor, hatta buna zorlanıyordu. Üstelik Ari ırk olarak sınıflandırılanlar sadece insanlar değildi; hayvanlar, hatta bitkiler dahi “Ari” olabiliyordu. Portakal, Ari olmayan bir meyve olarak dışlanırken, Almanya’nın yerli ve millî bitkisi olarak değerlendirilen elmanın yenmesi ve suyunun içilmesi teşvik ediliyordu.
Bütün bunlar durduk yerde yaşanmıyordu elbette. Milliyetçilik, ulus devletlerin kuruluş aşamasında tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı. Burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda kurulan ulus devletlerde yaşayan insanların arasında yeni bir bağ kurulması icap ediyordu. Bu bağ o kadar güçlü olmalıydı ki, ezen ve ezileni, zengini ve fakiri, sarayda ve gecekonduda yaşayanı bir ve aynı çıkarlara sahip olduklarına ikna etmeliydi. “Biz” diğerlerinden daha iyiyiz! “Biz” diğerlerinden daha zekiyiz! “Biz” daha asil bir kana sahibiz! “Biz” dünyanın en köklü medeniyetinin temsilcileriyiz!
Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla ortaya çıkan ulus devletlerin tümünde benzer süreçler yaşanmış, bu devletlerin egemenleri, devletlerinin sınırları içinde yaşayan insanları bir millet olduklarına ikna etme seferberliğine girişmişlerdi. Türkiye devletinin kurucu büyüğü, kendisini milletin atası ilan etmekten dahi çekinmemişti. Yasalar nezdinde bütün vatandaşlar eşit görülmekle birlikte, “safkan Türk ırkından” olanların efendi olduğu, geri kalanların ancak köle olabileceği, devletin en yetkili ağızlarından ilan ediliyordu.
Gençliğe yapılan seslenişte, “muhtaç oldukları kudretin damarlarında akan asil kanda bulunduğu” söyleniyordu. Safkan ırkın tespit edilmesi için kafatası ölçümleri dahil olmak üzere çeşitli uygulamalar gündeme getiriliyor, hatta Almanya’da yükselen nasyonal sosyalizmden kopya çekilerek, Ari ırkın esas temsilcilerinin Türkler olduğu dahi iddia ediliyordu: “Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan, bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, arî, medeni, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.”
Sağlığınız için…
Almanya’da antifaşist bir gösteride açılan çok güzel bir pankartı hiç unutamam. Mealen şöyle diyordu: “Nasyonal sosyalizm sağlığa zararlıdır. Riskleri ve yan etkileri için bir tarih kitabı okuyun ya da aile büyüklerinizle konuşun.”
Nasyonal sosyalizm, şüphesiz yerli ve millî düşüncenin en billurlaşmış, en tehlikeli hâliydi. Almanya 1945 yılından sonra geçmişiyle büyük ölçüde yüzleşti ve yerli-millî düşüncenin etkisi hatırı sayılır bir şekilde geriledi. Ecdat Karnesi, Ari ırk, “tek millet, tek devlet, tek lider” anlayışında ifadesini bulan tekçi zihniyet tarihin çöp tenekesine atıldı. Ama yine de dünyanın içine girdiği ekonomik ve siyasî kriz derinleştikçe, içinde bulunduğu çöp tenekesinden çıkmak için hamleler yapmıyor değil.
Türkiye’de ise ta İttihat Terakki’den başlayarak Kemalizm’le devam eden ve şu anda birbirine rakipmiş gibi görünen tarafların söylemlerinde ifadesini bulan yerli ve millî anlayış, henüz Ecdat Karnesi uygulamasını yürürlüğe koymaya gerek görmedi. Ama yeteri kadar yeri ve millî olup olmadığımız her gün sorgulanır oldu. Sağlığımız için tarih kitaplarını okumak ve aile büyüklerimizle konuşmak iyi ama yetersiz bir seçenek. Daha iyisi, yerli ve millî tekçiliğin karşısına daha fazla demokrasi şiarını koyarak, Ecdat Karnesi’ni bir eşitlik-kardeşlik karnesine dönüştürmek olmalı …