Son yıllarda Hera Büyüktaşçıyan adını Türkiye’nin yanı sıra uluslararası güncel sanat ortamında pek çok sergide işittik. Kayıp hafızası üzerine işleriyle öne çıkan sanatçı İstanbul’da yaşıyor ve üretiyor. Büyüktaşçıyan’ın atölyesinde sıcak misafirperverliği eşliğinde 56. Venedik Bienali’ndeki çalışmaları, kayıplarımız, hafızamız ve olan bitene dair sohbet ettik.
Fırtınalı bir dönemde yaşıyoruz. Bir sanatçı olarak bu dönemde üretmek mümkün mü?
Böyle bir zamanda üretmek ve üretim enerjisine sarılmak sanırım çok önemli. Çünkü şu anda her şeyin dibe vurduğu ve en başta yaratıcı yaşam enerjisini yok eden türden olumsuz bir dalga söz konusu. O yüzden iki kat daha anlamlı bence bir şeyleri üretmeye, yoktan var etmeye çabalama hâli. Bir şekilde hayata tekrar sarılma gibi görüyorum ben bunu. Sadece sanatsal üretim değil, gündelik hayatlarımızı yeşertme çabası yani evinin arka bahçesinde küçük bir bostan yapmak ya da unutulmuş bir yemek tarifini denemek, kütüphaneni baştan kurmak ya da birileri için bir şeyler yapmak, sıfırdan bir şey var edebilecek herşeyi hayata geçirmek bence çok önemli. Ama o cesareti ya da o ayağa tekrar kalkma hâlini bulmak çok zor oluyor. Ben de bu açıdan zorlandığım bir dönemdeyim. Önümde birkaç serginin olduğu bir dönem olduğu için esasında üretime yeniden sarılmaya çalışmak belki de bu ruh halini farklı bir gözle değerlendirerek atlatmama vesile olabilecek.
Yeni sergilere hazırlanırken bir farklılık hissediyor musun, bu gündem üretimlerini nasıl etkiledi?
İşlere yansıyor kesinlikle. İlk başta bunu amaçlamıyordum çünkü sanat üretirken aslında dış dünyanın ağırlığı ve eziciliğinden uzaklaşmak ister insan. Ama ister istemez yansımalarını da ürettiğin objede ya da her tür yaratımda yansımalarını görebiliyorsun. Neticede ellerinden ve zihninden çıkan bir enerji bu. Yaptığın çizimden heykele kadar hepsi etkileniyor. Şu an üzerinde çalıştığım iki sergi de birbirinden farklı sergiler. Ama özellikle en yakında olan, uzun zamandır üzerinde çalıştığım “ayağının altından kayan zemin” meselesi üzerine ve bir nevi içerisinde yaşadığımız süreçle de değen bir noktada. Bir süredir tuğla ve mozaik gibi sert malzemeler kullanıyordum. Bunlar sanat tarihinde önemli olan malzemeler,mozaik sanatı ya da mermer kaplama duvarlar, mimarî yapılar gibi. Bu mimarî yapıların ve belli bir tarihin yani hafızanın yok olduğu bir dönemde yaşadığımız için, hafıza meselesinin ne noktada olduğunu sorguluyorum bir yandan. İşleri yaparken de görüyorum ki aslında bir şeyler sürekli devridaim halinde. Şu an tarihin kendini tekrarladığını gördüğümüz bir dönem mesela. Bunun aynısını işlerde de görmeye başladım.
Yaşayan bir organizmaya dönüşebiliyor ürettiğin eser. Nefes almayan bir obje değil, senden çıkan bir şey olduğu için çocuk doğurmak gibi. Nefes alan ve belirli süre yaşayacak olan bir organizma. O yüzden doğduğu dönemin özelliklerini taşıyor ister istemez. Şu an üzerinde çalıştığım işlerde özellikle bunu gözlemleyebiliyorum. Kayıp mekân hafızası üzerine uzun süredir odaklanıyorum. Kayıp fiziksel mekânlardan yola çıkıyorum çoğunlukla. Ama zihni de mekân olarak düşündüğüm için, şu an hepimizin söylediği bir şey var, “aklımı yitirmek üzereyim” diyoruz. Bütün o hafızalarımızı sakladığımız mekân olan zihni kaybetme meselesi var şu an. Mekân içinde mekânı kaybetme hâli gibi bir şey. O yüzden bugünü hazmetmeye ve onun üzerinden üretmeye çalışıyorum diyebilirim.
Mozaikleri görünce ilk aklıma gelen senin ikonalara duyduğun ilgi olmuştu. Onunla bağlantılı bir çalışma mı bu? Nedir senin ikonalarla kurduğun bu ilişkinin altında yatan şey?
Çocukken hepimizin baş ucunda mutlaka bir ikona bulunurdu. Koruyucu bir aziz veya Meryem Ana gibi imgeler olurdu. Ben çocukluğumda bunları yaşayan objeler olarak gördüğüm için, ikonadaki azizi hep çok yakın bir arkadaşım gibi düşünür ve konuşurdum. Sonra büyüdükçe ve sanatla uğraşmaya başladıkça Bizans ikonagrafisi ve ikonanın özüyle ilgili araştırmaya başladım. İkonalar tabii ki bir azize veya şahsiyete atfedilen imgeler ya da hatırlatıcı objeler. Ama içlerinde bir ruh üflenmiş canlı nesneler de aynı zamanda.
Birçok işimde bunlardan referanslar kullandım. Dinsel simgelerden ziyade farklı anlamlarda hatırlatıcı ve gösterge gibi kullandım bu imgeleri. Bazı resim serilerimde ikonagrafik bazı sahneleri gündelik yaşama ya da gündelik politik ve toplumsal durumlara dönüştürüp onun bir yansıması gibi resmediyorum. İncil yazarlarının olduğu bir sahneyi alıp İncil yazarının altında dökümanlardan bir dağ oluşturuyorum örneğin. Çünkü o aslında orada yazılan İncil değil, bütün tarihin ve gündelik hafızamızın kendisi.
Soykırım’ın 100. yılında Venedik Bienali’nde yer aldın. Bir sanatçı olarak Venedik Bienali’ne katılmak, üstelik soykırımın yüzüncü yılında Ermenistan Pavyonu’nda olmak nasıl bir deneyimdi?
Ermenistan Pavyonu’nu 2015 yılına kadar Ermenistan’dan sanatçılar temsil ediyordu. 2015’te pavyonun küratörlüğünü gerçekleştrien Adelina Cüberyan von Fürstenberg, yüzüncü yıl vesilesiyle diaspora olan ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan 18 Ermeni sanatçıyı biraraya getirdi.
Serginin konu başlığı ‘’Ermenilik’’, yani Hayutyun/Armenity diye geçiyor. Yüzüncü yıldan bahsederken sadece soykırıma odaklanmak değildi amaç. Genel toplum algısı içerisinde “1915’i nasıl algılıyoruz?”, “Ermeni kimliğini tanıyor muyuz?”, “Kimlik ve toplum inşası nasıl olmalı?”, ‘’Hafıza nasıl iyileşir?’’ gibi soruları sorgulatmayı ve bilinmeyen birçok noktasını ortaya çıkarmayı hedefleyen bir sergiydi. 1915 hafızası üzerine iş üreten sanatçılar vardı elbette. Ama ağırlıklı olarak, bütün sergi dolaşıldığında bu kimliğin neye dair olduğunu, köklerini, nereden geldiğini, sahip olduğu altyapının oluşturduğu kozmosun bir parçası olabiliyordu izleyici.
Sergi San Lazzaro adasındaydı. Benim için çok özeldi, çünkü Mıhitaryan Manastırı orada ve benim İstanbul’da gittiğim okulun ilk kurulduğu manastır. Manastırın kurucusunun hikâyesi Anadolu’da başlıyor, Anadolu’dan Venedik’e kadar gelen bir hikâye var. Tıpkı 1915’in Anadolu’da başlayıp Bienal’e kadar olan yüzyıllık süreçte dünyada neler yaşandı ve 2015’te sergide neler gösterildi gibi bir zamanda yolculuk hâli vardı.
Bu okulla yani Mıhitaryan’la olan ilişkimin ilginç bağlantılar yaratacağını görmüş oldum. Manastır üzerine araştıma yaparken işi üreteceğim odanın şair Lord Byron’a ait olduğunu öğrendim. Odada iki eser ürettim; biri Lord Byron’ın varlığı ve şu an aktif olmayan matbaa makinasıyla ilgiliydi. Lord Byron’ın eski masasının olduğu yerde, yeniden sanki onun masasıymış gibi, masa üzerine mekanik bir heykel üretmiştim. Daktilo gibi duran objelerle, Ermenice harfli İngilizceyle, “letters from lost paradise” (kayıp cennetten harfler) yazıyordu. Karamanlıca veya Ermenice harfli Türkçe’deki yaklaşım gibi. İki dilli bir dil benim için zenofobiyi kıran bir şey. Konuşamadığı dili yazmak ama konuştuğu dille ifade etmek.
San Lazzaro sadece Lord Byron’ı değil, dönemin önemli şair, ressam, filozoflarını da ağırlamış bir yer. Şimdiki misafir sanatçı programları gibi, aydınlanma çağı isimlerini bünyesine almış bir mekân. Aslında ütopik bir ada orası. Anadolu’dan ya da bambaşka coğrafyadan taşınmış bir ütopyanın kendisini geliştirip evrenselleştirdiği bir nokta. Kendi Ermeni kimliğini korumuş ama bir o kadar da evrensel. Bu bağlamda, Bienal’e gelen insanlar sadece Ermeni kimliğiyle ilgili bilgi sahibi olmadılar. Şu an yaşanan kayıpları da hatırlamış oldular bir şekilde. Şu an Suriyeliler, Kürtler, Afrikalılar ve daha birçok kimlik bu yok oluşları yaşıyor. Daha üzerinden yüz yıl geçmeden, bu kayıpların benzerleri yaşanıyor. Benim çok derinden hissettiğim bir şey. Çoğumuz dilimizi konuşmuyoruz. Bu sergi sayesinde Ermenice okumaya başladım tekrar.
Odada Mısırlı bir paşanın hediye ettiği mumyalar var. Neden orada olduklarını sorgularken fonksiyonel olarak ne işe yaradıklarını düşündüm. Mumya bedeni muhafaza etmeye ama aynı zamanda ruhsal olarak sonsuzluğa ulaşmasını sağlar. Bundan yola çıkarak kütüphanedeki kitapların arasına balmumu ile yaptığım, Ermenice harfler tutan küçük el heykelcikleri yerleştirdim. Adına “Keepers” demiştim, “Muhafızlar” denebilir Türkçe’de. Bu sergi dilimle kurduğum bağlantıyı ortaya çıkardı. Bir yandan kaybetmek istemediğim bir olgu dil. Dünyanın herhangi bir yerinde, kendi dilini konuşan biriyle karşılaştığında kendini evde hissedersin. Aidiyet hissiyatı ortaya çıkıyor böyle bir durumda. Bu açıdan dili hep mekân olarak hayal ediyorum. Dil her zaman mekân yaratan bir olgu olduğu için, heykelleri küçük hatırlatıcılar olarak mekânın çeşitli yerlerine yerleştirdim.
Bunlara paralel olarak, senin bildiğin gibi bir hikâye kitabı var. “Ayp, pen, kim” Ermenice’nin abecesi. Kitapta üç karakter var. Mıhitar, Lord Byron ve ben. Hikâye üç farklı zaman dilimi, coğrafya ve dil arasında aynı anda gidip geliyor.
Adadaki serüveninin kendisi bana masal gibi geliyor. Hikâye anlatıcısı olmakla kalmıyorsun, yaşıyorsun aynı zamanda. Kişisel maceranı, manastıra ilk gidişini anlatır mısın?
Bienal’den bir yıl önce Galeri Mana’da yer alan “Körler Ülkesinin Karşısında” başlıklı sergim için Venedik’e gitmiştim. İskelede yürürken, ıslak bir sayfa gördüm duvarda. Üzerinde Ermenice harfler vardı. Okumaya başlayınca okulumun adı olan Mıhitaryan’ı gördüm. Sonradan aklıma geldi ki, okulum ilk Venedik’te kurulmuştu. Baktım ki ziyaret için motora bir saat var, hemen atlayıp adaya gittim.
Benim için özel bir süreçti çünkü kimliğime karşı belli bir mesafede duran birisi olduğumu düşünürdüm hep, hem kimliğime hem de mensubu olduğum cemaate karşı mesafeli. Ermeni kimliğimden, belki bütün tarihsel ağırlıktan, anneannelerimizin anlattığı acı gerçekleri hep duyarak büyümemizden dolayı, objektif bir noktadan gözlemlemeyi tercih ettim uzun bir süre.
Adaya vardığımda iki önemli an yaşadım. Birisi Armenia isimli tekne ile karşılaşma anım. Bu benim Hrant Dink’le olan tek anım. Hrant Dink’le karşılaşmam da kimliğimi tekrar sorguladığım bir dönemde olmuştu. İkincisi önemli an ise, adada duyduğum Ermenice oldu. Rahiplerin konuştuğu Batı Ermenicesi. Çocukken okula gittiğimde rahipler çok güzel bir aksanla, İstanbul Ermenicesi konuşurdu. Yıllar içerisinde bunu çok az duymaya başladık. Evlerimizde konuşuyoruz belki, ama okulda kendi aramızda hep Türkçe konuştuk. Bu özelliği kaybetmenin eşiğine geldik aslında.
Armenia gemisinin varlığını 2006’da yurtdışında katıldığım ilk grup sergisi vesilesiyle öğrendim. Sergi Akdenizlilik kimliği üzerineydi. “Ermenilerin Akdeniz’le nasıl bağlantısı var”ı araştırırken birçok kişiden yardım istemiştim. Tek cevap Hrant Dink’ten gelmişti o zaman. Hemen Agos’a görüşmeye gittim. Bana ilk bahsettiği Vakıflıköy ve Antakya’nın geçirdiği tarihsel süreç oldu. Ermenilerin Akdeniz’le en önemli bağlantısının bu olduğundan bahsediyordu. Farklı referanslar da vermişti, ama “Biz bu toprağın insanıyız ve toprak insanıyız. Deniz insanı değiliz pek” dediğini hatırlıyorum. Ermeni dilinden bahsederken Armenia teknesini anlattı. Tekne 38 harfe adanmış ve ilk yapıldığı andan beri tüm dünyayı dolaşmış. Hrant Dink’in de teknede fotoğrafları var, İstanbul’a uğradığı dönemden kalma. O fotoğraflara bakarken “Bu tekne bir gün karşına çıkarsa beni hatırlarsın” demişti.
O gün Venedik’te çok yağmurlu bir gündü. Adaya doğru yaklaşırken birdenbire o fotoğraftaki teknenin silüetini gördüm. Armenia yazısını okuyunca çok tuhaf hissettim. Sadece Hrant Dink’ten bana kalan tek anı olduğu için değil, ilk kez kendimi bir şeye ait hissettiğim için. Belki de çok derinliklerime gömdüğüm bir şeyi o an ortaya çıkardı o tekne. Aslında batık bir şey değilmiş o kültür, sadece hayalî olmayan ama ütopik bir adada varolan bir tekneymiş. Bütün o yolculuk orada başlamış oldu, bir yıl sonra Venedik Bienali’ne davet edilene kadar.
Bienal’de ürettiğin işler, adayla kurduğun ilişki cidden çok boyutlu. Sen az önce biraz bahsettin, ama dille, Ermenice’yle kurduğun ilişki, başkalarını bu ilişkiye dahil edişin sanki Lord Byron’ın kurduğu ilişkiyle bir şekilde buluşuyor. Geçmişle bugünü bağlayan bir yönü var. Yani zaman mefhumu da devreye giriyor. Sanki buralarda dolanmayı, dil ve zamanla uğraşmayı seviyorsun?
Benim dile olan ilgimin nedenlerinden bir tanesi, yabancılaşma hâlini çok derin yaşamam olabilir. Ancak bunun ötesinde dili belli bir etnisiteyle değil kendini ifade edebilme özgürlüğüyle bağlantılandırıyorum. İçerisinde yaşadığımız çağ birçok anlamda ifade özgürlüğünden yoksun olduğumuz veya birçok anlamda kısıtlanmış olduğumuz bir dönem. Dış etkilerin ötesinde bir oto sansür mekanizmasına da maruz kalıyor sözlerimiz, düşüncelerimiz. Bu sadece politik anlamda da değil. Kişisel hayatlarımızda da kırılganlık, hassasiyet duvarlarını kimi zaman aşamayabiliyoruz. Biribirimizle nasıl iletişim kurmamız gerektiğini unutmak üzereyiz hatta bu kırılganlık duvarlarının yükselmesinden dolayı.
Bir dönem belli konular, özellikle etnik kimliklere dair konular konuşulamıyordu… sonra acılar ve kayıplar büyüdükçe ortak bir dil oluştu… insanlar içlerindekileri, konuşamadıklarını paylaşmaya başladı. Şu günlerde bu paylaşımın çemberi yine daralmaya ve içe kapanmaya başladı maalesef. Gördüğümüz, tanık olduğumuz ama içimize hapsetmek zorunda kaldığımız birçok şey. Her gün özellikle sosyal medya sayesinde birçok şeye tanık oluyoruz. Fiziksel olarak orada olmasak da birçok kayıba, haksızlığa ve kimi zaman da mutluluğa tanık oluyoruz. Ama bunun kaçta kaçını yansıtabiliyoruz ya da içimizden akıtabiliyoruz, emin değilim. Ben belki görsel bir dille bunu yansıtıyorumdur… yani umarım yansıtabiliyorumdur.
Babam Ermeni, annem Rum, ancak çocukluğumda ağırlıklı olarak evde Ermenice konuşulurdu. Çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bir anı olarak kalsa da, ilk konuştuğum dil Yunancaymış esasında. Ama evde ağırlıklı olarak Ermenice konuşulduğu ve babam da Yunanca anlamadığı için belki de, konuşulmasını bir dönem istemiyordu evde. Annem Yunanca konuşmaya başladığında kulaklarımı kapatıp “Konuşma, duymak istemiyorum” dermişim… Bu bir nevi öğretilen bir oyun olarak başlasa da sonraları hayatımı oldukça etkileyen bir duruma dönüştü. Karşıdakinin söylediklerine kulaklarını kapama hâli hayatımın belli sürecinde devam etti. Rum kimliğinden çok muaf olarak büyüdüm. Ermeni okuluna gittiğim için ve sosyal anlamda cemaatle iç içe de olmadığımdan, kimseyi tanımıyordum.
İlk tanışmam “20 dolar 20 kilo” projesini yaparken yaşadığım içsel sarsıntı ile başladı. İşlerimde odaklandığım kayıp hafızası ve görünmezlik politikaları kendi sahip olduğum kimliklere dair de sorular sormamı sağlıyordu. 1964 sürgünü ve beraberinde getirdiği kültürel kayıp üzerine çalışırken kendimde kaybettiğim bir şeyi bulmuş oldum adeta. Atina’ya ilk kez 1964 sürgünleriyle mülakat yapmak için gittim. Ve Yunancayı ilk konuşmak zorunda kaldığım zamandı gerçek anlamda. İstanbul’da konuşamadığım bu dil birdenbire orada akmaya başladı. Görünmeyen görünür kılınmış oldu adeta kendi açımdan. İstanbul’dan sürgün edilmiş olan insanların bana bakış şekli İstanbul’daki Rum’lara nazaran çok farklıydı. Kaybettikleri kentlerinden bir parçaymışım, torunlarıymışım gibi ya da geride bıraktıkları bir şey onlara geri geliyormuş gibi bir yaklaşımları vardı. Bu deneyim kayıp kavramını ve kaybolan bir şeyi yeniden bulma hissiyatını gerçek anlamda anlamamı sağlamıştı. Bu vesileyle uzak kaldığım bu kimlik ile giderek daha yakınlaşmaya başladım. Bu zaman içerisinde Galata Rum Okulu’yla da çalışmaya başlayınca bilmediğim yönlerini keşfettim. Ondan bu yana deneyimleme ve kendini keşfetme süreci halen devam ediyor ve edecek de.
Atina’da ilk gerçekleştirdiğim sergi de bu meseleden ortaya çıktı. Adı”Kılçık / Fishbone’’ idi. Yunanca konuşamadığım zamanki hissiyatımla ortaya çıkıp beni farklı noktalara götürdü. Boğaza takılan bir balık kılçığı ve onu çıkaramama hissiyatı. Bu sadece bir dili konuşamama ile ilgili değil elbette. Bazen bir coğrafya, bir acı, belki bir anı da insanın boğazına takılabiliyor ve çıkaramadığın zaman seni ölüme de sürükleyebiliyor, ister fiziksel, ister düşünsel anlamda bir yok oluşa…
Dille kurduğun ilişkide zaman nereye denk düşüyor?
Zamanla ilişki tuhaf aslında. Tarihe çok meraklıyım ve ister istemez içinde büyüdüğüm toplum yapısı da bunda etkili. Hep geçmişe takılı kalmak zorunda bırakılmış ve iyileştirilememiş bir toplumun içinde büyümenin de etkisi var bence. Anneannemi anlattığı 1915 hikâyeleriyle yedirilen öğle yemeklerinden, kendi tarih merakıma, hep geçmişle bir bağlantım oldu. Örneğin içerisine girdiğim mekânların eskiden ne olduğunu, nasıl yaşanmışlıklara tanık olduğunu hep merak ediyorum. O yüzden iki zaman dilimini hep birleştiriyorum farkında olmadan. Ama bu nostalji değil. Üzeri örtülmüş bir şeyi ortaya çıkarma isteği gibi. Onu iyileştirme ve kendi yoluna bırakmak gibi. Nostalji geçmişe ait bir ana takılı kalma halini getiren bir olgu. Kelimenin özünde ‘evi özleme’ anlamına geliyor. Hep kendine ait olana ya da geçmişe ait olan o parçaya özlem halini gerektiriyor. Ben biraz ondan kaçmak durumunda olduğumu hissediyorum. Çünkü o zaman bugünü öldürmüş oluyorum. Bugünün içinde yaşayıp zihnimi nostaljiyle doldurursam, bugünün gerçekliğinden uzaklaşmış olacağım. Bu yüzden ikisi arasında dengeli bir ilişiki kurup yeni bir söz söylemeye veya geleceğe yönelik alternatif soru işareti oluşturmaya, daha doğrusu virgül açmaya çalışıyorum.
Hakim kimliğin her zaman öteki olarak kodladığı bir dizi şey var. Kadınsın, Ermenisin, Rumsun, hatta bazen sanatçı olmak bile buna girebiliyor. Ama bir yandan da son bir yılı saymazsak kimlikler meselesi üzerine daha çok tartışabildiğimiz bir politik iklim vardı. Bu kimliklere sahip, “Ermeni sanatçı” diye bilinen biri olarak o dönemi nasıl değerlendiriyorsun? Seninle kurulan ilişki nasıldı?
Ben hiçbir zaman kendimi Ermeni veya Rum sanatçı olarak adlandırmadım, adlandırmayacağım da. Bunlar benim kimliğim. Eserlerimde kimliğimden ortaya çıkan unsurlar var elbette kaçınılmaz olarak. Bunlar yaşamımdan ve belleğimden geliyor neticede. Ermenistan Pavyonu’ndakiler dışında işlerim özellikle Ermenilik veya Rumluk üzerine adlandırabileceğim işler değil. Genel olarak hafıza ve kayıp meselesine, görünen-görünmeyen ilişkisine yoğunlaşıyor. Ermeni sanatçı ya da sadece kimlik üzerine işler üreten birisi olarak görülmemi anlamıyordum bir dönem. Dünyanın herhangi bir yerine gittiğimde üretimim bu şekilde okunmuyor. Bu noktada kendi içerisinde evrensel bir yapıya sahip olduğunu düşünüyorum.
Özellikle 100. yıl anmasının olduğu dönemde, uzun süredir tartışılmamış bir yaranın yeniden gün yüzüne çıktığı ve konuşulduğu bir dönemdi… olması gereken de buydu elbette. Çünkü hep üzeri kapatıldı ve es geçildi. Ama 1915 benim için ailemin ve kimliğimin geçmişinde var olan bir unsur olduğundan toplumsal olduğu kadar kişisel anlamda da bir acıyı hissetme haliydi benim için. Bu yüzden o dönemde sadece bu meseleye odaklı yapılan projelerde yer almak hiç istemedim. Venedik Bienali’ndeki katılımımı bile uzun bir süre sorguladım açıkçası. Yaşanmışlıklarla onu ifade etme yöntemlerini ayıklamak gerekiyor bir şekilde. Yüzüncü yıl sadece kendi ailemi değil bütün kayıpları anmak ve bir şeylerin iyiye doğru gittiğine inanmak istediğim bir yıldı.
Günümüz sanat ortamında dünya çapında,dönemsel olarak farklı kimlikler, konular öne çıkabiliyor. Aslında sistemin dayattığı bir şey bu, kimi zaman yüzeysel olarak bir meseleye değinip onu sömürmeye kadar da gidebiliyor. Kimi zaman ele alınan konunun özüne inilemeden sadece etrafından dolaşılıp konuşulmuş gibi yapılıyor, ama aslında özü anlaşılmadan kalıyor. Tabii ki her şeyi konuşabiliyor olmalıyız ama belli bir saygı çerçevesinde olması gerekiyor bence. Diğer yandan ortaya çıkan işlerden yeni şeyler öğrenen insanlar oluyor, bu da önemli bir şey ve sanatın didaktik anlamda başarabildiği de bir nokta. Bu elbette dengeli bir biçimde, değinilen meseleye sağlıklı yaklaşmaktan ve ona gereken soruları sorabilmekten geçiyor.
Şu an yaşanan o kadar çok kayıp var ki . Bu yok oluşları ve hafıza kaybını görmemek bende soru işareti yaratan bir durum. Yüzüncü yılın ardından baktığımızda, şu an, şimdiki zamanda yaşanılan kayıplar anlaşılamıyorsa veya görmezden geliniyorsa o zaman bütün bu tarihsel olaylardan hiçbir ders almamışız demektir.