7 Haziran seçimleri sonrasında hızla gelişen savaş ve siyasal kutuplaşma toplumda ciddi karamsarlığa yol açtı. Milliyetçi ve ayrımcı nefret söylemi siyasetin ve medyanın diline hâkim oldu. Kuşkusuz bütün bunlara 15 Temmuz darbe girişimi sonrası hükümetin geliştirdiği siyasal yönelim, uygulama ve öncelikler yol açıyor. Ancak çözüm sürecinin bitirilmesinin yarattığı sonuçlar da belirleyici oluyor. Çözüm sürecinde, PKK ile Türk ordusu arasında ilk kez çift taraflı ateşkes sağlanması nedeniyle iki yıldan fazla bir süre çatışma ve ölümler büyük ölçüde durmuş, savaşın sona ereceğine ilişkin umutlar hiç olmadık ölçüde yükselmişti.
7 Haziran sonrasında süreç kolayca bitirilerek beklentiler ve umutlar yerle bir edildi. Türkiye, bugün bu kolaycılığın ve kıymet bilmezliğin bedelini ödüyor.
İnkârın sonu
Türkiye devletinin kuruluşun sorunlarından biri olan Kürt sorunu, AK Parti döneminde yeni bir nitelik kazandı. Devlet geleneksel ‘inkâr ve imha’ siyasetinden, ‘kabullenerek asimile etme’ siyasetine geçti. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Ağustos 2005 tarihinde Ankara’da bir grup aydınla Başbakanlık’ta buluşması sırasında “Kürt sorunu bu memleketin bütün diğer sorunları gibi anayasal çerçevede çözülecektir” diyerek ilk kez sorunun adını koydu. Bu görüşmeden iki gün sonra 12 Ağustos’ta Diyarbakır’daki konuşmasında, “Kürt sorunu benim de sorunum, anayasal zeminde çözeceğiz. Büyük devlet hatalarıyla yüzleşebilen devlettir, geçmişte hata yapıldı, bunlarla yüzleşeceğiz” sözleriyle Kürt sorunun bir dönemini kapattı. Aynı zamanda devlet kurumları arasında ve içinde büyük bir tartışma ve çatışmayı başlattı.
Dönemin cumhurbaşkanı, bazı kuvvet komutanları ve bazı yüksek yargı mensupları Başbakan’ı eleştirdi. Bölünme korkusu canlandı. Kürt kimliğin tanınması, Kürtlerin haklarının neler olduğu, nasıl, ne kadar ve hangi zaman diliminde tanınacağı gibi sorular etrafında gerilimli ve çatışmalı bir tartışma yaşandı. Askerî vesayetin, statükoculuğun ve Türk milliyetçiliğinin güçlü olması ve kurucu ideolojinin toplumsal kesimlerde derin etki ve izlerini olması tartışmayı zorlaştırıcı unsurlardı. Kürt ve bölünme korkusu toplumu frenlemeye veya harekete geçirmeye devam ediyordu. Türkiye’yi Kürt sorununu çözmeye zorlayan dinamiklerin başında ise, Irak işgali sonrasında Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin (Kürt Federal Bölge Yönetimi’nin oluşmasının) yarattığı siyasal sonuçlar geliyordu. AB ile müzakere sürecinin gerekleri ve Kürt mücadelesinin silahlı bir hareket olma özelliğini aşıp toplumsal ve siyasal bir güç olma boyutuna ulaşmış olması da devleti çözüme mecbur bırakıyordu. Hükümette Cumhuriyet’in ötekilerinden biri olan siyasal İslamcıların olması ise işi kolaylaştırdığı gibi sınırlıyordu da. Cumhuriyet mağduru olmaları kolaylaştırıyor, soruna din kardeşliği ekseninde yaklaşmaları ise güçlük oluşturuyordu.
AK Parti hükümetleri 2005 yılından sonra kendi içlerinde ve devlet kurumları arasından bu tartışmayı ve gerilimi sürekli yaşadı. Gelgitler oldu. Türkiye bu gelgitleri yaşayarak Kürt sorununda çözüm arayışını 10 yıl sürdürdü. Başbakan’ın 2005 yılında, “Kürt sorunu” diyerek başlattığı çözüm arayışının ismini gelen tepkilerden sonra “Demokratik Açılım Süreci, Millî Birlik Kardeşlik Süreci” olarak değiştirmek zorunda kalması, çözümün sınırlarını ve sorununun kavranma düzeyini gösteriyor.
Suriye/Kobanî
Çözüm süreci 2013 yılının başında başlatıldığında devlet/hükümet aklı böyle çalışmaya devam ediyordu. Ortadoğu’da taşlar yerinden oynamış, Suriye’de iç savaş başlamıştı. Sürecin başında her iki taraf da Suriye savaşını fırsata dönüştürmek üzere planlar yaptı. Bugün çok daha iyi anlaşılıyor ki, bu hesaplar tutmadı, Kobanî’de ve Suriye’de yaşan gelişmeler çözüm sürecinin bitirilmesinde belirleyici rol oynadı.
Hükümet, hegemonyası altında Ortadoğu’da suni bir güç odağının oluşmasına elverişli bir yapının Suriye’de oluşmasının imkânsızlığını gördü, Suriye politikasında yalnız kaldı. ABD ve AB ülkeleri IŞİD’ de karşı Kürtleri (PYD’yi) müttefik olarak seçti. Beşir Esad’ın gidişinin kolay olmadığı anlaşıldı. Türkiye’nin yanlış Suriye ve IŞİD politikası Kürt korkusunu güçlendirdi. Kürt hareketi ise, ABD ve AB’nin IŞİD’e karşı mücadelesine verdiği destekle Kobanî’de sağladığı başarının ve çözüm sürecinin girdileriyle önce 2004 yerel seçimlerde Kürt illerinde AK Parti’yi geriletti, akabinde Cumhurbaşkanı ve 7 Haziran seçimlerinde beklenmedik sonuçlar elde etti. Bu süreçte kazandığı moral üstünlükle bazı Kürt bölgelerinde ikili iktidar aygıtları oluşturma çaba ve denemelerini yoğunlaştırdı.
Kobanî’de oluşturulan kantonları gelecek için tehdit olarak algılayan hükümet, 7-8 Ekim Kobanî direnişi ile dış güçlerin desteği ve arzusuyla iplerin elinden kaçtığı ve geriye dönüşü zor ve pahalı bir yola girildiği vehmine kapıldı, çözüm sürecinin devletin sınırlarını zorlama ve gelecek planlarını altüst etme potansiyelini gördü. Kısacası, çözüm süreci Türkler ve Kürtler için Kürdistan sorununun kapağını yeniden açtı. Bir yanda bölünme, aldatılma korkusuna, öte yanda ‘zamanı geldi’ yanılgısına yol açtı.
Hükümet çözümü kültürel hakların tanınması, yerel demokrasinin geliştirilmesi ve silahlı güçlerin Türkiye için bir tehdit unsuru olmaktan çıkarılması sınırında tutmak istedi. Daha açık bir ifadeyle, egemenliğin paylaşılmasından veya merkezî idarî yapını adem-i merkeziyetçi bir yapıya doğru evrilmesinden korktu. Buna zorlandığını hissettiğinde de müdahalenin zamanının geldiği yanılgısına kapıldı. Kobanî’de PYD öncülüğünde gelişen kantonları ve Güney Kürdistan’da gelişen bağımsızlık tartışmasını Türkiye sınırlarına dayanmış bir Kürt tehdidi olarak algıladı. Bu tehdidin savuşturulmasını öncelikli meseleye dönüştürdü.
Bu nedenlerle PKK’yı/ana akım Kürt siyasetini çözümün muhatabı/aktörü olmaktan çıkardı. Daha vahimi, Türkçülerle, Kürt düşmanlarıyla, statükocularla ve Ergenekoncularla millî cephe oluşturup millî seferberlik ilan etti. Bir süredir “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” ve “Yedi düvel bize düşman” siyasetiyle bu “tehdidi” savuşturabileceğini sanıyor. 1990’ların güvenlikçi politikalarını sert ve acımasızca uygulayarak, ana akım Kürt siyasetinin kabul edilebilir bir noktaya çekme planlarını hayata geçiriyor. Oysa, dağı taşı bombalayarak, seçilmiş Kürt siyasetçilerini cezaevlerine doldurarak, belediyelere kayyım atayarak, OHAL uygulamalarıyla, yasaklarla, hukuksuz, kontrolsüz bir biçimde askeri, polisi yetkilendirerek ileri gidilemeyeceğini ülke ve dünya deneyimlerinin çoktan öğretmiş olması gerekiyor.
Bugün, yıllardır Abdullah Öcalan’a uygulanan rehin tutma politikası bütün Kürt seçilmişlere uygulanıyor. Bunun o siyasetçilere oy vermeyen Kürtleri de rencide ettiğini göremeyen ve bu politikalarla Türkiye’nin partiler ve siyasetçiler mezarlığına döndüğünü kavrayamayanların çözümün aktörü olma şansını tamamen yitirdikleri bir siyasal tabloyla karşı karşıyayız.
Öcalan bugünleri anlatmış
Avrupa’da yayınlanan İmralı Tutanakları‘ndan anladığım kadarıyla iki yıl boyunca İmralı’da yapılan görüşmelerde bugünlerde yaşadığımız her şey konuşulmuş. Öcalan, istisnasız her görüşmede PKK’yi ve hükümeti bekleyen tehlikelere işaret etmiş, hükümeti zaman kazanma taktikleri, PKK’yi ise Kobanî ve bölgedeki ülkelerle ilişkiler konularında uyarmış.
Öcalan’ın gözlemci heyetinin ve müzakere masasının bir an önce oluşmasını ve PKK’nin silahsızlanması takviminin netleşmesini öncelediği, hükümetin ve Kandil’in ise Kobanî/Suriye endeksli bir plan uyguladığı görülüyor. Kandil, Kobanî kantonlarına benzer uygulamalara ve Kobanî başarısına öncelik verirken; hükümet bunların engellenmesini ve PYD’nin başarısını önlemeyi ülke ve bölge politikasının merkezine koydu. Dünya deneyimleri, taraflardan birinin kazanması diğerinin kaybetmesi üzerine kurulmuş bir çözüm masasının ayakta durma şansı olmadığını gösteriyor. Bu bakımdan, “Kobanî düştü, düşüyor”, “Seni başkan yaptırmayacağız”, “Suriye’de Kürt koridoruna izin vermeyiz” ve “AK Parti ile hiçbir biçimde hükümet ortaklığı ya da işbirliği yapmayız ” gibi söz ve politikalar çözüm süreçlerinin ruhuna aykırıdır. Bunlar çözüm sürecini ciddi etkiledi ve sonuçları yıkıcı oldu.
Bu ve buna benzer politikalar, sürecin temel aktörlerinin çözüm hedefleri arasındaki açının daha da genişlemesini getirdi. Çözüm sürecini sürdürülebilir kılmak için çözüm hedeflerinden buluşmayı sağlayacak politikalara ve güven artırıcı önlemlere ihtiyaç vardı. Öcalan’ın İmralı görüşmelerinde bunu yapmaya çalıştığını görüyoruz.
Suriye/Kobanî konusunda yanlış hesaplar, Kürt meselesini yeni bir boyuta sıçrattı. Artık Türkiye’de Kürtlerin eşit vatandaşlığı ve egemenliğin paylaşılması tartışmalarının çok ötesinde, Kürdistan sorunuyla karşı karşıyayız. Diğer taraftan çözüm sürecinin kolaylaştırıcı aktörü olma işlevi verilen HDP’nin yargı eliyle tasfiye edilmesi ve başarısızlığın faturasının seçilmiş Kürt siyasetçilerine ve demokratik alanda çalışma yürütenlere ödetilmeye çalışılması, Türkiye’yi çıkmaz sokağa soktu.
Çıkmaz sokaktan çıkış yolunu bulmaktan başka yol yok. Demokratik alanın ve siyasetin bitap düşürülmesi ve HDP’nin devre dışı bırakılması sürecin önüne konulan büyük bir takozdur. Bunun kaldırılması zorunludur. HDP’nin yeniden küllerinden doğmasının zorluğu ortada. Kürt ana akım siyaseti süreçten çıkışta kendine yeni bir kanal arayacağa/oluşturacağa benziyor.
Barışın toplumsal zeminlerini inşa etmeliyiz
Genel kuraldır, bütün savaşların kaderi son tahlilde masada belirlenir. Çeşitli nedenlerle yenişemeyen güçler, er geç sorunu masada müzakereyle çözmek zorundadır. Kürt sorunu gibi çok yönlü, çok aktörlü ve küreselleşmiş temel insan hakları kapsamdaki siyasal sorunların müzakeresi uzadıkça sorun kronikleşir, ağırlaşır, içinden çıkılmaz hâle gelir.
Çözüm sürecini geliştirme konusundaki gecikmenin bedelini bugün çok ağır ödüyoruz. Bölgedeki ve ülkedeki gelişmeler kısa sürede yeni bir çözüm sürecinin imkânsızlığını gösteriyor. Hem yıpranmış ilişkileri onarmak güç, hem de çözümün zorunlu siyasal aktörleri PKK ve AK Parti’nin siyasî angajmanlarındaki değişiklikler bu güçlüğü büyütür nitelikte. AK Parti’nin MHP ve Ergenekoncularla girdiği yakınlaşma süreci geciktirecek önemli bir faktör. Yeni sürecin başlaması, ABD’nin yeni başkanının Suriye’de ve Kürt meselesinde izleyeceği politikayla ve Suriye/Kobanî meselesinin nasıl bir hâl alacağıyla yakın ilişki içinde olacak.
Siyasal aktörlerin ve toplumun yeni sürece şimdiden hazırlanması gerekiyor. Barış çabalarını savaşın en fazla kızıştığı şu anda yoğunlaştırmak anlamlı ve kıymetli bir şey olacak. Barışın toplumsal zeminleri güçlü bir biçimde inşa edilebildiği ölçüde yeni müzakere de o derece kısa sürede başlar ve sağlam zeminlerde ilerler. Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla CHP ve MHP katılımıyla Yenikapı mitinginde kuruluşu ilan edilen millî cephe ve millî seferberlik siyasetinin taşıyıcı ve yönlendirici aktörü olan AK Parti seçmeninin siyasal tutumunda bir değişiklik olmadan barış sürecinin yeniden gelişmesini beklemek hayalcilik olur. Bu değişikliği başarmanın imkânları kısa bir süre öncesine göre bugün daha fazla. AK Parti seçmenin süreci sorgulayıcı tutumunu cesaretlendirici tavır bugün hayatî önemdedir.