Özdeş Özbay
Neoliberalizm deyince herkesin aklına birkaç ortak özellik gelir: Sermayenin çıkarları doğrultusunda sosyal devletin tasfiye edilmesi, emek örgütlerine saldırılması, emeğin güvencesizleştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi ve kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi.
Türkiye’de neoliberal politikalar, 1980 yılında, 12 Eylül darbesiyle birlikte uygulama alanı bulabildi. Fakat Batı’daki gibi bir sosyal devlet olmayan Türkiye’de bu politikaların üç önemli farkı vardı.
Sanayileşme ve küresel kapitalizme entegrasyon
Farkların ilki, Batı’da neoliberalizm sanayisizleşme olgusu ile birlikte tartışılırken, Türkiye’de sanayileşme ile birlikte hizmetler sektörünün de yükseldiği bir süreç olarak yaşanmış olmasıdır. Türkiye 1980 öncesinde sanayinin birkaç şehirde kümelendiği ancak üretimin büyük kısmının hâlâ tarım sektörüne ait olduğu bir ülkeydi. Kent nüfusu ilk kez 1985 yılında %53 ile kır nüfusunu geçti; 2012 yılında %77,3’e ulaşmıştı. Topraklarını terk eden köylüler kentlerde işçi sınıfına veya işsizler arasına katılıyordu. Hizmet sektöründeki yükselişe paralel olarak, kentlerde orta kesimler yani girişimciler, diplomalı profesyoneller ve ofis çalışanları öne çıkıyordu.
Neoliberal dönemde Türkiye’de özel sektör büyük bir atılım gerçekleştirdi. Özel sektörün ve yabancı yatırımların hem özelleştirmeler sonucu genişlemesi hem de devletin tekelinde olan hemen her alanda var olmaya başlaması toplumsal yaşamın da değişmesi sonucunu doğuruyordu. İlk özel GSM şirketleri Turkcell ve Telsim 1994 yılında kuruldu. İlk özel televizyon Star TV 1990 yılında yayın hayatına başladı, arkasından 1992’de Show TV, 1993’te Kanal D yayına başladı. Özellikle İstanbul’da çok hızlı bir şekilde televizyonculuk, reklamcılık, yapımcılık ve oyunculuk sektörleri gelişmeye başladı.
1980 sonrası değişen işçi sınıfının sembolü ise plazalar oldu. Çok sayıda ofisi aynı mekânda toplayan ve bu ofisler için gereken modern altyapıya (elektrik, internet, soğutma sistemi) sahip olan plazalar kısa sürede hızla yayıldı. Bunların ilki, Yapı Kredi Plaza, 1989 yılında İstanbul’da faaliyete girdi. Maslak-Zincirlikuyu hattı 10-15 yıl içerisinde plazalar merkezi haline gelecekti. Sadece bu bölgede 2003 yılında 75 plaza ve bu plazalarda faaliyet gösteren toplam 319 şirket bulunuyordu. Plazaların bazılarında 5.000 ofis çalışanı aynı binada çalışmaya başlamıştı.
Türkiye’nin küresel rekabete açılması vasıflı ve yüksek eğitimli bir işçi sınıfının oluşturulmasını zorunlu kılıyordu. Dolayısıyla bu dönemde yüksek eğitime daha önce hiç olmadığı kadar yatırım yapılmaya başlandı. Devlet üniversitelerinin yanı sıra vakıf üniversiteleri de büyük bir hızla arttı. Ülke genelinde 1980 yılında sadece 27 devlet üniversitesi vardı; 2013 yılında gelindiğinde 104 devlet üniversitesi, 66 vakıf üniversitesi, sekiz vakıf meslek yüksek okulu olmak üzere toplam 178 yükseköğretim kurumu bulunmaktaydı.
Yani Türkiye Batı’nın neoliberal dönem öncesinde yaşadığı hızlı değişimi 1980 sonrasında neoliberalizm ile birlikte yaşıyordu.
Azalan sosyal adaletsizlik
Türkiye ile Batı ülkelerinde neoliberal dönemde yaşanan önemli farkların biri de sosyal eşitsizliklerdeki değişimdir. Batı’da neoliberalizm sosyal refah devletlerini tahrip ederek sosyal adaletsizliği arttırırken, neoliberalizm sosyal devlet diyemeyeceğimiz Türkiye’de sosyal eşitsizlikleri göreceli olarak azaltan bir rol oynadı.
Ş.S. Karataşlı, Türkiye’de neoliberalizm üzerine yazdığı bir makalede, neoliberal politikaların Batı’da sosyolojik olarak ‘orta sınıf’ diye adlandırılan kesimleri azalttığını, Türkiye’de ise aksine ‘orta direk’ söylemi ile bu kesimin çoğaltılmasının hedeflendiğini anlatır. Türkiye’de eğitimli ve ağırlıklı olarak hizmet sektöründe çalışan, kent yaşamının tüketim kültürüne ayak uyduran beyaz yakalı çalışanlar ve diplomalı yeni girişimci bir kesim bu dönemde artmıştır.
Bir OECD raporuna göre 1985-2008 yılları arasında 22 OECD ülkesi arasında eşitsizliklerin azaldığı sadece iki ülke vardır: Türkiye ve Yunanistan. Burada üzerinde durulması gereken nokta şu ki, Meksika haricinde eşitsizliklerin 1980 öncesinde en fazla olduğu iki ülke yine bu ülkelerdir. Orta sınıf yaratma politikalarının bir sonucu olarak eşitsizlikler azalmış olmakla birlikte Meksika ile beraber hâlâ eşitsizliklerin en yüksek olduğu ülkeler yine bu ikisidir.
AKP döneminde yaşanan ekonomik gelişmelerin de eşitsizliklerin azalmasında büyük önemi vardır. 2001 krizinde %70 civarı olan enflasyon 2006 yılında %10’un altına indi, hızla büyüyen ekonomi 2008 küresel finans krizinin ardından 2010 ve 2011 yıllarında %10’a yaklaşan büyüme oranları ile rekor kırdı ve Türkiye Çin’in ardından en hızlı büyüyen ikinci ülke oldu. Faiz oranlarının düşüşü ve ülkeye giren yabancı sermaye, girişimcilerin bol miktarda düşük faizli kredi bulmasını sağlıyordu. Bol krediden en fazla yararlanan, esnaf ve Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ) oldu.
AKP döneminde özellikle belediyeler üzerinden yapılan sosyal yardımların eşitsizliklerin azalmasında önemli bir rolü olmuştur. Şişli, Beşiktaş, Kadıköy, Çankaya gibi en zengin ilçeler CHP’nin elindeyken yoksul ve işçi semtlerinin 15 yıldır AKP’li belediyeler elinde olmasının bir nedeni budur. Bu yardımlar sosyal devletin bir gereği olarak değil, belediyeler üzerinden seçmeni elde tutmak amacıyla gerçekleştiriliyor, ama bu durum hiçbir zaman iyi bir sosyal devlet olmayan Türkiye’de işçi sınıfı açısından bir iyileşme olarak algılanıyor.
Politik hegemonyanın tesisi
Türkiye’nin neoliberal dönemini Batı’dan ayıran üçüncü fark, neoliberal politikalara geçişin nedenleridir. Batı’da neoliberal politikaların uygulanma nedeni düşen kârlılık oranları olarak açıklanabilirken, Türkiye’de bu geçerli değil. Türkiye’nin neoliberal uygulamaları paradoksal bir gelişim gösterir. Neoliberal politikaların esas hedefi politik toplumun sivil toplum üzerindeki hegemonyasını tesis etmenin ekonomik ve politik ortamını sağlamaktır.
Türkiye’de 1980 öncesi sağ ve sol hareketlerin kuvvetli bir anti-Amerikan karakteri olması ve ülke içi politik çatışmaların ekonomik gelişme ve burjuvazinin politik hegemonyası için uygun koşulları sağlayamıyor oluşu neoliberal politikalara geçilmesini gerekli kıldı. Amaç İMF desteği ile birlikte ekonominin Batı kapitalizmine entegre edilmesi ve politik hegemonyanın sağlanmasıydı. Bunun içinde Batı’dakini aksine orta sınıfın gerilemesi değil yaratılması söz konusuydu. Ayrıca burjuvazinin dışlanan kesimleri de sistem içine alınmaya çalışıldı. Anadolu burjuvazisine verilen desteğin sebebi buydu.
Neoliberal dönemde toplumsal muhalefet
1990’lar neoliberal projenin nispeten başarısız olduğu bir dönemdi, çünkü ekonomik gelişme zayıftı. Politik hegemonya ise tesis edilemiyordu. Giderek artan köyden kente göç olgusu, gecekondu mahallelerinde biriken kent yoksullarını ortaya çıkardı. Ekonomik gelişimin istikrarlı bir şekilde sağlanamaması bir dizi politik gelişmeyi tetikledi.
İlk olarak askerî yönetimin milliyetçi ve militarist uygulamalarının mağduru olan Kürtlerin arasından silahlı mücadeleye giren gruplar ortaya çıktı. 1989 yılında, özelleştirmelerin ve enflasyonun mağduru olan kamu emekçileri hareketi yükseldi. Bu hareket sendikal hareketin kendini toparlamasına ve hatta sosyalist hareketin de toparlanmasına neden oldu. 1995 yılında 1980-2015 döneminin en yoğun grev dalgası yaşandı. Gecekondu mahallelerinde biriken kent yoksulları ise siyasal İslam’ın etkisine girmeye başladı. Bu hegemonya krizi nedeniyle 28 Şubat 1997’de tekrar askerî darbe yaşandı. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz ise bugün içinden geçmekte olduğumuz koşulları yarattı.
2002 yılında iktidara gelen AKP neoliberal dönemde hem ekonomik başarıları hem de Kürtlerden, İslamcılardan ve işçi sınıfından aldığı oylarla 15 yıldır geniş bir dışlanmış kesimi sisteme entegre etti. Böylece kapitalist sistem lehine politik hegemonyayı sağlamayı en iyi başaran hükümet oldu.
2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizden beri ise hem dünyada hem Türkiye’de bambaşka bir dönemden geçiyoruz. Dünya ekonomisi ekonomik krizi atlatamadığı gibi, 2011’de başlayan devrimler birçok ülkede diktatörlükleri devirmiş ve Avrupa’da Syriza, Podemos gibi radikal sol partileri ortaya çıkarmıştı. Ancak 2013 yılından itibaren bu dalga tersine döndü. Karşı devrimler, radikal solun başarısızlıkları ve Suriye’de kanlı iç savaş, Avrupa’da aşırı sağın, ABD’de Trump gibi ırkçıların yükselmesi neoliberalizmin sadece ekonomik değil politik bir küresel kriz içerisinde olduğunu gösteriyor. Bu nedenle önce soldan sonra da sağdan neoliberalizme alternatif önerdiğini söyleyen radikal reform hareketleri ortaya çıkabiliyor, ama her şey çok hızlı değişmeye devam ediyor.
Başını ABD ve Avrupa ülkelerinin çektiği Batı emperyalist bloğu ile başını Çin ve Rusya’nın çektiği Doğu emperyalist bloğu büyük bir militarist rekabete girmiş durumda. Neoliberalizm ile birlikte kapitalist piyasa ilişkileri dünyanın her bir köşesine yayılmıştı. Artık yayılacak bir yer kalmadı. Yine neoliberal dönemde su varlıkları, müşterekler, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetleri, hemen her şey metalaştırıldı ve piyasa ilişkileri içerisine alındı. Ancak 2008’den beri neoliberal kapitalizmin girdiği krizden çıkış yolu bulunamıyor.
Böyle bir dönemde Türkiye ekonomisi de 2012’den beri %3 gibi çok düşük oranlarla büyüyor. Hükümet hem içeride Kürt hareketiyle hem de Suriye ve Irak’ta yine Kürt hareketi ve yanı sıra IŞİD ile savaşıyor. Bu durum hem ekonomiyi olumsuz etkiliyor hem de içeride savaşın yol açtığı sosyal sorunlar AKP’nin daha önce kurduğu politik hegemonyayı zora sokuyor. Bu koşullar içerisinde 15 Temmuz’da darbe girişimi yaşanabildi. Enflasyon, faizler, işsizlik giderek yükseliyor. AKP hükümeti son iki yılda metal grevi, şişecam grevi, Akbank grevi gibi birçok grev girişimini yasaklıyor. KHK’lar ile 100 bine yakın çalışan işten atıldı. 16 Nisan referandumunu AKP zar zor kazanabildi.
Başkanlık sisteminin bu küresel krize yanıt olması mümkün değil. Yakın gelecekte çok daha sert bir sınıf mücadelesi göreceğimiz ortada. Neoliberal dönemde şekillenen kültürel kutuplaşmalar ve kimlik siyasetleri bu dönemde daha keskin sınıf mücadelelerine dönüşecek.