Mahmut Mutman
Başı örtülü, temizlikçi elbiseli, orta yaşlı iki kadın. Bir pencereye asılı gibi duran bayrağı ucundan kaldırmış, sokağa bakıyorlar. Belli ki bir gösteri oluyor. Fotoğrafçı o anda basmış deklanşöre. Bayrağı tutan heyecanla sokağa bakarken, öteki de kaşları çatık, endişeli bir bakış fırlatıyor kameraya… “Tüh, çekildik!” Belki de bir saniye sonra yanındakine “Kız, çekil! Fotoğraf çekiyorlar!” diyecek… Onların birinci yaşama ilkesi bu: Kenara çekilme, görülmeme. Hayat bu komutla idare ediliyor. Görülme, bir kenara iliş. Görülme, örtün.
Fotoğraf, BBC Türkçe’nin hazırladığı kapsamlı bir haberden. Haber, önemli istatistik tablolar ve Mimar Sinan Üniversitesi’nden Neşe Özgen ve SETA’dan Nihal Tuğsuz ile yapılmış mülakatlardan oluşuyor. Özgen, “hayır”cı büyük iller ile Orta Anadolu’da yoğunlaşan “evet”çi taşra illeri arasında oluşan karşıtlığın özenli bir sosyolojik çözümlemesini yapmış, ayrıca şiddet ve kadın seçmen konularına değinmiş. Özgen’e göre, taşrada ekonomik olarak çaresiz (tarım gelirini ve yetişkin üretim gücünü kaybetmiş) seçmen kitlesi AKP’nin ekonomik esareti altında. Tuğsuz ise, referandum sonucunu AKP’nin agresif bir politikaya kaymış olmasının getirmiş olabileceğine dikkat çekerken, bu parti için politika değişikliği zorunluluğunu vurguluyor.
Ben bambaşka bir konuya değineceğim. Neşe Özgen 11’inde hayır çıkan 15 büyük ilin “en yüksek katma değeri üreten yerler” olduğunu vurgulamış. Söz ettiği gelişmiş iller, büyük ve orta ölçekli üretimin yaygın olduğu, dolayısıyla geniş bir emekçi kitlenin yaşadığı yerler. Benim bu tablodan çıkardığım bir sonuç var (yanılıyor olabilirim, daha kapsamlı araştırmaya ihtiyaç var, ama yine de söyleyeceğim): AKP’nin referandumda “hayır” diyen kesiminin eğitimli orta sınıf olduğu söylense bile, bence AKP’nin “hayır”cıları arasında en azından önemsiz olmayan bir miktar hayır oyu aynı zamanda bu emekçi seçmenden gelmiş olabilir. En azından AKP’nin yarattığı yeni orta sınıfın, böyle bir oy düşüşünü kendi başına sağlayabilecek bir kitle olduğundan emin değilim.
Türkiye’de emeğin uzaktan bir resmi
Kimler bu yoksul emekçi kitle? Kaba bir resim olacak bu, en genel hatlarıyla. Öncelikle “formel” ve “informel” emek biçimlerini ayırmalıyız. Burada formel emek gücü derken, büyük bir fabrikada çalışan sigortalı ve sendikalı, işverenle imzaladığı kontratın kendisini haklara sahip bir yurttaş olarak kaydettiği ve muamele ettiği bir kesimden söz ediyorum. “Formel” diyorum, çünkü elbette bu insanların hakları güçleri oranındadır – sendikalarının niteliği ve gücü oranında, iş sektörlerinin önemi oranında, toplumdaki genel güç dağılımı oranında. Bir parentez açarak mutlaka akılda tutulması gereken bir noktayı belirtelim: İşyeri kaydı formel olsa bile, bir işçinin örneğin “Müslüman kardeş” olarak işe alınmış olması emek pazarında resmî kayıttan başka bir kodlamanın etkin olduğunu gösterir ve bunun Anadolu’daki yeni gelişen kentlerde hayli yaygın olabileceğini tahmin edebiliriz.
İnformel emek gücü ile, sadece bu kelimenin klasik anlamında kastedilen küçük esnaf, sokak satıcısı, vb. değil, aynı zamanda pek çok düzensiz, hatta kayıtsız ama oldukça yaygın emek biçimlerini kastediyorum: Örneğin evde veya parça başı çalışma, düzensiz istihdam ve gelip geçici, niteliksiz, uzmanlaşmamış emek biçimleri, sigortasız çalışma, düzensiz ücret ve hatta işsizlik (bir emek biçimi olmasa da). Kısacası, oldukça heterojen bir emek gücü alanı. Bu “informel” emek gücü içinde, Türkiye tarihinde bugüne kadar rastlanmamış düzeyde bir yoksulluk var. Bu sadece gelir düzeyi sorunu olmanın ötesinde, sosyal beklentiler ve gelecek sorunu. İstanbul’dan Denizli’ye ve Gaziantep’e 15 büyük ile yayılmış bu kitlenin eskinin İstanbul göçmenleri gibi “yukarıya doğru hareketli” veya daha günlük tabiriyle “sınıf atlama” şansı olmayan, dışlanmış bir tabaka olduğunu vurgulamalıyız. Ne müteahhite satacak gecekondu arazileri var, ne de çocuklarını doğru dürüst okula yollayabiliyorlar; en fazla, varsa bir yeşil kartları var.
Son olarak, bu formel ve informel emek biçimlerinin çoğu kez içiçe geçmiş olması da söz konusu olabilir. Örneğin Denizli’de orta ölçekli bir tekstil atölyesinde çalışan kadınları düşünün (fotoğraftakiler gibi, belki daha genç). Resmî bir kontrat imzalamış olabilirler, ama çalışıp çalışmayacağına veya nerede çalışacağına karar veren ya babadır ya da koca; belki sigortalanmıştır ama maaş düzensiz ödeniyordur; sendikasızdır veya sendika lafta vardır. Tarif ettiğim bu durum hayli yaygın olsa gerek, özellikle Anadolu’da, ama tabii İstanbul’da da.
Emekçiler ve parlamenter İslamcılık
Bu kesimin en azından bir bölümünün “hayır” demiş olabileceğini ileri sürdüm. Ciddi bir araştırma yapılana kadar bunun spekülatif bir tarafı var tabii – her ne kadar bazı gözlem ve çıkarımlara dayansa da. Bu bahaneyle vurgulamak istediğim nokta ise, siyasal İslamcılığın bu kesimle ve genelde emekçilerle kurduğu ilişki tarzı. Parlamenter İslamcılığın siyasal bilim literatüründe “mass clientelism” (“kitlesel patronaj”?) denilen şeyi yaptığını, özellikle belediyeler aracılığıyla yürüttüğü bir ekonomik yardım stratejisiyle (ki bu da devletin belediyeler aracılığıyla sosyal yardımı olduğu gibi, özel şirketlerin maddî veya aynî yardımlarına aracılık yapmak biçiminde de oluyor) yoksul emekçi mahallelerine yerleşmiş olduğunu biliyoruz. Unutmamamız gereken bunun, özellikle televizyonda konuşan siyaset bilimcisi diliyle söylersek “oy satın almak” kadar basit birşey olmadığıdır. İslamcılık her zaman, son derece dikkatli ve özenli bir örgütlenmeyle, ekonomik yardımı dinsel bir camia oluşturmayla, yani güçlü bir kimlik kodlamasıyla birlikte gerçekleştirdi. Bunun adı kendi dillerinde “cami cemaati” – medyada daha dikkat çeken tarikat türü örgütlenmelerden çok daha önemli, çok daha gündelik ve pratik düzeyde işleyen bir örgütleniş tarzı bu. Ramazan sofrasından oğlanın sünnetinin yaptırılmasına ve yardımın dinsel bayramlara denk getirilmesine kadar, ekonomik destek elden geldiğince Sünni dinsel bir bağlama yerleştirildi ve dinsel ritüellerin ve törenlerin maddî pratik boyutu ekonomik yardımın somutluğuyla birleştirildi. Özellikle liberal kamuoyunda yaygın olan, “seçkinci laiklere karşı dindar halk” karşıtlığı sanıldığı gibi verili bir karşıtlık değil. Kabaca, parlamenter İslamcılığı 1980 sonrası (KOBİ’lerin desteklenmesiyle içiçe geçmiş) yeni bir sermaye birikim sürecinin oluşturduğu “Anadolu Kaplanları”nın emekçilerle kurduğu tarihsel blok olarak betimleyebiliriz. Sözünü ettiğim “ekonomik yardım+dinsel cemaat oluşturma” siyasal pratiği, yeni sermayedar gurubun emekçi sınıfları İslamcı bir ideolojinin önderliği altında neoliberal bir iktisadî düzene ikna etme çabasıdır.
Bunun bir çaba olduğunu, tüm gücüne ve özellikle seçeneksizliğine rağmen tamamlanmamış olduğunu, ve zaten (kimlikçi, antagonistik niteliğinden dolayı ve “hukuk” sorununu halledemediği için) tamamlanamayacağını vurgulayalım. Tüm bu dinselleştirme çabasına rağmen, emekçilerin İslamcılar ve kendi patronlarıyla kurduğu bağ sarsılmaz “organik” bir bağ değil. Burada yüzeysel Gramsci uygulamalarına karşı dikkatli olmak gerekir (maalesef mebzul miktarda var). Oy hakkı verilmiş ama eğitim verilmemiş bir kitleyi, özellikle aşırı yoksulluk onları çok zayıf kılıyorsa ve elinizde iyi imkânlar varsa, destek, umut ve kolay bir güven duygusuyla oluşturulmuş, hatta kendilerini öznesi gibi hissettikleri bir sahneye çekebilirsiniz. Ama insanların eğitimsiz ve yoksul oldukları için bir akıma sonsuza kadar kapılacaklarını veya hiç hesap kitap yapmadan katılacaklarını zannetmemeli. Onlar da herkes gibi hesap kitap yapmak, kendilerini düşünmek zorunda. Referandum, hesabın değişme belirtisinin göründüğü bir sonuca işaret ediyor olabilir, bu zayıf bir işaret olsa bile.
Parlamenter İslamcılık ve sermaye
Neoliberalizmin çevre ülkelerdeki kaderine uygun olarak, İslamcılar da “karşı taraf” (eski seçkinler) söz konusu olunca hukuk uygulayıp, kendi tarafına gelince uygulamayı başaramadığı için, neoliberal iktisat ile yeni (“ahlaklı”, “terbiyeli”, yani emekçinin kendine ücret verene sadece minnet duyduğu) bir kapitalizm yaratayım derken kendini aynı devletçi, elitist, otoriter “ahbap-çavuş kapitalizmi” içinde buldu. Referandum tokadından sonra, emekçi sınıfları kaybetmemek için, Tuğsuz gibi akıllı uzmanların tavsiyesine uyarak yeni sosyal ve ekonomik yardım pratikleri kurmaya çalışabilir. Ama kriz, özellikle artan enflasyon ve işsizlik ortamında bunu yapması kolay olmayacak.
Parlamenter İslamcılığın bu noktadan sonra biraz gevşemek, gerilimi düşürmek, hele daha fazla demokratikleşmek gibi bir niyeti de herhalde yok. Ama kimse bunu basit bir hata, meseleyi de bir “şahıs” meselesi zannetmesin. Nedeni şöyle açıklanabilir: İslamcılık, biraz sosyal boyutla destekli ama esasen tavizsiz bir neoliberal yol izledi ve izlenen yolun bahar mevsimi bitti. Bahar mevsiminde, henüz kendisi hakkında yolsuzluk ve hukuksuzluk iddiaları ciddi değildi ve dışlanan kesimlerin partisi hüviyetindeydi (emekçiler ve Anadolu’lu küçük işadamları). Dolayısıyla kapitalizm uygularken, modernliği kimlik bağlamında eleştirmekle, uyguladığı ekonomi politiğin vahşi sonuçlarını kültürel ve ideolojik düzeyde karşılayarak eritebilmeyi başardı. Böylece aynı şeyin iki farklı görüntüsünü (kapitalizm ve modernlik) aralarında ideolojik-kültürel bir mesafe varmış gibi sunabildi ve, daha önemlisi, bu sunum demokratik çerçevede kalabildi. Yoksul emekçinin kapitalizme karşı kendiliğinden, sadece kendi hayat şartlarından dolayı duyduğu olumsuz duygu, modern yaşama tarzına ve kültüre yöneltilebildi. Bir başka deyişle, parlamenter İslamcılık bahar mevsiminde demokratik düzen ve yasa içinde kendini ötekinden ayırdığı bir “dinsel-ahlaki mesafe” ve emekçide bir korunma duygusu yarattı. Bu mesafe içinde hem emekçilerin sınıfsal tepkisini yönetti, hem de genel özgürlükleri idare edebildi.
Ne zaman ki, İslamcılık yaratmak istediği “terbiyeli” kapitalizmin aslında ahbap-çavuş ilişkilerine dayanan ve vazgeçemeyeceği bir ekonomi-politik devre kurmuş olduğunu ve bunun hem hukuk hem de demokrasiyle çelişme olasılığını farketti (bunda öncelikle Gezi direnişi, ardından 17-25 Aralık’ta dile gelen iddia dönüm noktaları oldu), işte o zaman özgürlükleri yönetemez hale geldi ve doğan “güçlü iktidar” ihtiyacıyla birlikte söz konusu iki görüntü arasındaki mesafe demokratik çerçeveyi aştı: modernlik, Batılılık olarak düşünülen kapitalizme yönelik olumsuz duyguları tam bir hükümranlık/çoğunlukçuluk (“millî irade”, “milletin arzusu”) zihniyetiyle “karşı tarafa” saldırıya dönüştürmek, dinsel-ahlakè mesafeyi düşmanlığa dönüştürmek kaçınılmaz oldu. Burada asla bir şahıs değil, bir imge söz konusu olan, bir ideal ve bir hayal. “Kardeşlik” ve “kefen” temaları işte bu noktada başka bir vurgu kazanmıştır. Bir kez daha, bir arzu yatırımıyla, güçlü ama kararsız ve taşkın bir enerjinin yönlendirilişiyle karşı karşıyayız. “Kişiselleştiren” bu söylem aynı anda eşitliği, daha önemlisi ölüm karşısında eşitliği vurgulamaktadır. Eşitlik demokratik bir ilkedir, ama aynı anda dünyanın her yerinde askerî eğitimde uygulanan ilke olduğunu unutmayalım.
Tüm bu gelişmenin, aynı anda Kürt kimliğini demokratik çerçevede savunmak isteyen bir siyasal partinin parlamentoda birdenbire güç kazanmasına denk gelmesi de tesadüf değil. Türkiye solu da kendisini karakterize eden gizli ırkçılık engelini tedricen kırmaya başladı. Böylece parlamenter İslamcılık için, düşmanlığa meşru Kürt liderliği de katan milliyetçi bir çizgiye dönmekten ve yeni bir ittifaktan başka çare kalmadı.
Demokrasinin meşakkatli yolu
Açık ki, solun yapacağı iş, sözkonusu emekçi sınıfla temasa geçebilmek ve onlara çaresiz olmadıkları duygusunu ve güvenini verecek bir örgütlenme yaratabilmek. Ama maalesef bunu yapacak tek bir sol güç yok. CHP, baştan aşağı yanlış bir “kültürel” çözümlemeyle aklınca muhafazakâr ve dindar olarak gördüğü halka “ulaşmaya” (!) çabalıyor, yani merkez sağa oynuyor. Onun emekçilerle konuşmak gibi bir niyeti yok, demokratik bir mücadele vermek gibi bir niyeti hiç yok. CHP, ara sıra çıkardığı gürültüye rağmen, esasen İslamcılığın çizdiği çerçeveyi ve onun koyduğu koordinatları kabul etmiş vaziyette. Bunun arkasında yatan ise, kendi düşündüğü gibi dindar halka yaklaşmak değil, gerçekte düşünmediği çünkü düşünmek istemediği gibi, Kürtlere karşı duyduğu derin nefret. Yoksa günlük politik düzeyde tek mantıklı şey elbette HDP ile yapacağı ittifak olurdu. Güncel Kemalizm’in tercihi gayet açık: İslamcılık, HDP’den iyidir.
Ağır bir baskı altında olan HDP için de bunu yapabilmek çok zor – bunu yapmaya en yaklaşmış sol parti olsa bile. Diğer küçük sol partiler bunu gerçekten yapmaya giriştiklerinde korkunç bir baskı ile yüzleşmek durumunda kalacaklarını biliyorlar. Çünkü bu öyle İstiklal’de, Kadıköy’de yürümekten, bildiriler okumaktan, itiraz etmekten çok farklı bir iş. Asla ve asla tüm bunları küçümsediğim için değil, bunları yapmanın bile ciddi risk ve fedakârlık gerektirdiği koşullarda emekçilerle temasa yönelen bir hareketin nasıl karşılanacağını hatırlatmak için söylüyorum. Sol Türkiye’de ne zaman emekçi halk içinde zemin kazanmaya yönelse korkunç bir saldırıyla püskürtüldü ve amansızca bastırıldı. 12 Eylül 1980 darbesi de buydu; 1990’larda sol işçi semtlerinde yeniden başgösterdiğinde karşılaştığı saldırı ve baskı da buydu; parlamentoda HDP’nin MHP’yi geçmesiyle başına gelen de bu. Dolayısıyla buna yeniden kalkışmak bu kadar küçük ve zayıf sol kadrolarla zaten imkânsız, ama aynı zamanda yapılabilecek neredeyse tek anlamlı şey de bu. Sol, her kimse ve neredeyse, değişik siyasal ihtimallere kör kalmazken, tüm enerjisini gündeme harcamaksızın, asıl ve imkânsız görevinin yoksul emekçilerle temas olduğunu anlamakve çabasını buna yöneltmek zorunda. Demokrasiye giden yol güçlü bir soldan geçiyor.
Bayrağın ardından bakanlar
Bitirirken fotoğrafa dönelim. İki kadın işçi, binaya asılı bayrağı ucundan kaldırmışlar, pencereden sokağa bakıyorlar, meraklı ve endişeli.
Onlara bir başörtüleri verildi, bir de bayrak, başka bir şeyleri olmadı bugüne dek. Tanrısal egemenliğin yerine geçen ulusal egemenliğin kendi egemenlikleri olduğu, kendilerinin halk olduğu, şimdi egemen (“efendi”) oldukları ve bunun anlamının kutsal bayrağın ardında durmak olduğu söylendi. Kendilerini egemen gibi görmekte zorlansalar da (“sümme haş’a, beyim!”), hâlâ aynı şey söyleniyor onlara: “Siz milletsiniz, bu karar sizin kararınız, bu kutsal sizin ‘kutsal’ınız, nihayet egemensiniz!”
Bakıyorlar sadece, merak ve endişeyle. Kendilerine bir şey söylendiğini düşünüyorlar mı? Kim konuşuyor onlarla? Yanıt verecekler mi? Çekilmek, görülmemek, onlara kalmış tek eylem. Yine de, bayrağın ucu biraz kaldırılmış, merak ve endişeyle. Tekil bir jest, yok olup giden resimde izini bırakan.
Matematik soslu, yarı-dinsel Platonizmlerin (Alain Badiou), anarşik demokrasi havarilerinin (Jacques Ranciere) cirit attığı şu günümüz sol dünyasında Roland Barthes’ı hatırlamak, ona referans vermek istiyorum. Barthes “Güreş Dünyası” başlıklı hayli eğlenceli bir makalesinin başına Baudlaire’in bir deyişini koymuştu: “Hayatın büyük anlarında jestin tumturaklı hakikati.” Güreş müsabakası hayatın büyük bir anı değildi elbette, ama iki adamın kan ter içinde güreşmesi hayatın büyük anlarını ardarda sunuyormuş gibi yapan bir agonizm gösterisiydi. Biz de, Baudlaire’in tumturaklı modernizmini yeniden yazan Barthes’ın zarif nüktesini yeniden yazalım: “Hayatın küçük anlarında jestin kaybolan hakikati.”