Alper Görmüş
Toplumda da devlette de derin kökleri bulunan ve varlığı her zaman hissedilen misyoner-azınlık karşıtlığı, siyasal konjonktüre bağlı olarak bazı dönemlerde sertleşiyor ve kampanya biçimine bürünüyor. Hatırlayacağımız gibi, bu kampanyaların en örgütlülerinden, en sertlerinden biri de 2003-2007 arasında yaşanmıştı.
Benim, o kampanyayı analiz etmek amacıyla 2011-2012’de kaleme aldığım yazılardan biri, o dönemde Ahmet İnsel’in Radikal İki’de yayımlanan bir yazısında eleştiri konusu olmuştu. Benzer bir eleştiri Aydın Samur tarafından AltÜst dergisinin elinizdeki sayısında da yayınlanıyor.
Her iki yazarın eleştirileri de, benim, o kampanyanın yürütücüleriyle ve hedefleriyle ilgili olarak söylediklerim üzerinde yoğunlaşıyordu. İnsel ve Samur’a göre ben kampanyanın mimarlarının Ergenekon çevresi, hedefinin ise o dönemde yüzünü Batı’ya dönen AK Parti olduğunu söyleyerek, a) Türkiye’deki misyoner-azınlık düşmanlığının çerçevesini çok daraltıyor, b) AK Parti’nin de dahil olduğu Müslüman çevrelerdeki misyoner-azınlık düşmanlığını gizlemiş oluyordum.
Bu yazıda hem o kampanyayı ve benim o dönemde yazdıklarımı hatırlatarak İnsel ve Samur’un eleştirilerine cevap verecek, hem de Türkiye’deki misyoner karşıtlığıyla ilgili düşüncelerimi paylaşacağım.
İlk kampanya değil, kampanyalardan biri
Ahmet İnsel, sözünü ettiğim yazısına, “Hrant Dink ve rahip Santoro cinayetlerinin, Zirve Yayınevi katliamının Ergenekon örgütü bağlantılı olarak, hükümeti yurtdışında itibarsızlaştırma faaliyeti amacıyla işlendiği iddialarında bir gerçeklik payı var” cümlesiyle başlıyor, biraz ileride “eksik iddia” ara başlığından itibaren de benim yaklaşımımı şöyle eleştiriyordu:
“Alper Görmüş, 7.2.2012 tarihli Taraf gazetesinde bir iddia dile getirdi: ‘Türkiye’de AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanyanın Müslüman dindarlar tarafından değil, Müslümanlığın da, demokrasinin de hiç önemli olmadığı yeni türde bir milliyetçilik (ulusalcılık) tarafından kışkırtıldığı apaçıktır.’ Bu iddiadan hareketle, yukarıda sayılan cinayetlerin Görmüş’ün işaret ettiği çevrenin AKP’yi yıpratma kampanyasının parçası olduğu sonucu çıkıyor.”
“Bu iddia yanlış değil elbette, ama galiba eksik kalıyor. Sorun belki ‘AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanya’ ifadesinde yatıyor. Türkiye’de misyoner karşıtı teyakkuz ortamının AKP karşıtı bir girişimle sınırlı olan, dolayısıyla toplumda ve devlette köklü ve yaygın bir karşılığı bulunmayan, ‘yeni türde milliyetçiliğin (ulusalcılığın)’ ürettiği bir kampanya olduğunu, istemeyerek de olsa, ima etmesi sorunlu.”
Ahmet İnsel, sanırım benim bu cümlelerle Türkiye’deki misyoner karşıtlığının miladının 2000’lerin başı olduğunu, öncesinin olmadığını ve ilk olarak AK Parti iktidarını yıpatmak üzere tezgâhlandığını iddia etmiş olmamı akla yakın bulmadığı için, bunu “istemeyerek de olsa ima ettiğim” gibi bir ifade kullanmış.
Doğru, Ahmet İnsel’in dediği gibi sorun galiba benim “AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanya” cümlemden kaynaklanıyor. Fakat ben burada “kampanyalardan bir kampanya”dan, “AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan kampanya”dan söz ediyorum… Yazının girişinde de değindiğim gibi, toplumda ve devlette derin kökleri bulunan misyoner karşıtı duygular, konjonktüre bağlı olarak zaman zaman alevlendiriliyor ve bir kampanya biçimine büründürülüyor. İşte ben 2011-2012’deki yazılarımda sadece o kampanyalardan birini, en şiddetli dönemi 2003-2007 arasında yaşanan kampanyayı ve onun büründüğü siyasî biçimi ele alıyordum. O yazıların amacı genel olarak Türkiye’deki misyoner-azınlık karşıtlığının kökenleri ve yaygınlığı değildi.
Ahmet İnsel’in alıntıladığı cümlem, münhasıran o kampanyayı ele almak için yazılan yazılardan değildi, başka bir meseleyle ilgili bir yazıda geçen tek bir cümleden ibaretti. Belki de yanlış anlama oradan kaynaklanıyordu. Hiç kuşkum yok ki İnsel, o yazımdan bir yıl kadar önce, 5 Nisan 2011’de kaleme aldığım, yine Taraf gazetesinde yayımlanan 2003-2007’deki anti-misyoner kampanya başlıklı yazıyı okumuş olsaydı, “AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanya” cümlesiyle kast edilenin “kampanyalardan bir kampanya” olduğunu hemen teslim ederdi.
Aydın Samur ise 5 Nisan 2011’deki yazımın başlığını zikrettiği halde benzer bir iddiayı yineliyor ki, onu gerçekten anlayamadım. “2003-2007’deki anti-misyoner kampanya” başlık cümlesinin bizatihi kendisi, zımnen bunun ilk ve son kampanya olmadığını söylemiyor mu?
O kampanyaya ilişkin düşüncelerim değişmedi
Bu yazının “cevap ve savunma” bölümünü kapatıp “Türkiye’deki misyoner düşmanlığının anlamı ve çapı hakkındaki düşüncelerim” bölümüne geçmeden önce, “2003-2007’deki anti misyoner kampanya”yla ilgili olarak bugün de arkasında olduğum değerlendirmeyi, andığım yazıdan birkaç alıntıyla hatırlatmak istiyorum… Şöyle yazmışım 5 Nisan 2011’de:
“Kampanyanın görünürdeki amacı, ‘Müslümanların Hıristiyan misyonerlerce kandırılmasına engel olmak’, yani bir anlamda ‘dinimiz’i korumaktı.”
“Görünürdeki amaç buydu ama, gerçek amaç Türkiye’de ‘dini gericiliğin’ yükselmekte olduğu, ‘Hıristiyan düşmanlığının’ alıp başını gittiği yönünde bir algı yaratmak ve bu yolla Batı’yla AK Parti arasındaki mesafeyi açmaktı.”
“Başta ABD’li Neo-Con’lar olmak üzere Batı’daki bütün yeminli İslam düşmanları, Türkiye’de misyonerlere karşı yürütülen kampanyayı ‘radikal İslam’ın yükselişi’ olarak sunabilmek için yoğun bir çaba içine girdiler. İslam’ın zaten ‘olağan şüpheli’ olması ve bir sürü derdi bulunan Batı kamuoylarının Türkiye’de nelerin olup bittiğine dair nüanslı bir algıya sahip olamaması gibi nedenlerle, plan mükemmel bir biçimde işledi.”
“Oysa hakikat nüanslarda gizliydi ve şöyleydi: Devletin merkezinden başlatılan kampanya, toplum düzleminde ‘dincilik’ tarafından değil, ‘milliyetçilik’, daha doğrusu ‘ulusalcılık’ (dinden soyundurulmuş milliyetçilik) tarafından yürütülüyordu. Kampanyanın fikrî zemini ise, yukarıda da dediğim gibi İslam’dan ulusalcılığa devşirilmiş ilahiyat hocaları tarafından döşeniyordu.”
Bir daha söyleyeyim: Benim o dönemde kaleme aldığım yazılar, geleneksel olarak varolan misyoner karşıtlığının o dönemde kimler tarafından, hangi amaçla alevlendirildiğine dair yazılardı… Öte yandan, AK Parti’nin yıllar içinde geçirdiği büyük negatif dönüşüme ve bugününe bakarak, o dönemde AK Parti’nin bu kampanyanın hedefi değil kışkırtıcısı olduğu kesinlikle öne sürülemez.
Zaten Aydın Samur da bu gerçeği şu cümleleriyle kabul ediyor:
“(…) AB ile daha önce başlamış olan müzakerelere AKP hükümeti hız verince, milliyetçiliği beslemeyi hedefleyen bu kampanya AKP hükümetine karşıt bir renk aldı. Ülkenin kiliseler ve misyonerler tarafından işgal edildiği, yabancılara toprak alım izni verildiği, azınlık vakıfları gibi düzenlemelerle hükümetin bu işgale destek olduğu gibi temalar işlendi.”
Genel planda İnsel ve Samur gibi düşünüyorum
Artık ikinci bölüme, “Türkiye’deki misyoner düşmanlığının anlamı ve çapı hakkındaki düşüncelerim” bölümüne geçebiliriz…
En temelde misyoner-azınlık karşıtlığının yalnız klasik milliyetçi ya da ulusalcı kesimlerde değil, geniş Müslüman kesimlerde ve onların siyasî temsilcilerinde de karşılığı olan bir düşünce ve davranış modeli olduğunu düşünüyorum.
Keza, Hrant Dink cinayetinin de gösterdiği gibi, toplumdaki bu koalisyonun devlet için de aynen geçerli olduğu kanaatindeyim. Al Jazeera Turk için 4 Mart 2015’te kaleme aldığım bir yazıda bu koalisyonu şöyle ifade etmiştim:
“Ortada Hrant Dink’in katlinin bir mutabakat cinayeti, sonraki suskunluğun da ‘ortaklaşa’ olduğuna dair izale edilmesi imkânsız gibi görünen kuşkular var… İfadeler gösteriyor ki, siyasî eğilimleri ne olursa olsun, güvenlik bürokrasisinde yer alan farklı kesimler şu ya da bu ‘fayda’ mülahazasıyla cinayete yol vermişler ve cinayet sonrasında hakikatin ortaya çıkmaması için hep birlikte susmuşlardır.”
Düşüncelerimin özetinin özeti bu… Ayrıntılar için Ahmet İnsel ve Aydın Samur’un toplumsal ve siyasal kültürümüzde misyoner düşmanlığının ne kadar yaygın olduğunu, Müslümanların ve onların siyasî temsilcilerinin de derece derece bu düşmanlık algısını paylaştıklarına dair yazılarına bakabilirsiniz; öyle, çünkü ben de aşağı yukarı onlar gibi düşünüyorum.
Yine de…
Yine de yakın tarihimizdeki belki de en şiddetli anti-misyoner kampanyanın AK Parti nefretiyle atbaşı gitmesinin bir anlamının olduğunu düşünüyorum… O dönemde, tıpkı demokratikleşme, Kürt meselesi vb. alanlarında olduğu gibi AK Parti’nin toplumdaki negatif misyoner ve azınlık algısı sorununda da bir rol oynayabileceğini umut etmenin tümüyle temelsiz olmadığını düşünüyorum… O günlerin hakikatini bu günlerin hakikatiyle değerlendirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum… Böylelerinin, “dincileri etkilemeye çalışmanın beyhudeliğini” öne sürerken pek radikal görünen, fakat özünde düpedüz apolitik olan “özcü” tutum sahiplerinden farksız olduklarını düşünüyorum.
Özcülük bir siyaset değil, her şey değişebilir ve değişiyor. Öyle olmasaydı Aydın Samur’un dediği gibi “2000’lerin başında toplumdaki demokratik birikim AKP’nin kimi kurucu kadrolarına yansı(mazdı)”… Yine onun sözleriyle, “bu demokrat isimlerin zaman içinde tasfiye edilmesi” o günün gerçeğini değiştirmez.
Bugünün AK Parti’sine bakarak kabul etmek zor gelebilir, fakat o zaman birçoğumuz haklı olarak bu partinin toplumdaki ve devletteki misyoner-azınlık nefretini azaltacak bir rol oynayabileceğini düşünüyorduk. Böyle düşünenlerin arasında Hrant Dink de vardı:
“Türkiye’de hangi siyasî partinin ‘gerçek laikliği’ temsil ettiği sorulduğunda, Dink ‘AKP’ cevabını verdi. Bir dinî azınlık mensubu olarak, İslam eğilimli bir partinin gücünü arttırmasından korkup korkmadığı sorulduğunda ise ‘Hayır’ dedi.”
“Kemalizm’den vazgeçmenin Şeriat düzenine yol açmayacağından neden bu kadar emin olduğu sorulunca, Dink’in cevabı, ‘Bunun bizi şeriat düzenine değil ama demokrasiye götüreceğine inanıyorum’ oldu. Buna niye inandığı sorulduğunda ise, Dink, ‘Kemalistler demokratik değil. Ben Ermeni olduğumu söylediğim için Kemalist bir devlet tarafından yargılandım. İslamî bir yönetimle böyle bir tecrübem hiç olmadı’ dedi.” (Amerikalı diplomatların Hrant Dink’le yaptıkları söyleşinin WikiLeaks belgelerindeki özetinden).