Ozan Tekin
Egemen sınıflar açısından işleri eskisi gibi yürütmenin imkânsızlaştığı, olağan dışı seçeneklerin sık sık ivme kazandığı bir dünyada yaşıyoruz. Amerika’da egemen sınıfın tüm karşı propagandasına rağmen Trump’ın başkan seçilmesi, İngiltere’de neredeyse bütün egemen sınıf partileri aksini savunurken referandum ile Avrupa Birliği’nden çıkma kararının alınması ve bu siyasî sonucun sağcı savunucularının avantajı ele geçirmesi, birçok yerde ırkçı popülist partilerin ivme kazanması, tüm dünyada milliyetçiliğin ve otoriterliğin yükseldiği bir duruma işaret ediyor.
Benzer bir şeyi Türkiye için de söylemek mümkün. 2013’ten 2015’e kadar devam eden çözüm sürecinin yerini, hem Türkiye içinde hem de Suriye topraklarında TSK’nın dahil olduğu savaş ve çatışmalar aldı. 15 Temmuz gibi kanlı bir darbe seçeneği gündeme gelebilirken, bunun ardından gelen çıkış yolu da OHAL uygulamaları ve başkanlığın hayata geçirilmesi olarak seçildi. Bundan kısa süre öncesine kadar “yeni anayasa” tartışmaları hep 12 Eylül anayasasının ruhundan kurtulmak, ilk dört maddeye dokunmak ve böylelikle Kürt sorununun çözümünü sağlamak yönünde ele alınıyordu. 16 Nisan’da referanduma sunulan değişikliklerin ruhu ise bütün bu duruma tersti.
Neoliberalizm bir hataydı
Küresel ölçekte geçerli olan bu durumun ekonomik temellerini anlamak için, kapitalizmin en önemli kurumlarından IMF’nin 2016 yılı ortasında yayımladığı bir rapora bakabiliriz. IMF’ye göre, neoliberalizm bir hataydı; egemen sınıflar açısından ekonomik büyümeyi sağlayamadığı gibi eşitsizlikleri derinleştirdi. Bu itirafın gelmesi, başlı başına büyük bir krize işaret ediyor.
Neoliberalizm, bundan yaklaşık 40 sene önce, sermayenin kârlılık krizini çözmek için ortaya atılmış; işçilerin tüm kazanılmış haklarını, örgütlenme ve kolektif mücadele etme yeteneklerini geriletmeyi hedefleyen köklü bir saldırı programıydı. 1980’lerin başından 2000’lere kadar, karşısına çıkan itirazları mağlup ederek başarıyla uygulanmasına rağmen, kârlılık krizine bir çözüm üretemedi. 2000’lerden sonra ise birçok yerde kitlesel isyanlara yol açtı. Bunun yanı sıra, kapitalizm 1930’lardan beri görülen en büyük kriziyle karşı karşıya kaldı. 2008 ekonomik krizine karşı aynı politikalar sürdürüldüğünde, bırakın kârlılık krizinin çözülmesini, normalde krizlerden sonra kısa vadede görülen büyüme oranları bile yakalanamadı.
Alternatif öneri
Neoliberal uzlaşı çarpıcı bir şekilde iflas ederken, egemen sınıflar arasında bunun yerine ne konulacağıyla ilgili bir fikir birliği yok. Ancak içine sürüklenilen belirsizlik ve istikrarsızlık ortamında güçlenen bir öneri var. Neoliberal küreselleşme sürecinin Amerika’dan çok onun dostlarına ve düşmanlarına yaradığını düşünen Trump, bunun yerine güçlü ulus devlete dönüşü, serbest ticaretin yerine korumacılığı öneriyor. Bu, Amerika’nın 1940’lardan beri inşa ettiği uluslararası düzene köklü bir itiraz ve etkileri başka yerlerde de hissediliyor. Öyle ki, İngiltere’de Adam Smith Enstitüsü, Başbakan Theresa May’e “Sorunlarımızın çözümünün piyasa olduğunu kabul etmeli” diyerek çıkışmak zorunda kalıyor. Trump, çıkardığı birçok yasayla zenginleri korumasına rağmen, egemen sınıfın ve ABD müesses nizamının geniş kesimleriyle sorun yaşıyor.
Ulus devletlerin “insanların mutluluğu için eldeki en iyi model” olduğunu iddia eden Trump’ın yönetiminde ABD, Mart ayında Almanya’da gerçekleştirilen G-20 zirvesinde maliye bakanlarının “korumacılığın her türüne karşı direnme” kararı almasını engelledi. Böylesi bir ortamda, “küreselleşme” fikrinin koruyuculuğunu yapmak ise son dönemde ekonomik büyümenin lokomotifi olan ve Amerikan hegemonyasını tehdit eder hâle gelen Çin’e düşüyor.
Emperyalizmin krizi ve “güçlü” hükümet arayışı
Kapitalizmin içine sürüklendiği istikrarsızlık ortamının jeopolitik sonuçları da otoriterleşme eğilimlerini besliyor. Bundan 15 yıl önce Afganistan ve Irak’ı işgal etmek istediğinde bütün uluslararası güçleri etrafında birleştirebilen Amerika, bu hamlelerin fiyaskoyla sonuçlanmasının ardından bu nüfuzunu yitirdi. Başta Rusya ve Çin olmak üzere, Ortadoğu’da dünyanın en büyük kapitalist gücünün hegemonyasına karşı rakipler var. Bölgesel güçlerin bu kapışmalardaki pozisyonları ve kurulan ittifaklar da sık sık değişiyor.
Trump bu durumu değiştirmek için de çaba sarf ediyor. IŞİD’i Musul ve Rakka’dan çıkarma operasyonlarıyla birlikte Amerika’nın hem Irak’ta hem de Suriye’de inisiyatifi yeniden ele almasını sağlamak istiyor. Afganistan’a “bombaların anası” ile, bugüne kadar kullanılan en büyük konvansiyonel silahla saldırıyor. Kuzey Kore üzerinden Çin’le askerî gerginliği tırmandırıyor. Kısacası, “tekrar kazanmaya başlayacağız” dediği savaşlar ile dünyanın jandarmasının sahaya güçlü bir şekilde geri döndüğünü kanıtlamaya çalışıyor.
Bu gerginliklere militarizmin, milliyetçiliğin, içe kapanmacı otoriter politikaların yükselişi eşlik ediyor. Eski bir generalin Foreign Policy dergisine verdiği demece göre, Obama döneminde Ortadoğu’da yapılacak bir askerî operasyonun karara bağlanması haftalar sürüyordu. Trump döneminde ise bu tempo çok daha arttı. Mart ayında Irak ve Suriye’de gerçekleştirilen katliamlardan, sivilleri vurmama “hassasiyetinin” de radikal bir şekilde değiştirildiği açık. Tüm diğer ülkelerde de hükümetler buna göre pozisyon alıyor. İngiltere Başbakanı May, genel seçimler öncesi propagandasında, istikrarın yanı sıra “güçlü” bir hükümet vurgusunu öne çıkarıyor. Benzer şekilde, AKP de başkanlık sistemini savunurken, Ortadoğu’daki güncel durumda “bürokrasiye takılmayan”, “hızlı karar alabilen” güçlü bir devlet olmanın gerekliliğini öne çıkarıyordu.
Direniş
Hem anaakım siyasî tartışmalarda, hem de sol içinde, küresel bir fenomen olarak bu otoriterleşme ve sağa kayış vurgusu sıkça yapılıyor. Hatta kimileri, 1930’larla kurulan benzetmeler aracılığıyla faşizmin iktidara gelmek üzere olduğunu öne sürüyor. Bu analizin hatalı olması bir yana, bütün bu otoriterleşme dalgasına karşı direniş de sürüyor.
Böylesi geniş çaplı kriz ortamlarında sarkaç önce sola, sonra sağa vuruyor. Tablo elbette 2011’dekine benzer değil. Bu dönemde Ortadoğu’da Arap devrimleriyle birlikte diktatörler devriliyor, Yunanistan’dan İspanya’ya Avrupa grevlerle ve meydan işgalleriyle sarsılıyor, ABD’de Occupy Wall Street hareketi kapitalizmin kalbini hedef alıyordu. Hemen hemen her ay dünyanın bir başka ülkesinde kitlesel isyanların patlak verdiği bu birkaç yıllık dönem, ibrenin tamamen soldan yana olduğu bir duruma işaret ediyordu.
Bugünkü otoriterleşme eğilimleri ise siyasî güçlerin konumlanışı açısından daha dengeli bir durum yaratıyor. Birçok ülkede merkez siyasetler iflas ediyor; klasik sosyal demokrat ve muhafazakâr partilerin aldıkları toplam oy oranları düşüyor. Anaakım politikalara yabancılaşmanın sonuçları arasında -aşırı sağın güçlenmesinin yanı sıra- sol seçeneklerin tercih edilmesi de var. Unutulmamalı ki, Trump’ın seçildiği sürecin öncesinde, Demokrat Parti’nin başkan adaylığı yarışında müthiş bir ivme yakalayan -kendi deyimiyle- “demokratik sosyalist” Bernie Sanders gündemdeydi. Fransa’da radikal solcu Melenchon, başkanlık seçimlerinde yüzde 20’e yakın oy aldı. İngiltere’de antikapitalist aktivist Jeremy Corbyn, kendisini İşçi Partisi başkanlığından devirmeye yönelik tüm girişimlerden başarıyla çıktı.
Kitle hareketleri
Yalnızca seçim süreçlerinde değil, sokakta da otoriterleşmeye karşı direnişin var olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Güney Kore’de, AKP’nin de örnek aldığı “başkanlık” modelinin yürütücüsüne karşı milyonluk gösteriler başkanın devrilmesiyle sonuçlandı. Amerika’da Trump başa geçtiğinden beri muazzam bir direniş var. Önce milyonlarca kişinin sokağa çıktığı kadın eylemleri, daha sonra Kuzey Dakota yerlilerinin mücadelesi, mülteci yasağına karşı havalimanı işgalleri, bilim insanlarının kitlesel gösterileri ve son olarak iklim hareketi aktivistleri, anketlere göre Trump’ın popülaritesini ciddi bir şekilde gerileten hareketler inşa ettiler.
Avrupa’da ise bu direniş, son örneği 18 Mart’taki koordineli eylemlerde görüldüğü üzere, mültecilerle dayanışmak için inşa edilen ırkçılık karşıtı eylemlerde görülüyor.
Solun kitleselleşmesi
Bütün bu dinamikler, solun kendisini kitleselleştirebileceği olanaklar yaratıyor. Fakat mücadele çok daha çetin. Solda yoksulluğa karşı mücadeleyi savaşa ve ırkçılığa karşı motiflerle birleştirmek kaçınılmaz bir zorunluluk. Bunun yanı sıra dikkat edilmesi gereken iki nokta daha var.
Birincisi, çökmüş ve insanların yabancılaştığı eski geleneklerle bağlarımızı tamamen kesmek. Batı dünyası bağlamında bunun anlamı, iflas eden neoliberal düzenin sağ sosyal demokratlarına karşı en ufak bir taviz vermemek. Otoriterleşmeye karşı “halk cephesi” benzeri önerileri reddetmeliyiz.
Benzer bir durum Türkiye’de de, örneğin referandumda, “demokrasinin son kırıntılarını” savunma gerekçesiyle CHP ile ittifak olarak önümüze sürülüyordu. AKP’ye en ciddi muhalefeti mülteci düşmanlığı ve çözüm sürecinin yanlışlığı olanlarla yan yana yürümek, solu genişletecek bir seçim olamaz.
İkincisi, kutuplaşmayı aşacak, işçi sınıfını birleştirecek politikaları savunmak. İngiltere solu, Brexit referandumunun yarattığı bölünmeyi genel seçimlerde Corbyn etrafında birleşerek aşmayı deniyor. ABD’de kitlesel direniş, Trump’ın gücünü ona oy veren taban arasında zayıflatmayı başardı. Türkiye’de bu durum, “Hayır” oyu veren işçilerle “Evet” diyenlerin mücadele içindeki birliğini, hem işyerlerindeki hak arayışlarında hem de daha genel özgürlük-eşitlik taleplerinde sağlamak anlamına geliyor. Otoriterleşme eğilimlerine karşı güçlü sol altarnatifleri üretmek ancak böyle bir çizgi ile mümkün.