Aydın Samur
Malatya Zirve katliamı davasının sonuçlanıp yalnızca tetikçilerin ceza alması, buna karşılık perde arkasındakilere hiç dokunulmamasının üzerinden daha birkaç hafta geçmemişti ki, Milat gazetesi misyoner paranoyasını manşetten piyasaya sürdü tekrar.
”Misyoner tehlikesi” 1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk yarısında ülkede milliyetçi bir seferberlik yaratmak ve siyasî gündemi belirlemek için kullanılan ana polemiklerden biri haline gelmişti. Konu 2001 yılında MGK’da da ele alınmış, MGK ”Türkiye’deki misyoner faaliyetlerini millî birliğimize yönelik bir tehlike” olduğunu ilan etmişti. Bundan sonra konu birçok yayın organında aynı anda ele alınmaya başlanmış ve geniş kitlelere yayılmıştı. Herkes misyonerlerin ülkede gün be gün çok sayıda Müslüman’ı Hıristiyan yapıp bölücü faaliyetler yürüttüğünü iddia etmeye başlamıştı. Öylesine bir paranoya yaratılmıştı ki, herkes apartmanın üst katında gizli kilise aramaya ya da gördüğü her gayrimüslim ya da yabancıya ajan gözüyle bakmaya başlamıştı.
Gerçekte yaygın bir Hıristiyanlığa geçiş yoktu elbet. 2007 yılında açıklanan resmî rakamlara göre, 70 milyonluk Türkiye’de son yedi yılda 344 Müslüman din değiştirmişti. Cumhuriyet tarihi boyunca ise toplam 10 bin kişi Hıristiyan olmuştu. Bunların çoğu da çeşitli baskılar yüzünden daha önce gerçek kimliğini gizlemek zorunda kalmış insanlardı.
Din özgürlüğünün doğal karşılanması gerekliliği bir yana, misyoner tehlikesinin gerçek bir “tehlike” olmaktan çok uzak olduğu açıktı. Amaç, toplumda özellikle Susurluk Skandalı’ndan sonra yükselen, şeffaflık, açıklık, denetlenebilirlik taleplerinin önünü kesmek, Avrupa Birliği demokrasi kıstaslarına göre devletin yeniden düzenlenmesini engellemek için AB karşısında milliyetçi bir direnç hattı oluşturmaktı.
“Jandarma komutanına sorun”
AB ile daha önce başlamış olan müzakerelere AKP hükümeti hız verince, milliyetçiliği beslemeyi hedefleyen bu kampanya AKP hükümetine karşıt bir renk aldı. Ülkenin kiliseler ve misyonerler tarafından işgal edildiği, yabancılara toprak alım izni verildiği, azınlık vakıfları gibi düzenlemelerle hükümetin bu işgale destek olduğu gibi temalar işlendi. Şiddetlenen kampanya giderek kanlı bir hal aldı: Aynı milliyetçi dalga çerçevesinde değerlendirilebilecek Hrant Dink cinayeti (Ocak 2007), Trabzon’da Rahip Santoro’nın vahşice öldürülmesi (Şubat 2006) ve Malatya’da Zirve Kitabevi’nde Hıristiyanların katledilmesi (Nisan 2007)…
Kampanyanın şiddetlenmesinde devlet kurumlarının, özellikle jandarmanın rolü gözlerden kaçmıyordu. Malatya vahşetine ilişkin olarak kimi jandarma subaylarının tutuklanması, asker ağızlardan çıkan “Vur dedik, öldürmüşler” sözlerinin somut deliller olarak dava dosyasında yer alması, Ogün Samast’ın babası Ahmet Samast’ın “Oğlumu jandarma komutanına sorun, o bilir” dediğini söyleyen bir emniyet müdürü ifadesi ve benzer bulgular ilk işaretlerdi. Soruşturmaları derinleştirme çabaları olsa da, sonuçta hiçbiri kamusal alanın derinliklerine uzanan kirli bir dokunun yol açtığı siyasî cinayetleri aydınlatamadı. Bir yanda ‘devleti koruma’ refleksiyle hareket eden memurların tutumu ve bu tutumu mümkün kılan devlet anlayışı, bir yanda yargı mensuplarının özgürlük kavramından uzak tutum ve davranışları hiç değişmedi. Geriye kalan tek olumlu birikim, Hrant Dink’in cenazesinde toplanıp oyunları tersine çevirme iradesini gösteren yüz binler oldu.
Bu insanî ve demokratik iradenin karşısında ise çok geniş ve kendini ülkenin gerçek sahibi gören, eleştiri ve sorgulamaya izin vermeyen bir ”millî ittifak” vardı. Kimileri bu ittifakın tüm unsurlarını göremedi. Devletin kirli çamaşırlarının ortaya serilmesinde önemli katkılarda bulunmuş gazeteci Alper Görmüş, Taraf gazetesinde 5 Nisan 2011 ve 7 Şubat 2012 tarihli yazılarında, “Türkiye’de AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanyanın Müslüman dindarlar tarafından değil, Müslümanlığın da, demokrasinin de hiç önemli olmadığı yeni türde bir milliyetçilik (ulusalcılık) tarafından kışkırtıldığı apaçıktır” şeklinde yorumlar yaptı ve kampanyanın AKP’nin yıpratılmasını amaçladığını iddia etti. Bu yorumda elbette bir doğruluk payı vardı ve AKP hükümetinin o dönem AB sürecini seçmesi devletin despotik-milliyetçi geleneğinde bir çatlak yaratmıştı. Ancak, sadece bu yönünü görmek, AKP’nin ana damarının milliyetçi, baskıcı ve devletçi olduğu gerçeğini gözden kaçırma riskini taşır.
“Kutsal ittifak”
Daha 26 Şubat 2012 tarihinde Radikal İki‘de Ahmet İnsel mükemmel bir yazı yazmış (İnsel’in yazısını AltÜst‘ün elinizdeki sayısında okuyabilirsiniz) , Türkiye’de misyoner karşıtı teyakkuz ortamının AKP karşıtı bir girişimle sınırlı olmadığını, toplumda ve devlette köklü ve yaygın bir karşılığı bulunduğunu, çoğunluğun etnik-dinsel millî kimliğine yönelik büyük ve yakın bir tehdit olarak Müslüman olmayanları gösteren bir anlayışın on yıllardır toplumun büyük çoğunluğunu sürekli teyakkuz halinde tuttuğunu örnekleriyle anlatıyordu: Diyanet yayınları, Diyanet’in bu konudaki cuma hutbeleri, gerek hükümet karşıtı gerek hükümet yanlısı yayınlarda bu konuda ortaklaşan yayınlar… “Başka konularda birbirleriyle kanlı bıçaklı olabilen ulusalcılarla Müslümanlar ya da ‘Ergenekoncularla’ Gülen cemaatine yakın yayın organları, söz konusu dinî azınlıklar olunca, bir Türk-İslam refleksi içinde rahatlıkla yan yana geldiler.”
İnsel, yazısında (Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde) Devlet Denetleme Kurulu tarafından hazırlanan Dink Suikastı Raporu’na da dikkat çekiyordu. Bu raporda, görevi ihmalle başlayan ve yönlendirme, teşvik etme suçlarına kadar giden bir suç yelpazesi ve kamu görevlisi listesi sayılıyor. Bu listede hem ‘Ergenekon’ ağı içinde yer aldığı iddia edilen, hem de Cemaat yanlısı olarak görülen isimler yanyana ve işbirliği içinde görülebiliyor. İnsel’in işaret ettiği “kutsal ittifak” hem ulusalcıları hem muhtelif İslamcıları kapsıyordu ve AKP iktidarının muhtelif unsurları da bunun açıkça parçasıydı.
Örneğin hükümet yanlısı Yeni Şafak gazetesinde Ali Bayramoğlu belki demokratik duyarlılıkta yazılar yazıyordu, ama yanı başında başka bir köşede Ahmet Taşgetiren “Hıristiyan dünyanın Anadolu’nun İslamlaşması, İstanbul’un Müslüman Türkler’in eline geçmesi ile ilgili ukdesi” olduğunu iddia edip “Türk devlet bilincinde toplumun islâmî kimliğinin korunması duyarlılığının önemsenmesi gereken bir konu” olduğunu yazmış ve MGK’nın misyonerlik konusunu ele almasını haklı çıkarmıştı.
Zirve katliamından iki gün önce, TBMM Adalet Komisyonu’nda AKP hükümetini temsil eden Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürü Niyazi Güney, “Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerinin terör örgütünden daha tehlikeli bir hâl aldığını, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki gibi denetimsiz bir şekilde yaygınlaştığını” söylemişti. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın misyonerliğin toplumun değerlerini tehdit eden “siyasî amaçları olan planlı bir hareket olduğunu” söylemişti. Diyanet, Çanakkale Zaferi’nin 90. yıldönümünde camilerde misyoner faaliyetlere karşıtı bir hutbe okutmuştu. Ayrıca Diyanet, misyonerliğe karşı ‘takip komisyonu’, ‘bilgi bankası’ ve imamlardan müteşekkil ‘irşat timleri’ kurmaya başlamıştı.
Akdeniz Üniversitesi’nde 2005 yılında ‘Türkiye’de Azınlıklar, Patrikhane ve Misyonerlik Faaliyetleri’ konulu açık oturumun konuşmacı listesi, azınlıklar ve misyonerlik söz konusu olunca oluşuveren ulusalcı-Müslüman yakınlaşmasını, belki ittifakını, her durumda zihniyet ortaklığını gösteriyordu. “Atilla İlhan’ın, Cumhuriyet gazetesinde (27.9.2004) ‘Hıristiyanlığı Seçmek, Emperyalizmi Seçmektir’ başlıklı yazısı, Millî Gazete’de Abdülkadir Özkan’ın ‘Hıristiyanlaşın Diyorlar’ (11.11.2005) başlıklı yazısıyla uyum içindeydi.“ Rahşan Ecevit de “AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor” gibi bir çıkışla kampanyanın bir parçası olmuştu.
Gülen cemaati de bu ittifakın dışında değildi. Zaman gazetesi ve Aksiyon dergisi 2004 yılında, daha sonra Ergenekon davasının sanıklarından olacak Sinan Aygün’ün başkanlığındaki Ankara Ticaret Odası’nın o yıl yayımladığı ‘Misyonerlik Raporu’na uzun uzun yer vermişti. Rapora göre “asıl hedef devletin üniter yapısı” idi. Zaten Zaman gazetesi, ‘medeniyetler diyaloğu’ söylemine ve farklı görüşlere açık bir demokratik platform olma iddiasına yer verdiği 2000’li yıllardan önce “halkı bölmeye ve devleti yıkmaya çalışan misyonerlerle” ilgili defalarca haber yapmıştı.
İnsel’in dediği gibi, “İç devlet kurumlarında MGK, İstihbarat Değerlendirme Kurulu, Azınlık Tali Komisyonu gibi oluşumlarda, misyonerlik faaliyetleri daha çok “Misyonerlik, Batı emperyalizminin silahıdır” tarzında yaklaşımlar ışığında ele alınıyordu.” Bunun beslediği toplumsal zeminde ise her türlü siyasî hasımın toplumdaki Batı karşıtı duygudaşlık üzerinden vurulmaya çalışılması gelenekselleşmişti. Erbakan kendi yandaşlarını ‘Batı’ya karşı alternatif projesiyle’ seferber ederken, 28 Şubat’ı yapanlar da Erbakan ve temsil ettiği İslamcılığı ABD’nin Orta Doğu projesinin parçası olmakla suçlayarak kendilerini haklı göstermeye çalışmıştı.
Yeni Şafak gazetesinde belki biz Kürşat Bumin’i okumayı tercih ediyorduk (tasfiye edilene kadar) ama aynı gazetenin yazarı Yusuf Kaplan en başından beri her türlü musibetin kaynağı olarak Batı’yı ve gayrimüslimleri gösteren (ve Ali Bayramoğlu’na “yuh artık” dedirten) nefret ve kin dolu yazılar yazıyordu. İbrahim Karagül’ün İttihatçı Enver Paşa’yla yarışacak emperyal hevesler ifade eden yazılarını ise herhalde pek ciddiye almıyorduk.
Kısacası, son yıllarda devletin zirvesinde netleşen AKP-ulusalcı-milliyetçi ittifakı yeni bir oluşum değildi ve bazılarının söylediği gibi “AKP’nin ilkelerinden vazgeçmesi” ya da “kendine ihanet etmesinin” sonucu değildi. Elbette, 2000’lerin başında toplumdaki demokratik birikim AKP’nin kimi kurucu kadrolarına da yansımıştı, ancak bu demokrat isimler zaman içinde tasfiye edildi; zaten AKP teşkilatları da aslında bu kişilerin etki alanına bariyer oluşturma üzerine kurgulanmıştı. AKP’nin ana damarı ise baskıcı despotik devlet geleneğinin temellerini oluşturan zihniyetlerle doktrine edilmişti. Bu durumda AKP’nin toplumdaki demokratik birikimi sönümlendirmenin bir aracına dönüşmesi kaçınılmazdı.
Gelinen noktada, değil Meclis Araştırma Komisyonları’nda Susurluk’la ilgili gerçeklerin ortaya çıkarılması, devlet aygıtının karanlık yapı ve suçlarının her türlü denetim ve sorgulamadan kurtulduğu bir düzene doğru, üstelik muhteşem bir kitle tabanı desteğiyle gidiyoruz. Kimilerinin hayatlarının en mutlu günlerini yaşaması anlaşılır değil mi? Bu dönemde gayrimüslimlerin tekrar hedef tahtasına oturtulması da, Garo Paylan’ın meclis kürsüsünden atılması örneğinde olduğu gibi saldırganlıkların artması da, ‘devlet aklımızın’ fabrika ayarlarından kurtulmanın ne kadar zor olduğunun işaretleri…