Ahmet İnsel
Hrant Dink ve rahip Santoro cinayetlerinin, Zirve Yayınevi katliamının Ergenekon örgütü bağlantılı olarak, hükümeti yurtdışında itibarsızlaştırma faaliyeti amacıyla işlendiği iddialarında bir gerçeklik payı var. 2010’da İskenderun’da Katolik rahip Padovese’nin öldürülmesi de belki bunun artçı dalgasıydı.
Özellikle Hrant Dink cinayeti bu açıdan önemli. Devlet Denetleme Kurulu’nun raporunda, sonuç bölümünden anlaşıldığı kadarıyla, görevi ihmalle başlayan ve yönlendirme, teşvik etme suçlarına kadar giden bir suç yelpazesi ve kamu görevlisi listesi sayılıyor. Bu listedekilerin bir kısmının Ergenekon örgütü veya ilişki ağı içinde yer aldığına inanmak zor. İsimleri Ergenekon örgütü veya ilişki ağını çökerten ekibin içinde veya onlara yakın bir çevreyle birlikte anılıyor. İş karışıyor.
Eksik iddia
Alper Görmüş, 7.2.2012 tarihli Taraf gazetesinde bir iddia dile getirdi: “Türkiye’de AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanyanın Müslüman dindarlar tarafından değil, Müslümanlığın da, demokrasinin de hiç önemli olmadığı yeni türde bir milliyetçilik (ulusalcılık) tarafından kışkırtıldığı apaçıktır.” Bu iddiadan hareketle, yukarıda sayılan cinayetlerin Görmüş’ün işaret ettiği çevrenin AKP’yi yıpratma kampanyasının parçası olduğu sonucu çıkıyor.
Bu iddia yanlış değil elbette, ama galiba eksik kalıyor. Sorun belki “AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanya” ifadesinde yatıyor. Türkiye’de misyoner karşıtı teyakkuz ortamının AKP karşıtı bir girişimle sınırlı olan, dolayısıyla toplumda ve devlette köklü ve yaygın bir karşılığı bulunmayan, “yeni türde milliyetçiliğin (ulusalcılığın)” ürettiği bir kampanya olduğunu, istemeyerek de olsa, ima etmesi sorunlu. Buradan hareketle bütün bunların AKP’yi yıpratmak için yürütülen büyük fesadın parçası olduğu noktasına gelip durmak ve her şeyi Ergenekon’la açıklamakla yetinmek mümkün.
Konu misyoner faaliyetleri ve Türkiye’de Müslüman olmayan azınlıklar olunca, devletin ve Müslüman olan veya dinle alakası pek olmayanların büyük çoğunluğunun yıllardır sürekli teyakkuz halinde olmadığını söylemek mümkün değil. Kendilerini Türkiye Cumhuriyetinin aslî yurttaşları olarak gören bu büyük çoğunluk, yeni milliyetçilik tarafından kışkırtılmak için AKP’nin iktidara gelmesini beklemedi.
Diyanet yayınları
Hem devlet, başta Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından onların sürekli teyakkuz halinde tutulmasına özen gösterdi, hem de büyük bir çoğunluk etnik-dinsel millî kimliğine yönelik büyük ve yakın bir tehdit olarak Müslüman olmayanları gördü.
Daha önce de vardı, ama 1990’lar Diyanet’in Türkiye’de misyoner faaliyetleriyle ilgili yaptığı yayınlarda önemli bir artışın yaşandığı onyıl oldu. Kitaplar ve makalelerin yanında, camilere yollanan Cuma hutbelerinde bu konu işlendi. Bu hutbelerde, Vatikan’da dünyanın her tarafı Hıristiyan olmadıkça misyonerlik görevinin son bulmayacağına karar verildiği, bu nedenle bu “misyonerleri bazen bir doktor, bir hemşire, bir öğretmen, bir barış gönüllüsü, bir asker, bazen herkesin yardımına koşan bir eleman olarak görebilirsiniz” diyerek Müslümanlar uyarılıyordu.
O dönemin iç devlet kurumları olan MGK, İstihbarat Değerlendirme Kurulu, Azınlık Tali Komisyonu gibi oluşumlarda, misyonerlik faaliyetleri daha çok “Misyonerlik, Batı emperyalizminin silahıdır” tarzında yaklaşımlar ışığında ele alınıyordu. Ortada AKP hükümetinin daha olmadığı, 28 Şubat müdahalesi sonrası yapılan büyük tasfiyenin özgüveniyle iç devlet katında belli bir rahatlama olması beklenirken, misyonerlik teması giderek daha fazla Batı/Avrupa karşıtı bir tavrın taşıyıcı malzemesi oldu. AKP iktidarının kurulmasıyla başlamadı anti-misyoner kampanya. Ondan önce, gündeme gelen AB üyeliği perspektifini Müslüman halk nezdinde savuşturmanın bir aracı olarak değerlendirildi.
Bu nedenle 2004-2005 yıllarında bu anti-misyoner kampanya Alper Görmüş’ün işaret ettiği ne Müslüman ne demokrat olan çevrelerde zirve yaptı. Müslüman çevrelerde de karşılığını buldu. Attila İlhan’ın, Cumhuriyet gazetesinde (27.9.2004) “Hıristiyanlığı Seçmek, Emperyalizmi Seçmektir” başlıklı yazısı, Millî Gazete’de Abdülkadir Özkan’ın “Hıristiyanlaşın Diyorlar” (11.11.2005) başlıklı yazısıyla uyum içindeydi.
Örneğin aynı yıl Akdeniz Üniversitesi’nde “Türkiye’de Azınlıklar, Patrikhane ve Misyonerlik Faaliyetleri” konulu açık oturum düzenlendi. Konuşmacı listesi söz konusu azınlıklar ve misyonerlik olunca oluşuveren ulusalcı-Müslüman yakınlaşmasını, belki ittifakını, her durumda zihniyet ortaklığını gösteriyordu: Rektörlük danışmanı profesör Çetin Yetkin, profesör Yalçın Küçük, Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi profesör İsmail Hakkı Ünal, Alevi-Bektaşi Federasyonları sekreteri doçent Atilla Erden, Türk-Ortodoks Patrikhanesi’ni temsilen Sevgi Erenerol… Valinin, belediye başkanının, rektörün ve “her kesimden sivil toplum örgütü” temsilcileri ve öğrencilerin ilgiyle izlediğini basından öğrenmiştik.
Aynı yılın ilk günlerinde, Hürriyet’te, Mehmet Nuri Yılmaz, “AB’ye giriş yolundaki adımlarımızın hızlandığı bugünlerde, ülkemize yönelik misyonerlik faaliyetlerinde de geçen yıllarla mukayese edilemeyecek ölçüde bir artış kaydedildiği gözlenmektedir… Bu faaliyetlerin ülkemizle ilgili bazı gizli planların bir parçası olduğu yönünde elde edilen kimi veriler, kamuoyunun konuya bakışını daha duyarlı hale getiriyor” (7.1.2005) diyerek, konuyu açıkça ortaya koyuyordu.
Türkan Saylan
Bu duyarlığı taşıyanlar, 5 Temmuz 2004’te Aksiyon dergisinde Fuat Akyol imzalı haberde, Türkan Saylan’ın adının “MİT’in misyonerlik faaliyetlerini anlattığı” iddia edilen bir raporda geçtiğini “flaş flaş” bildirmişlerdi. Haberde Saylan’ın annesinin Hıristiyanlıktan dönme olduğunun yanında, Sinan Aygün’ün başkanlığındaki ATO’nun o yıl yayımladığı “misyonerlik raporu”na uzun uzun yer veriliyordu. “Asıl hedef devletin üniter yapısı” idi. Ergenekon davası sanığı Aygün’ün hazırlattığı bu rapora, örneğin Aksiyon’da, Zaman’da büyük önem veriliyordu. Bu durumda bu yayın organları, AKP’yi yıpratmak için başlatılmış anti-misyoner kampanyanın parçasıydı diyebilir miyiz? Elbette hayır.
Kutsal ittifak
Benzer örnekleri, diğer muhafazakâr ve ulusalcı medya organlarını tarayarak çoğaltmak mümkün. Misyonerlik faaliyetleri AKP iktidarının kurulmasıyla başlamadı. AKP hükümeti kurulduktan sonra, başka konularda birbirleriyle kanlı bıçaklı olabilen ulusalcılarla Müslümanlar ya da Ergenekoncularla Gülen cemaatine yakın yayın organları, söz konusu dinî azınlıklar olunca, bir Türk-İslam refleksi içinde rahatlıkla yan yana geldiler. Ergenekoncular da toplumsal konsensüs oluşturma konusunda son derece verimli bir zemin olan misyonerlik temasını kullanma fırsatını kaçırmadı. Bu nedenle Hrant Dink cinayetine giden yolda “Ergenekoncu” ile de karşılaşabiliriz, onlara karşı büyük bir mücadele yürütmüş olan kamu görevlileriyle de. Burada Ergenekon, Cemaat, AKP, CHP, MHP, asker, polis ve jandarma ötesi bir kutsal ittifak söz konusu.
Bu kutsal ittifak Hrant’ın cenazesi için toplanan o kararlı Türkiyeliler tarafından ilk kez bozuldu. İttifakın direnişi devam etti. DDK raporu bunu ikinci kez bozuyor. Hrant Dink cinayeti davasında bu köklü kutsal ittifak esas olarak sanık sandalyesinde oturuyor.
* Bu yazı Radikal 2‘de 26 Şubat 2012 tarihinde yayınlanmıştır.