Hasan Pehlivan
Yalçın Armağan, İstanbul Şehir Üniversitesi’nde ortak dersler dalında “Türkçe Eleştirel Okuma ve Yazma” dersini sürdürüyor. Pozisyonu gereği edebiyatın içinde olması, genç nesillerin bu konuda nasıl bir tavır aldıklarına yakından tanık olması ve belki de eserlerin niteliği ve gençlerin tercihleri üzerinde daha fazla bilgi edinebilmek adına kendisiyle Hasan Pehlivan bir söyleşi yaptı.
Hasan Pehlivan: Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişen edebiyatçılarımızın pek çoğunun ilk mesleği yazarlık değildi. Örneğin Yakup Kadri milletvekiliydi, Orhan Kemal ise işçilik, hamallık, bulaşıkçılık bile yapmıştı. Mehmet Akif Ersoy memur, Ömer Seyfettin asker kökenliydi. Bu tarz isimler için edebiyat, yazarlık bir maddî kazanç kapısı mıydı? Yoksa mesleklerinin yanında, hayatlarının ayrılmaz bir parçası olarak mı tanımlıyorlardı?
Yalçın Armağan: Şuradan başlamak gerekir: Kitap bir meta ve insanların kitap yazarken bunun birtakım maddî getirileri olacağını düşünmesi kaçınılmaz. Bizdeki tarihine baktığımız zaman matbaanın kuruluşundan itibaren yazarların telif aldığını ve kazanç elde ettiklerini biliyoruz. Bunların en çarpıcı örneklerden biri Ahmet Mithat’tır. Ahmet Mithat kazandığı parayla Beykoz’da kendine yalı yaptırmıştır. Bir diğer örnek Hüseyin Rahmi’dir. O da kazandığı parayla Heybeliada’da bir konak yaptırıyor.
Yazmaya tutkuyla mı, maddî kazanç ya da ün amacıyla mı başlandığını her zaman net biçimde ayırmak mümkün değil. Özellikle Ahmet Mithat örneğine baktığımız zaman bir yazma arzusu var, ama aynı zamanda bu işten para kazanmak istediğini de biliyoruz. Çünkü kendisinin matbaası var. Geçmişine baktığımız zaman Kapalıçarşı’da çırak olarak çalışmış, yani esnaflıktan geliyor. Kimse okumasa da Ahmet Mithat yazmaya devam eder miydi? Bunu bilemiyoruz.
Hüseyin Rahmi örneğinde ise halka hitap eden bir şeyler yazmak arzusu göze çarpıyor. Bunu dediğin anda popülerlik de beraberinde geliyormuş gibi geliyor bana. Yani herkes aslında kendi tarzını edebiyata baktığı yerden belirlemiş oluyor. Para için mi yazdılar, yoksa tutkularından dolayı, edebiyatı sevdikleri için mi yazdılar, bu örneklerde pek net değil. Gerçi onlara sorulsa cevapları muhtemelen yazma tutkusuyla ilgili olacaktır, ama kimsenin de yazarak para kazanmaya itiraz edeceğini sanmıyorum.
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, Yakup Kadri’nin milletvekili olması, Ömer Seyfettin’in asker kökenli olması meselesine yani, orada farklı bir durum söz konusu. Erken Cumhuriyet’e baktığımız zaman okur yazar oranının hayli düşük olduğunu görüyoruz, 1927’de yüzde yüzde 11 civarında. Toplumun yüzde 80’i köylerde yaşıyor. Yeni bir devlet kurulmuş ve yönetim kadroları için entelektüel sermayesi yüksek insan ihtiyacı var. Bu yüzden de milletvekilleri yazar olmuyor, yazarlar milletvekili yapılıyor. Yani, milletvekilliklerinin yanı sıra ek bir iş ya da hobi olarak yazarlık yapmıyorlar. Zaten yazar olarak tanınıyorlar ve bu yüzden milleti temsil edebilecekleri düşünülüyor.
Ömer Seyfettin’in asker kökenli olmasına gelince, tek örnek o değil. Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Vüsat Bener, Turgut Uyar… liste uzayabilir. Asker kökenli olmak, askerî okulda okumak 1950’li yıllara kadar hayli yaygındır. Bunun nedeni örgün eğitimin kitlelere ulaşmasıyla ilgili. Türkiye modernleşmesi askerî alanda başladı ve ilk modern okullar askerî idi. Eğitim konusunda da seçenek çok fazla değildi. Askerî okul tercihten çok bir zorunluluk.
Tam olarak sormak istediğin meseleye değinemedim galiba. “Yazmak bir tutku mu, yoksa kazanç kapısı mı” diye sormak istiyorsun sanırım. Şahsen, yazmayı “tutku” gibi yüce kabul edilen duygularla bezeyip büyülü bir uğraşa dönüştürmeye meyyal değilim.
Günümüzde yazarlığın bir iş, bir meslek olması gerektiği düşüncesiyle karşılaşıyoruz. “Parasını sadece kalemiyle kazansın” tarzında toplumsal bir düşünce yazarların üzerinde bir baskı oluşturarak eserlerinin kalitesini/niteliğini etkiliyor mu?
Bu soruyu daha çok yayın endüstrisi bağlamında cevaplamak lazım. Çünkü geçmişle bugün arasındaki en önemli fark burada ortaya çıkıyor. Bugün Türkiye’de bir kitabın bir milyon, hatta daha çok satabildiğini görüyoruz. 1930’larda ise okuryazar sayısı 2 milyon civarındaydı.
Yayın endüstrisinin giderek geliştiği bir ortamda bazı yazarların daha başlangıçta popüler romanlar yazmaya yöneldiğini görüyoruz – ki bunu bir olumsuzluk olarak görmüyorum. Ahmet Ümit, Sis ve Gece’yi yayımladığında “Ben polisiye yazacağım” diyerek ortaya çıktı. Polisiye zaten popüler olmak isteyen bir türdür. Demek ki Ahmet Ümit, bu romanıyla geniş bir kitleye ulaşmayı hedefliyordu ve hedefini de tutturdu. Bugün Türkiye’nin en çok satan yazanlarından biri. Sanırım yazmak dışında bir iş yapması da gerekmiyor. Buna imkân sağlayan da yayın endüstrisinin durumu. Kemal Tahir de takma adla polisiye yazıyordu, ama onun yazarak yaşamasına imkân veren bir yayın endüstrisi o zamanlar yoktu.
Bunun eseri etkileyip etkilemediğine hızlı cevap vermek mümkün değil.
Yazarlar için para kazanmak birinci hedef olmasa bile artık bir endüstri ve bu endüstriyi besleyen okurlar var. Haliyle okurlar yeni kitap okumak istiyor ve yazardan belli aralıklarla kitap bekliyorlar. Bu da yazarlar üzerinde ister istemez bir baskıya yol açıyor olmalı. Bunun örneklerinden biri Orhan Pamuk. Orhan Pamuk daha önceleri dört beş yılda, hatta sekiz yılda bir kitap yazarken Kafamda Bir Tuhaflık’ı yayımladıktan 1,5-2 yıl sonra Kırmızı Saçlı Kadın’ı yayımladı. Bu süreçte yayınevi değiştirmiş ve muhtemelen yeni bir okur kitlesine de ulaşmıştı. Tüm bunların yazar üstünde “tatlı” bir baskı yarattığını söylemek yanlış olmaz.
Bunun yanı sıra, yayınevlerinin yazarlardan beklentilerinden biri de para kazanmaktır. Dolayısıyla yayınevi bir yazarla anlaştığında, onun sözleşmesine hangi sıklıkla eser teslim edeceği maddesini koyabiliyor. Burada yayın endüstrisinin yazarı nasıl etkileyebildiğini açık bir şekilde görebiliriz. Benzer biçimde yazar menajerleri var. Bu kişilerin önceliği de, edebî yenilik değil yazarın görünürlüğü oluyor. Bu da edebî üretimi bir biçimde etkiliyor olmalı.
Orhan Pamuk konusunda şu eklemeyi de yapmadan geçmeyelim: Pamuk bir söyleşisinde “daha yazacağım 60’a yakın kitap var” diyerek yazmaya olan tutkusunu dile getiriyor. Şu an 60-65 yaşında ve her kitap için bir yıl harcasa 120 yaşına kadar yaşaması gerekecek. Umarım o zamana kadar yaşar, ama insan ömrü sınırlı. Dolayısıyla yazma “baskısı” konusunda yayın endüstrisinin dışında bireysel nitelikler de ön plana çıkabilir.
Günümüzde popüler edebiyat dergilerinin sayısı artıyor. Kafa, Ot, Fil, Bavul, PulBiber Mahallesi gibi… Bu dergilerin edebiyata ve edebiyatın topluma inmesindeki etkisi nedir? Bu tarz edebiyat dergilerinin, edebiyat ile toplumu doğru bir şekilde yakınlaştırdığını düşünüyor musunuz?
Bu mesele bir süre önce tartışıldı. Birçok kişi Twitter üzerinden bu dergilerin “zararları” üzerine yazdı. Yakınlarda Türkiye’de yayınlanan Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum kitabında bu konuda çarpıcı bir deneme var. Senin sorduğun meseleyi, popüler edebiyat ve yüksek edebiyat üzerinden değerlendirmiş. Şöyle bir şey anlatıyor: Bir radyo programında, bir eleştirmen “Ne okudukları önemli değil, yeter ki bir şey okusunlar” demiş. Parks, bu ifadenin birçok edebiyat okuru tarafından kabul göreceğini söylüyor ve bunun bir klişe olduğunu ekliyor. Sözünü ettiğim yazıda Parks, popüler edebiyata daha ılımlı bakanların ise şöyle düşündüğünü söylüyor: Kitap okumaya başlasınlar, bir süre sonra iyi kitaplar okumaya başlarlar. Grinin Elli Tonu örneğini veriyor ve insanların bununla başlayıp oradan Faulkner gibi yazarlara geçeceğinin düşünüldüğünü söylüyor. Sonra da şu soruyu soruyor: Bugüne kadar Grinin Elli Tonu’ndan Faulkner’a geçen kaç kişi vardır? Parks’ın cevabı: sıfıra yakın. Türkiye’deki durum da bundan farklı değil bana kalırsa. Geçmişte de popüler edebiyat dergisi örnekleri mevcut. Örneğin Alkım Yayınları “Size yalan söylediler, edebiyat sıkıcı değildir” sloganıyla K dergisini çıkarmıştı. Zaten bu sloganı benimseyen biri, “yüksek” edebiyatın sıkıcı olduğunu düşünüyor olmalı. Bu durumda okurun K’yı okuyup yüksek edebiyata yöneleceğini beklemek saflık olur. Yüksek edebiyat sıkıcı olduğu için bu dergi çıkıyor. Okur profilini iyi anlamak lazım.Yani K okurunun sonra gidip de Varlık’a ya da Notos’a veya Kitaplık’a abone olacağını beklemek, dediğim gibi, saflık. Zaten sayılara bakınca da bu görülebilir. K binlerce satıyordu. Ot’un satışının 50 bin olduğu söyleniyor. Ama şu anda edebiyat dergilerinin abone sayısı bunun yanından bile geçmiyor. Diyeceğim, bu dergilerin edebiyatı sevdirmek, okuru “yüksek edebiyat”a alıştırmak gibi bir işlevi yok. Bu yüzden bu dergilere kızmak bana anlamsız geliyor. Bunlar var diye yüksek edebiyat ortadan kalkmıyor. Bu dergiler yüksek edebiyat bariyerine takılmak istemeyenlerin tercihi zaten.
Bunun yanı sıra bu dergilerin ya da popüler edebiyatın niye var olduğunu sorgulamak ve bunları gereksiz görmek de bana tuhaf geliyor. “Bu dergilerin edebiyatla ilişkisi yok” demek ne kadar doğru? Çünkü edebiyat dediğimiz şey, tek bir tarzı ya da söylemi zorunlu kılmaz, daha karmaşıktır. Yayın endüstrisinin geliştiği yerde, bu tarz edebiyat hep var oluyor. Herkesin Vüsat Bener veya Bilge Karasu okuması gerekmiyor. Bugün “bir milyon okuyucu” dediğimiz kitle, bu tür popüler edebî romanları ve dergileri de okuyacak ve oradan da başka bir alana, yani yüksek edebiyata geçmeyecektir. Dolayısıyla bu dergilere gereksiz demeye gerek yok, bir işlevi yerine getiriyorlar çünkü. Çoğulculuğun içinden bakmak daha faydalı geliyor bana.
Bugün bazı önemli edebî eserlerin dizi veya filme çevrilmesi, söz konusu eserlerin hatırlanmasına katkı mı sağlıyor, yoksa değerini mi düşürüyor sizce?
Böyle bir değer düşürme ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Sonuçta kitabın kendi başına bir özerkliği var, belirli bir tarihte yayınlanmış ve biz uyarlamadan bağımsız olarak o metni okuyabiliyoruz. Bu nedenle olumsuz bir katkısının olduğunu düşünmüyorum. Mesela Aşk-ı Memnu dizisi ne kadar berbat bir şekilde çekilirse çekilsin, ne kadar değiştirilirse değiştirirsin, Halit Ziya Uşaklıgil’in 1900’de yayımlanan metni orada duruyor.
Bana kalırsa uyarlamalar metin değil, kendileri hakkında bilgi veriyor bize. Birkaç bölümünü izleyebildiğim Yılanların Öcü ve Fatih Harbiye gibi dizilerin kitapla ilgisi yok. Fatih Harbiye’yi Macit karakteri ile Neriman karakterinin aşkı üzerine kurulu bir hikâye gibi anlatmışlar. Hikâye “zengin oğlan fakir kız” noktasına gelmiş. Oysa kitapta Macit karakteri sanırım üç yerde görülür – ki ikisi de anımsamadır, diğerinde de tramvayda karşılaşırlar. Hikâye bire bir uygulansa Macit adı hep geçen ama tek yerde görünen bir karakter olacaktır. Oysa dizide aşkı için dağları delen birine dönüşmüş. Dolayısıyla bu dizi Fatih Harbiye hakkında bilgi vermiyor, dizi sektörünün insanlara satmak istediği hikâye hakkında bilgi veriyor.
Sizin edebiyatçı kimliğinizin yanında, eğitimci kimliğiniz de var ve üniversitede farklı bölümlerde okuyan öğrencilere edebiyat üzerine dersler veriyorsunuz. Öğrencilerin edebiyata ilgisi ne durumdadır?
Üniversitelere gelen öğrencilerin önemli bir bölümü kısa metinlere alışmış durumda ve uzun metinleri okuyamıyorlar. Örneğin 400 sayfalık bir roman verdiğimde, “Hocam daha incesi yok muydu?” tepkisiyle karşılaşıyorum. Öğrenciler için o romanın içeriği ve niteliği önemli değil, önemli olan sayfa sayısı maalesef. Öğrenci internet ortamında kısa metne alıştığı için böyle bir talepte bulunuyor olmalı. Öğrencinin alışkanlığını kırmaya ve yeni alışkanlık edindirmeye, internet dili ile edebî dilin farklı olduğunu anlatarak başlamalı.
Türkiye’deki liselerde berbat bir edebiyat eğitimi var ve öğrenciler bir metnin nasıl okunacağını öğrenmeden geliyor. Ne yazık ki lisede bunu anlatabilecek, öğretebilecek hoca sayısı yok denecek kadar az. Öğrenciler de kendilerini bekleyen en büyük yarış olan üniversite sınavına hazırlandıkları için, önemli eserlerin isimlerini ezberliyorlar ama içeriklerine dair bilgileri yok. Böyle bir eğitim süzgecinden geçerek üniversiteye gelen öğrenciler, edebiyattan pek de hoşlanmıyor. Durumun çok parlak olmadığını itiraf etmeliyim. Ben de şahsen, edebiyattan nefret eden öğrencilere, “Bir roman nasıl incelenir, bakın bunu şöyle okuyalım” demekten hoşlanmıyorum. Ancak bir üniversite eğitiminin içinde bunların asgarî düzeyde öğretilmesi gerekiyor. Dolayısıyla zorlaya zorlaya da olsa bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Biraz da edebiyatımızın toplumdaki yeri hakkında konuşalım. Bugün nitelikli edebî eserler daha çok edebiyat öğrencileri, üniversite kürsüleri, akademik toplantı ve entelektüel sohbetlerde yer buluyor kanısındayım. Edebiyatın Türkiye toplumunda yeterince yer bulduğunu düşünüyor musunuz? Yer bulması, halka inmesi gerekiyor mu?
Kolay sorudan başlayayım, “edebiyatın halka inmesi gerekiyor mu?” Hayır, gerekmiyor. Genellikle edebiyatın özerkliği tartışılırken şu kullanılır: Hiç kimse çıkıp da bir fizik probleminin zor olduğundan dem vurmaz ama entelektüel sermaye talep eden bir metin ile karşılaşıldığı zaman “Bu eserin dili çok ağır kardeşim, bu ne?” der. Oysa edebiyat da, fizik gibi bir bilgi türüdür. Nasıl fizikte bir problemi çözmek için belirli bir emek harcaman gerekirse, edebiyat için de bir emek harcamak zorundasındır.
Peki edebiyat toplum tarafından sizin bahsettiğiniz ve üzerinde durduğunuz gibi algılanıyor mu? Fizik sorusunda, ben problemi nasıl çözeceğimi bilmediğim ve bu bana öğretilmediği için emek harcamayı bir zorunluluk olarak algılıyorum. Oysa edebiyata bakış açısı ve yaklaşımı, konuştuğu ve anladığı bir dilde yazılmış eser için ek bir emek harcama zorunluluğunu kendisinde görmek istemiyor olamaz mı?
Edebiyatın malzemesi olan dil, bizim gündelik hayatımızda da kullandığımız dildir. Fizik ya da diğer sanatlarda ise onlara özgü bir malzemenin olduğu kabul edilir. Ancak edebiyatın, hepimizin ortak varlığı olan dili kullanarak kendisine bir bilgi devşirmek istemesinden kaynaklanan bir sorun var gibi görünüyor. Mesele göründüğü kadar basit değil anlayacağın.
“Halkımız edebiyata nasıl tepki veriyor?” sorusuna gelince, Türkiye’de “zor” bir metinle karşılaşıldığı zaman, hep metin suçlu, okur ise haklı oluyor. Şiir derslerimde de üzerinde durduğum ve öğrencilerime sorduğum bir sorudur bu: “Siz edebiyat için bugüne kadar nasıl bir eğitimden geçtiniz? Nasıl bir emek verdiniz de, bu metnin zor, hatta saçma olduğunu söyleyebiliyorsunuz?” Örneğin derslerimde Ece Ayhan şiirleri okuturken bir öğrencim çıkıp, “Hocam, bir insan saçmalar da bu kadar mı saçmalar ya?” dedi derste. Ben de diyorum ki, “Sen hangi entelektüel sermaye ile metne bunu söylüyorsun? Sen nasıl ve neden haklı konumdasın? Sen anlamadığın zaman metin saçma, aptalca oluyor da, metin cephesinden bakıldığı zaman neden metin sana ‘aptalsın’ diyemiyor mesela!” Bu mekanizma her zaman tek yönlü olarak işliyor ve meseleye sürekli olarak okurun haklı olduğu yerden bakılıyor.
Geçmişten günümüze kadar birtakım edebiyat kanonları ortaya çıkmıştır. Geçmişte devlet ideolojisinin toplum üzerinde hegemonya kurmak için edebiyat alanında da bazı kanonlar oluşturduğunu biliyoruz. Osmanlı II. Meşrutiyet dönemindeki inkılap kanonları ya da yakın zamanlarda Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabı üzerinden oluşturulan kanon buna örnek olabilir. Bu gibi güç ve toplum mühendisliği mücadelelerinin edebiyata ve edebiyatçıya etkisi nedir?
Edebiyat kanonu dediğimiz kavram, ulusal edebiyatların kuruluşu sırasında önemli hâle geliyor. Bir dilin kurucu metinleri ve o edebiyata dair mutlaka okunması gereken eserler bütününe kanon diyoruz. Bununla doğrudan ilişkili olan da klasik kavramıdır. Mesela Türkiye’de yayınevleri Türk Klasikleri adı altında kitap dizileri yapıyor. Tuhaf bir durum. Çünkü Türk Klasikleri diye bir şey yok. Burada ilk tartışılması gereken konu, Türkiye’de bir kanonun olup olmadığı meselesidir.
Sizce Türkiye’de bir kanon var mı?
Hayır, yok. Kanonu olmadığı için zaten şuan ciddi bir kültürel mücadele veriliyor. Somut bir örnek üzerinden anlatmak istiyorum. “Bizim klasiklerimiz var mı?” diye sorduğumuzda, daha biz klasiklerimizin ne olduğunda anlaşamayan bir toplumuz. Bu tartışmayı yürütenlerden birisi de Melih Cevdet Anday’dı. Sofya’ya 1964’te gittiğinde Dimitir Dimov kendisine “Klasikleriniz neler?” diye soruyor. Anday da, “Bizim klasiklerimiz yok” cevabını veriyor. Bu duruma Attilâ İlhan çok sinirleniyor ve karşı bir yazı yazarak “Bunu söylemiş, bir de utanmadan yazıyor” falan diyor ve “Hadi aklına Fuzuli gelmedi, Nedim gelmedi, Yunus Emre de mi gelmedi?” diye soruyor. Anday da cevap olarak, “Biz ne zamandır Yunus Emre’yi biliyoruz?” diye sordu defalarca. Bir klasikten söz etmek için bir yazılı kültürünün, bir matbaa kültürünün olması gerekir. Diğer örneklerin bu şekilde olduğunu görüyoruz. Shakespeare yazdığı zaman edebiyatın klasiği değildi, ama İngilizler ulusal edebiyatlarını kurarken Shakespeare’i seçtiler ve klasik haline geldi. Bütün okullarında yüzyıllar boyunca belli metinleri öğretirsen, bunların klasik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsin. Zaten diğer yazılı kültüre sahip uluslar ile karşılaştırdığımızda, bizim yazılı kültür (matbaa) tarihimiz çok eskilere dayanmıyor. Yaklaşık 200-250 yıllık bir geçmişe sahip. Bu dönem sürekli siyasî çekişmeyle,oraya buraya savrulmayla geçtiği için üzerinde anlaşabildiğimiz ortak bir yazar da yok.
Tanzimat yazarları 1860’larda geleneksel edebiyatı geçersiz kılarak yeni bir edebiyat oluşturmak için yola çıkıyor. Bu yüzden de klasik olabilecek edebiyat, klasik olma vasfını kaybediyor. Ziya Paşa, “Şiir ve İnşa” adlı eserinde “Bizim şiirimiz nedir? Fuzuli, Naili diyeceksiniz, tabii ki değildir” diyor. Yani kendisinden önceki kültürün bir anda sıfırlandığı ve yeni bir kültürün inşa edilmeye çalışıldığı bir noktadır. Bugün insanların birçoğu, hemen hemen her alandaki kültürel kopuşun 1923’ten sonra Cumhuriyet’le gerçekleştiğini düşünüyor, ama açık biçimde yanılıyorlar. Tanzimat’a bakıldığı zaman, bunun böyle olmadığını görebilirsiniz.
Esas konu, bir kültürü sıfırlamaya çalıştığınız zaman, onun yerine yeni bir kültür koyup koyamamaktır. Bizde, Tanzimat’tan sonra bir şeylerin sıfırlandığını, ama edebiyat bağlamında yerine bir şey konulamadığını görüyorsunuz. Şiir bağlamında değerlendirdiğimizde, 1911’den sonra, “aruz ile değil, Türk’ün özü hecedir, bu nedenle hece ile şiir yazacaksın” diyorlar. Ancak bunun üzerine yapılan denemeler son derece başarısız oluyor. Yani geleneği sıfırlıyorsun, sıfırlanmış olanın yerine yeni bir şey getiriyorsun, ama o da başarısız oluyor. 1937 yılında, Garip çıktığı zaman diyor ki, “Bugüne kadar şiir yazılmadı”. Kendi cephesinden bakıldığında son derece haklı görünmektedir. Şöyle düşünüyor: Osmanlı edebiyatından alınacak hiçbir şey kalmadı, Tanzimat’tan sonra da alınacak önemli ve nitelikli bir şey yok. Dolayısıyla herkes kendisini sıfır noktası olarak görüyor ve bunun üzerinden yeni bir kültürün inşa rolünü kendisine yüklüyor. Edebiyat kanonu olmamasının önemli bir nedeni bu, ama nedenler bununla da sınırlı değil.
Edebiyat kanonunun olmaması yalnızca bir edebiyat meselesi değil, Türkiye’deki toplumsal yapı ve mücadeleler nedeniyle de bir kanon inşa edilemiyor. Politik olarak sürekli keskin uçlarda yer almayı sevdiğimiz için, üzerinde anlaşabileceğimiz ve ortaklaşa okuyabildiğimiz yazarlar yok. Somut bir örnek verecek olursam, bugün Türkiye’de kültür merkezine ismini en çok veren yazarımız Necip Fazıl Kısakürek. Mevcut hükümet, hemen hemen her alanda bazı değişiklikler yapmak istediği gibi, edebiyat alanında da birtakım değişiklikler yapmak ve kanon oluşturmak istiyor. Benzer bir şekilde Yedi Güzel Adam örneği var. Dizisi çekildi ve bazı belediyeler tarafından adına kütüphane açıldı, etkinlikler yapıldı. Bu, aslında bir tür kanon kurmaya çalışma ve edebiyata yön verme çabasıdır. Erken Cumhuriyet’te buna benzer adımlar atılmıştı. Hece ile yazan şairler antolojilere, ders kitaplarına alınmış, ama proje başarısız olmuştu. Bugün okullarda hâlâ Beş Hececiler öğretiliyor, ama neredeyse kimse beşinin adını sayamaz. Beşten yediye geçtik, ama değişen bir şey yok.
Herkes kendi siyasal görüşüne uygun olan yazarları en iyi olarak görüyor ve herkesin onları okumasını istiyor. Ancak bizim toplumumuzda hiçbir kesim, kendisinden farklı düşünenlerle ortada bir noktada buluşmak konusunda hevesli değil. Mesela solcuysan Necip Fazıl Kısakürek’i okumuyor, Nâzım Hikmet’i okuyorsun. Sağcıysan Nâzım Hikmet’i vatan haini ilan edip Necip Fazıl’ı yüceltiyorsun. Bugün de yaşanan durum, geçmişteki mücadelelerden pek farklı değil. Melih Cevdet Anday okuma, Nuri Pakdil’i oku; Cemal Süreya okuma, Sezai Karakoç’u oku; Ataol Behramoğlu okuma, Cahit Zarifoğlu’nu oku… Bir kanon kurma mücadelesi görüyoruz. Muhtemelen bu da başarısızlıkla sonuçlanacaktır, ama bütün bunların bize gösterdiği gerçek, bizim bir kanonumuz, dahası ortak bir zeminimiz yok. “Türkiye’de, herkesin kabul ettiği bir yazar var mı?” diye soracak olursan, galiba yok.
Mehmet Akif Ersoy’u gösteremez miyiz?
Elbette gösteremeyiz. Mesela bir şiir antolojisi hazırlarken Mehmet Akif bu antolojinin içerisine “banko” girer mi? Böyle mutlak bir durum yok. Öncelikle antolojinin nereden başlatılacağı önemlidir. Çünkü bu konuda da herhangi bir mutabakat yok. Eğer daha muhafazakârsan, hazırlayacağın antolojiyi genellikle Tanzimat’tan başlatıyorsun. Ancak konuya “çağdaşlaşmacı” bir şekilde yaklaşıyorsan Cumhuriyet döneminden de başlatabilirsin. Yani “Ben şiir antolojisini 1928’ten başlatıyorum. Latin alfabesi her şeyi değiştirdi zira” dediğinde kimse de çıkıp sana sonuna kadar itiraz edemez, bunun örnekleri de var. Orhan Burian, 1938’de Kurtuluştan Sonrakiler diye bir şiir antolojisi hazırlıyor, Türk edebiyatını 1923’ten başlatıyor ve bundan öncesinin zaten bizimle pek bir alakasının olmadığını düşünüyor. Bu durumda Mehmet Akif, Orhan Burian’ın hazırladığı antolojiye giremiyor. Bugün de Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’ne baktığımızda Mehmet Akif yok. Daha yakınlarda çıkan Orhan Kahyaoğlu’nun antolojisi de Yahya Kemal’le başlar, Mehmet Akif’e yer verilmez. Ancak söz konusu antolojiyi hazırlayacak olan kişi sağcı olsaydı, herhalde Mehmet Akif’i de dahil ederdi.
Edebiyatın şiir ayağında ortak isim(ler) konusunda bir mutabakat yok. Peki roman ayağında var mı?
Roman konusunda biraz daha uzlaşılabilecek isimler olabilir. Şiir konusunda Necip Fazıl ya da Nâzım Hikmet gibi çatışmaya neden olabilecek çok güçlü örnekler mevcut. Ancak roman alanında hem muhafazakâr olup hem de çok başarılı olmuş pek de fazla yazar yok. Zaten erken Cumhuriyet’ten itibaren romancılarımızın büyük çoğunluğu muhafazakâr değil. Mesela Yakup Kadri, Halide Edip… Bu isimlerin arasından sıyrılabilen“sağcı” romancı pek yok ve bu nedenle ortaklaşmak daha mümkün. Ama sonrasında işler yine karışıyor. Mesela 1950’li yıllardan itibaren beliren modernist romancılar konusunda henüz konsensüs yok. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Sevim Burak gibi yazarları sağcıların gönül rahatlığı ile sahiplendiğini sanmıyorum. Buna rağmen sağın edebî teknik bağlamında bu yazarların karşısına koyabileceği güçlü yazarları da yok. Mustafa Kutlu gibi daha geniş bir çevrede kabul görmüş bazı yazarlar bir yana bırakılırsa, ya hamasetle ya da ahlakî öğütlerle tıka basa doldurulmuş metinler söz konusu. Teknikle değil, yalnızca içerikle uğraşan metinler bunlar. Edebiyatı premodern biçimde her şeyden önce ahlakî bir işlevle kullanmak istiyorlar.
Mesela Yaşar Kemal, uzun yıllar süren Nobel adaylığı, yabancı dillere sıkça çevrilen ilk romancı olması gibi bazı nedenlerle herkes tarafından sahiplenilebilecek bir yazar denebilir. Ancak bunun tam tersi olan, sağcı olup herkesin sahiplenebileceği bir romancı var mı? Mesela Minyeli Abdullah’ı ya da Huzur Sokağı’nı kim sahiplenir? Bunlar çok satan eserler, ama sadece belirli bir dünya görüşündekilere hitap etmekten öteye gidemiyor. Diyeceğim, romanda da çeşitli nedenlerle uzlaşma sağlamak hayli zor; özellikle 1950 sonrasında.
Son olarak şunu da söyleyeyim: Türkiye’de edebiyat siyasî saiklerle kullanılmaya çalışıyor ve bugünlerde kültür savaşı verildiği daha şiddetli biçimde hissediliyor. Bu savaşta terazinin bir kefesi daha ağır basıyor ve bundan rahatsız olanlar diğer kefeyi güçlendirmek yerine teraziyi ortadan kaldırmaya çalışıyor. Oysa böyle kazanılmış hiçbir kültür savaşının uzun ömürlü olamayacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok.