Ülkü Doğanay
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde (İlef) bir grup kadın akademisyen, 2007 yılının Ocak ayında, Rakel Dink’in katledilen sevgili eşinin cenaze töreninde yaptığı konuşmasındaki “bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim” sözlerini dinlerken Hrant’ın katline giden yolda medyanın sorumluluğunu göz önüne sermek için “bir şeyler” yapmamız gerektiğini konuşuyorduk. Zira, o günlerde yetkili ağızlardan sıkça duyduğumuz gibi basitçe “milliyetçi duygularla harekete geçen bir gencin bir anlık eylemi” olmaktan çok daha öteydi bu cinayet.
Hrant Dink, Agos’un genel yayın yönetmeni ve kamuoyunu 1915’te yaşananlarla yüzleşmeye çağıran bir Ermeni aydındı. Agos’ta 2004’te yayınlanan ve Sabiha Gökçen’in Atatürk’ün evlat edindiği bir Ermeni yetim olduğunu ileri süren haberin Hürriyet gazetesinin sayfalarına taşınmasının ardından Hrant Dink’in hedef haline getirilmesine ve nihayetinde katledilmesine varan süreç de başlamış oldu.
Kemal Göktaş, bu haberin değil, haberin yayınlanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı açıklamanın linç sürecini başlattığını belirtiyor. Genelkurmay’ın bu haberle ilgili yaptığı açıklamada “bu tür haberlerin ülkemize, milletimize zararlı olduğu”ndan, “millî bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşım”olduğundan söz ediliyordu. İzleyen günlerde Hrant Dink’i hedef alan yazılar ırkçı sağ basının yanı sıra anaakım basında da ardı ardına yer almaya başladı. Açıkça aşağılama ve hakarete varan yazılarda Dink emperyalizmin maşası olmakla, Türkiye’yi bölmek isteyenlerle işbirliği yapmakla, faşist olmakla, “içimizdeki hain” olmakla suçlanıyordu. Bu sırada Agos’a yönelik ırkçı eylemler ve tehditler anaakım basının gündemine giremiyordu.
Dink’in hedef gösterilmesinin ardından Agos’ta yayınladığı diğer yazıları arasında suç unsuru aranmaya başlandı ve aranan malzeme TCK 301. Madde’den yargılanmasına yol açan “Ermeni Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisi içinde bulundu. Dink’in yargılanması süresince de saldırılar ve hedef göstermeler devam etti. Bu saldırılar anaakım basında iki taraf arasındaki “arbede” ya da vatandaşın gösterdiği “tepkiler” olarak tanımlanıyordu. Dava süresince olduğu gibi mahkûmiyet aldığında da anaakım basın Dink’in “Türklüğe hakaret eden bir Ermeni” olduğu konusunda uzlaşmış görünüyordu. Dönemin internet sitelerinde ise “katlinin vacip” olduğunu belirten yazılar fütursuzca yayınlanabiliyordu. 1 Ogün Samast mahkemede verdiği ifadede kendisine okutulan bu haberlerden, televizyondaki tartışma programlarında söylenenlerden, Emin Çölaşan’ın yazısından etkilendiğini söylemişti.
Ayrımcılığa Karşı Dersler
Elbette, daha 2007’de bizler de Rakel Dink gibi bunun öfkeli ve cahil bir gencin fevrî bir hareketi olmadığını, cinayetin ardında örgütlü bir karanlık olduğunu biliyorduk. Nitekim dava süreçlerinde bu karanlığın perdeleri birer birer aralanmaya başladı. Medyanın bu koyu karanlığın böylesine fütursuzca hüküm sürebilmesindeki rolü ise o sıralarda pek az konuşuluyordu. İletişim alanında eleştirel çalışmalarıyla bir “ekol” olmuş İlef’in hocaları olarak “bir şeyler” yapmamız gerekiyordu. En iyi bildiğimiz işle, ayrımcılığı bir dersin adına taşıyarak başlamaya karar verdik. Madem ki İlef Türkiye’de sayıları 70’e yaklaşan İletişim Fakülteleri arasında eleştirel bir okul olmakla ayrılıyordu, başka türlü habercilik pratiklerinin mümkün olduğu ve olması gerektiğine dair de bir duruşa işaret edebilmeliydi.
Medyanın etnik, dinsel, kültürel azınlıklara, kadınlara, LGBTİ’lere, engellilere ve her türlü azınlık grubuna yönelik ayrımcı söylemlerin yaygınlaştırılmasındaki, meşrulaştırılmasındaki rolünü sorunlaştıran, sorgulayan, ayrımcılığın ve ırkçılığın gündelik hayat içinde ve popüler kültürde sinsice yer edinen görünümlerini fark eden, bunlara karşı duyarlılık sahibi iletişimciler, medyanın ırkçı dilini dönüştürmeye talip gazeteciler yetiştirebilmeliydi. Ayrımcılığa Karşı Dersler böyle ortaya çıktı. Eser Köker, Mine Gencel Bek, Beybin Kejanlıoğlu, Sevilay Çelenk, Gülseren Adaklı ve benim de aralarında bulunduğum bir grup öğretim üyesi, hızlıca İlef ders programı için seçimlik bir ders tasarlamaya giriştik. Dersi seçimlik bir ders olarak önermemizin nedeni, o dönemde zorunlu derslerin Üniversite Senatosu’nda görüşülmek ve onaylanmak zorunda olması, seçimlik derslerin ise yalnızca Fakülte Kurulu’ndan geçmesi gerekliliğiydi. Nitekim ders Fakülte Kurulu’ndan geçti ve aynı yıl güz döneminde okutulmaya başlandı.
Fakülte Kurulu’na sunulan ders önerisi formunda dersin gerekçesini şöyle açıklamışız: “Bugün, kaynağına sınıf, ırk, etnisite, yoksulluk, toplumsal cinsiyet, din, yaş, ‘yabancı’ olma ve engelli olma gibi özelliklerin oluşturduğu uzun bir listenin yerleştirilebileceği ‘ayrımcılık’, politik olduğu kadar akademik bir sorun olarak da varlığını sürdürmektedir. Ayrımcılığın toplumsal olarak gayrımeşru konumunun belirlenmesi açısından, hangi tür ayrımcılıkların hayat bulduğuna ilişkin sorgulama yeteneğinin de akademik bilginin üretildiği yerde geliştirilmesi zorunludur. Bu sorgulama yeteneğinin geliştirilmesi, ayrımcılık karşıtlığının demokrasinin tamamlayıcı ölçüsü haline getirilmesi için gereken temel adımlardan birisidir. Immanuel Wallerstein’in (2004) belirttiği gibi, ‘demokrasi, bütün insanlara, eşit şekilde muamele edilmesiyle ilgilidir’. Bu noktada, dersin amacı, demokrasinin eşitlik prensibinin gerçekleşmesi için ‘iktidar açısından, paylaşım açısından, kişisel tatmin için fırsat yaratılması açısından’ her türlü ayrımcılığın göz önüne serilerek ayrımcılıkla mücadele yollarına ilişkin akademik bilginin oluşturulması ve paylaşılmasıdır.”
Bu, başından itibaren kolektif bir ders olarak tasarlandı. Dersin tek bir hocası olmadı, ayrımcılık üzerine çalışan ve farklı disiplinlerden birçok hocanın, hak savunucusu örgütlerin temsilcilerinin, ayrımcılığa karşı haberler yapan gazetecilerin katkılarıyla gerçekleşti dersler. Dersi alan öğrenciler ayrımcılık üzerine çektikleri kısa filmlerle yarışmalara katılıp ödüller de aldılar, 2010 yılında hayatını kaybeden gazeteci Evrim Alataş adına bir ödül de verdiler. Ayrımcılığa Karşı Dersler’in derse tahsis edilen salona sığmayan öğrencileri, tam altı yıl boyunca onun sesini çoğaltan gazeteci ve yazarlara “sizden haberdarız, sizi okuyoruz, sizi anlıyoruz” diyebilmek için İlef Ayrımcılığa Karşı Evrim Alataş Ödülü’nü verdiler. Yıldırım Türker, Ragıp Zarakolu, Ümit Kıvanç, Karin Karakaşlı, Pınar Öğünç ve son olarak da tüm çalışanları kadın olan, kadın bakış açısıyla habercilik yapmanın mümkün olduğunu göstermek üzere kurulan JINHA aldı bu ödülü. Eğer 686 no’lu KHK ile ihraç edilmiş olmasaydım, bu yıl yedincisi verilecekti.
Barış imzacılarını ihraç eden KHK’lar
Ankara Üniversitesi’nden sayıları toplamda 100’e ulaşan “barış imzacısı” arkadaşlarımla birlikte, olağanüstü hali üniversitedeki muhalif kadrolardan kurtulmak için fırsat bilen üniversite yönetimi ve YÖK’ün işbirliği ile ihraç edildiğimizde, her nasıl olduysa ders programında seçmeli olarak verdiğimiz derslerimiz de bizlerle birlikte ihraç edilmiş oldu. Kararname yayınlandığında bahar yarıyılı başlamak üzereydi. Öğrencilerim artık bahar yarıyılında okutulan Ayrımcılığa Karşı Dersler’e kayıt yaptırmış, yaptıramayanlar ise kontenjanın artırılması için “ekle-bırak” haftasını bekliyordu.
Barış imzacılarını ihraç eden KHK’lar yayınlandığında yaklaşık bir yıldır çeşitli baskılar altında derslerimizi ve akademik çalışmalarımızı sürdürmeye çalışıyorduk. Bütün bu baskılar altındayken, girdiğim her dersi son dersimmiş gibi yapmaya çalıştım. Bir sonraki hafta derste hangi konuyu ele alacağımızı bile söylemekten çekindiğim zamanlar oldu… Bir yandan da, Ayrımcılığa Karşı Dersler’in devam edemeyeceğini seziyordum bu baskı ortamında. Kampüse ihraç edilmiş hocalar bile alınmazken, her hafta başka bir konuğun katılımıyla yürütülen bu dersin işleyiş koşulları ortadan kalkmıştı ne zamandır. Oysa Ayrımcılığa Karşı Dersler sadece bir ders değildi. İhracımın ardından bana “Hocam, ben apolitik bir insandım, bu dersi aldıktan sonra dünya görüşüm değişti, hayata bambaşka bir gözle bakmaya başladım” diye yazan öğrencimin deneyimlediği gibi bazen ayrıcalıklı “çoğunluk”tan olan, çoğu zaman ise kendileri de ayrımcılığa maruz kalan öğrencilerimin ayrımcılığın çok katmanlı yapısını kavramasına yardım ediyordu.
Kendimiz ayrımcılığa karşı maruz kalırken ve/veya bir grubun, kimliğin maruz kaldığı ayrımcılığı sorunlaştırırken bile aslında başka kesimlere, kimliklere, gruplara yönelik ayrımcılığı nasıl da yeniden üretebildiğimizi şaşırarak görüyorduk derslerde. Ayrımcılıkla nasıl mücadele edebileceğimizi konuşuyorduk. Ayrımcılığa Karşı Dersler, “Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. … Tıpkı bir güvercin gibiyim … İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?” diye soran Hrant’ın sesini “Kimsenin Türkçe bilmediği, cemlerin gizli yapıldığı bir köydü benimki. İsmet İnönü gelip eğitim enstitüsü açınca herkes dedi ki: Aha, devlet kapımıza geldi, modernleşeceğiz.Köyün bir başka mahallesine de Sünniler yerleştirilmişti. Herkes hızla Türkleşti. Cumhuriyete sahip çıktılar ama cemlerini niye gizli yapmak zorunda kaldıklarını sorgulamadılar. Ayrıca neden Türkçe konuşmak zorunda olduklarını da… ” diyen Evrim’in sesiyle buluşturdu. Bu nedenle sadece bir ders değildi. Bu nedenle İlef’i İlef yapan birçok şeyle birlikte o da ihraç edildi.
Bu sene Ayrımcılığa Karşı Dersler’in onuncu senesi. Başka birçok fakültede okutulan benzer içerikli derslere örnek oluşturmuş bu ders artık üniversite dışında Ankara Dayanışma Akademisi ve İnsan Hakları Ortak Platformu’nun çatısı altında devam ediyor ve şimdi yalnızca İlef’ten değil, SBF’den, ODTÜ’den, Hacettepe’den 100’e yakın öğrencinin katılımıyla daha çokuz… Cebeci’den “şimdilik” ihraç edildik… Ama sesimiz daha güçlü çıkıyor. “Hayır, gitmiyoruz” dediğimizde kampüs girişinde yoğun güvenlik önlemleri alınarak kampüse girişimiz engellenmişti… Yanlış anlamışlar: “Hayır, biz akademiden gitmiyoruz” demek istedik. Bu yüzden, yine Hrant’ın sözleriyle bitirelim: “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlandandık.”
Medyanın Hrant Dink’i hedef göstermesiyle ilgili Kemal Göktaş’ın “Medyanın Hrant Dink’i Hedef Haline Getirmesi” başlıklı yazısına bakılabilir. Yazı, 2010 yılında Hrant Dink Vakfı tarafından yayınlanan Nefret Suçları ve Nefret Söylemi başlıklı kitapta yer almıştır.