Can Irmak Özinanır
Çok bilinen bir atasözü var, “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” Atasözü, zenginlerin alabildiğine varlıklı olmaları hakkında konuşmanın gereksiz olduğunu anlatır; ne de olsa bu konuda konuşan yoksul o varlıklara asla sahip olamayacaktır. Bu sistemde yoksulun, zenginin malı hakkında konuşulması makul sayılmaz, zenginlere saygı duyulması, onların fikirlerinin doğru kabul edilmesi beklenir. “Şu kadar kişiye iş veriyorum, evlerine ekmek götürmelerini sağlıyorum” demeyen patron var mıdır? Genel kabul, patronun çalışanlara iş vererek onlara bir iyilik yaptığı, dolayısıyla zengin olmayı hak ettiği yönündedir. Toplumda zenginlerin az, yoksulların çok olması zenginlerin suçu değil, zenginler kadar kazanmayı beceremeyen yoksulların suçudur.
Zenginlerin bu tür laflar etmesi normal, çünkü toplumdaki konumlarını meşru göstermek, yemeğin en iyisini, kıyafetin en pahalısını, arabanın en hızlısını, konutun en konforlusunu kendilerinin hak ettiğini bunlara ulaşma şansı olmayan milyonlarca insana her gün yeniden anlatmak zorundadırlar. Aslında anlatılan hiçbir şey gerçek değildir. Zenginler bizlere iş vermez, kâr edebilmek için bizleri çalıştırır, bu sırada da çalışma saatlerimizin bir bölümüne el koyar. Çalıştığımız süreden elde edeceğimiz gelire el koymaları yeterli değildir, aynı zamanda bu hırsızlığı görmezden gelmemizi sağlayacak mekanizmalara ihtiyaçları vardır. Gündüz bizi kiralayan ve üstümüzden kâr elde eden zenginler, boş zamanlarımızda yaptığımız aktiviteleri de bize satar, ondan da kâr elde ederler.
Peki, yoksullar neden kendi aralarında “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” gibi atasözleri kullanır, genellikle zenginlerin onlara iş verdiğine inanır veya patrona karşı pek de ses etmemek gerektiğini düşünür?
Medya, okul, aile
Zenginlerin fabrikalar, işyerleri, holdinglerin yanı sıra gazeteler, televizyonlar gibi pek çok araçları vardır. Bir işçi dünyada neler olup bittiğini öğrenmek veya akşam boş vaktini geçirmek için bu araçlara başvurur. Haberler bizlere hak arayan işçilerin haberlerini ya vermez ya da kargaşa çıkaran insanlar olarak verir, anadilini konuşamadığı için itiraz eden bir Kürt’ün yakınışının terörizm diye yaftalanması işten bile değildir, büyük şirketlerin yaptığı iş anlaşmalarından elde edilecek gelir hepimizin cebine girecekmiş gibi resmedilir. Politika zaten “büyüklerimiz” veya “siyasîler” diye anılan büyük insanların işidir, biz sıradan insanlar sadece belirli aralıklarla gider oy verebiliriz. Televizyon dizilerinde çoğunlukla zenginlerin hayatlarını, aşklarını, kavgalarını izler, onlarla özdeşlik kurarız. Yoksul-zengin hikâyeleri de yok değil, haklarını yemeyelim, ama bu hikâyeler de çoğu zaman bir yoksulun zenginleşmesinin, diğer yoksulların yoksul kalmaya devam etmesinin hikâyesidir…
Elbette yoksullar medyadan kendilerine verilen her türlü mesaja inanan insanlar değildir. Zenginler ne kadar zekâ sahibiyse, yoksullar da o kadar zekâ sahibidir. Ancak medyanın yanı sıra bizlere anlatılan hikâyeye inanmamızı mümkün kılacak koskoca bir toplumsal yapı vardır. İlkokuldan başlayarak bize içinde yaşadığımız sistemin ne kadar doğal olduğu anlatılır. Ülkemiz özveri ve kahramanlıklarla kurulmuş ve bize emanet edilmiştir, bu emanete hıyanet etmemek için vatanını seven, sorun çıkarmadan işine gücüne bakan insanlar olmalıyızdır. İş bulmak zor olabilir, ancak o zaman da kendimizi daha çok geliştirmemiz ve işe layık olmamız gerekir. Bu eğitim sistemi ilkokuldan da geriye gidip tüm aileye kadar uzatılabilir.
Okul ve aile gibi eğitim veren kurumlar da değil sadece. Bütün bir gündelik yaşam zenginlerin masallarına inanmamız üzerine kurgulanmıştır. Daha ilk andan itibaren kendimizin veya bizimle aynı şekilde yaşayan diğer insanların ürettiği ürünleri yani kendi emeğimizin ürünlerini sanki başkasınınmış gibi satın almak bize garip gelmez. Zenginleri aradan çıkarınca kendi kendimize ürettiğimiz ürünleri çok daha eşit ve adil bir biçimde paylaşabileceğimiz günlük hayatın akışı içinde aklımıza gelmez. Dolayısıyla anlatılana inanmak, elimizden geldiğince huzurlu bir yaşam sürmek, zenginin malıyla çenemizi yormamak eğiliminde oluruz. Oysa hem insanlık tarihine, hem de yakın geçmişe kısa bir bakış bunun her zaman böyle olmadığını, zenginlere her koşulda inanmadığımızı ve inanmayacağımızı gösteriyor.
Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar
Neyse ki atasözlerimiz zenginin malı hakkında konuşmamak üzere olanlardan ibaret değil. “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” gibi eşitsizliğin kaynağına işaret eden atasözlerimiz de var. Zenginler ellerindeki bütün araçları, tüm paralarını kullansalar da geniş kitlelerin her dediklerine inanmalarını sağlayamaz. Kâr hırsları sebebiyle yoksulları daha da yoksullaştırmak isteyen zenginlerin unuttukları bir şey vardır, çalışanlar da her zaman emeklerinin karşılığını daha fazla almak ister. Yoksullar yan yana gelerek daha fazlasını elde edebildiklerini gördüklerinde, zenginlerin propaganda makinesi o kadar kolay işlemez hâle gelir. Yoksullar artık zenginlerin dediklerini sorgular. Yoksulun birliği, zenginin çenesini, zihnini, kesesini yorar. Yönetenler eskisi gibi yönetemez hâle gelir.
Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği her durum otomatik olarak yoksulların kurtuluşunu sağlamayabilir. Doğru, zenginler açısından uzun zamandır tıkırında giden sistem artık kolay çalışmıyordur, ama böyle durumlarda kitlelerin öfkesini seferber etmeyi başaran başka zenginler veya eski zenginlerin yerine oturmak isteyen biraz daha az zenginler ortaya çıkabilir. Zenginlerin çıkarını savunan bir hükümet gider, yine onların çıkarını savunan başka bir hükümet gelir. Son olarak ABD seçimlerinde bunun bir örneğini gördük. ABD’nin beyaz işçi sınıfı Demokrat Parti’nin adayı Hillary Clinton tarafından temsil edilen zengin kanadın kendi çıkarlarına olmadığını biliyordu, ancak önemli bir kısmı Clinton karşısında ırkçı, cinsiyetçi bir milyarder olan Cumhuriyetçi aday Donald Trump’a oy verdi. Trump, yoksulların sorununu yaratanın diğer yoksullar, yani göçmen işçiler, Güney Amerikalılar, Müslümanlar, siyahlar olduğunu anlatıyor. Tıpkı bize Türkiye’de işlerimizi çalanların Suriyeli, Afganistanlı mülteciler olduğunu, her gün insanların işlerini kaybetme korkusu yaşamasına yol açan OHAL’in en önemli sorumlularından birinin Kürtler olduğunun anlatılması gibi.
Altüst
O zengine veya bu zengine inanmamamız için birilerinin bizi sömürdüğünü gündelik hayatımız içinde fark etmemiz iyi bir başlangıç noktası. Peki, o veya bu zengine değil de kendi gücümüze inanmamız için ne eksik olabilir ki? Eğer tek tek bireyler olarak bir örgütlenmede yan yana gelmiyor, gücümüzü bir arada gösteremiyorsak, herhangi bir şey kazanmamız, dolayısıyla kendi gücümüze güven duymamız çok mümkün değil. Oysa haklarımızı kazanmak için bir sendikada örgütlenmek daha güven verici, bir adım ileri gidip herhangi bir işyerinde hep beraber kendi emeğimizle kendimiz üretip kendimiz kazanabildiğimizi görmek daha da güven verici. Böyle bir şey yapabiliyor olduğumuzu gördüğümüzde, bu üretimin bütün topluma yayılmaması için önümüzde kalan tek engel patronların kurduğu sistem. Dolayısıyla zenginlere ihtiyaç olmadığını savunan bir partide örgütlenmekte, sosyalistlere katılmakta, diğer yoksullarla omuz omuza mücadele verirken sadece patrona değil aynı zamanda emeğimize el koyan kapitalizme karşı da mücadele etmek gerektiğini anlatmakta büyük fayda var.
Anlatıldığı kadar kolay görünmeyebilir, değil de zaten, fakat bir avuç zenginin uydurduğu masalları geniş bir yoksullar kitlesinin yutmadığı pek çok zaman yaşandı, yaşanıyor. Milyonlar bu masallara inanmamaya başladığında, artık birinin yiyip birinin baktığı günlerin sona erme şansı gelir. Elbette zenginlerin bu gibi durumlar için her zaman ellerinin altında tuttukları polis, asker, yargı, cezaevi gibi aygıtları da vardır, ancak milyonlarca yoksul bir araya geldiği zaman bu aygıtların da işlemediği tarihte pek çok kez görülmüştür. İşte o zaman ünlü deyişle ayaklar baş olur, dünya altüst olur.