Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyonla gözaltına alınan Aydın Engin ile gazetedeki odasında buluştuk. Bu soruşturmadan dolayı halen 12 Cumhuriyet Vakfı yönetcisi cezaevinde, haklarındaki iddianamenin yazılacağı ve hakim karşısına çıkacakları günü bekliyor. Aydın Engin’in bu soruşturmayla ilgili anlattıkları ise sadece bu olaya değil Cumhuriyet gazetesinin ve hatta Türkiye basınının tarihine ve bugününe ışık tutuyor.
Arife Köse: Cumhuriyet gazetesi ile ilgili yaşanan durum biraz karışık görünüyor. Suçlamalarda FETÖ var, PKK var, Cumhuriyet Vakfı ile ilgili iddialar var. Siz ve Hikmet Çetinkaya’nın da içinde olduğu 14 kişi gözaltına alındı, siz ikiniz serbest bırakıldınız ve şu anda 12 kişi cezaevinde. En başından başlayalım isterseniz. Nedir Cumhuriyet gazetesinin yaşadığı bu olay?
Aydın Engin: İlhan Selçuk’un ölümünden sonra bu gazetenin yönetiminin ne olacağı sorusuna cevap vermek gerekiyordu. Bunun pratik anlamı Vakıf Yönetim Kurulu. Çünkü Cumhuriyet Türkiye’de patronu olmayan tek gazete. Vakıf Yönetim Kurulu’nda görev alanlar maaş almaz. Tutuklululardan üç arkadaşımız İcra Kurulu’nda, yani Vakıf yönetimindeler ve şirketin aynı zamanda CEO’su ve yardımcıları gibiler: Akın Atalay, Hakan Kara ve Önder Çelik. Önder Çelik matbaa işlerine bakıyordu. Akın Atalay tüm işlere bakan çok kilit bir arkadaşımızdı.
İlhan Selçuk’tan önce Vakıf yönetimi yok muydu?
Vardı, ama İlhan Selçuk usülü. İlhan Abi Vakıf üyelerini kendisi tek başına seçiyordu. Ama yine de gazete ilke olarak patronsuzdu. İlhan Abi patron değildi çünkü. 1990’lı yılların başında Nadir Nadi’nin ölümünden sonra aile bütün haklarını Vakıf’a devretti. Eski tabirle, vakfettiler. Bu, Cumhuriyet’in tarihinde yeni bir süreçtir. Daha önce ailenin tercihleriyle giden bir gazeteydi. Çok zikzaklar çizmiş 93 yıllık bir gazete. Cumhuriyet ile yaşıt. Kendini Cumhuriyet’in kurucu gazetesi olarak tanımlar. Bu hâlâ da söylenebilir. Büyük yalpalamalar yaşamış. Örneğin 1936-42 arası savrulmuş. 1950’li yıllarda Nazım’ın tam sayfa fotoğrafını basmışlar ve “Bunu yere koyun ve üzerine tükürün diye bastık” demişler. Yani böyle yerlerden de geçmiş bir gazete. 27 Mayıs darbesini desteklemişler. Gerçi o da tuhaf bir darbedir. Garip bir demokratikleşme de sağlamıştır anayasasıyla. Yani sosyalist bir partinin kurulabilmesi, sendikal örgütlenmenin serbest kalması o anayasayla olmuştur.
12 Eylül darbesiyle benim 12 yıllık bir yurtdışı maceram oldu. Almanya’da yaşadım. Sonra döndüm. O sırada Cumhuriyet yine bir sarsıntı geçiriyordu. Patron olmayan gazetelerde bu biraz kaçınılmazdır. Hasan Cemal ve arkadaşları bir yönüyle Özalcı açılımlara olumlu baktıkları için, bir yönüyle de örümcek ağı bağlamış Kemalist çizgiye karşı daha özgürlükçü bir çizgi izledikleri için onlarla daha gelenekçi arkadaşlarımız arasında çatışma başlamış. Önce İlhan Selçuklar ayrılmış. İlhan Selçuklar ayrılınca gazetenin tirajı gülünç düzeylere düşmüş. Cumhuriyet’in okur kitlesi Kemalist ağırlıklıdır. Onların tepkisiyle Hasan Cemaller ekip olarak istifa etmek zorunda kaldı. Yerine İlhan Selçuk yeni bir ekiple gazeteyi götürmeye başladı. Türkiye’ye döndükten on gün sonra İlhan Selçuk beni çağırdı. Benim Cumhuriyet’te başlayacağımdan zaten emin de, gazetede ne yapmak istediğimi sordu. İlhan Abi, ‘Ben 12 milyon alıyorum, sana da 11 milyon veriyorum’ dedi. Ve ben Cumhuriyet‘te başladım. Meslekte yeniden doğuş gibi oldu benim için. Daha sonra Yazı İşleri Müdürü oldum. Ancak oldum olası sevmedim Yazı İşleri Müdürü olmayı. Bir süre sonra istifa ettim. Barışçıl bir şekilde yazı işleri müdürlüğünü devrettim ve haberci olarak devam ettim. Yine bir sabah gazeteye geldim. Benim yazdığım bir izlenimi Tırmık diye köşe haline getirmiş İlhan Selçuk. Ben böylece köşe yazarı oldum bu gazetede. 2002’ye kadar fena işler yapmadım.
Ne oldu 2002’de?
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesine beş kala, 28 Şubat süreci içindeyiz. Generallerin darbe yapma niyetleri var, hazırlıkları var. Gazetede bir toplantı düzenlendi ve bundan sonra ulusalcı bir çizgi izleyeceğimiz hepimize tebliğ edildi. O zaman henüz ulusalcılık şimdi olduğu gibi bir kavram niteliği kazanmamıştı. Bunun anlamı Kemalizmdi. ‘Ben yapmam bunu’ dedim ve çıktım gittim. Sonra T24’ü kurduk Doğan Akın ile. T24 benim için çok önemli ve değerli. Geleceğin gazetesinin de o olduğunu düşünüyorum. Kağıt gazetelerin cenaze namazı yakın. Sonra Hrant öldürüldü ve ben mecburen Agos’a geçtim. Sarkis Seropyan, “Bu gazete çıkmazsa Hrant o zaman ölmüş olur” dedi. Çok anlamlı, etkili bir cümleydi. Dört beş sayı çıkardıktan sonra Tırmıkyan köşesinin yazarı olarak devam ettim Agos’ta.
2014’te darbeci şu an Aydınlık’ta generallerle kucak kucağa olan Alev Coşkun gibi, yine onlara kucak açan Mustafa Balbay gibi, İnan Kıraç gibi unsurlar Cumhuriyet’ten ayıklandı. Benimle beraber Murat Sabuncu, Özgür Mumcu gibi isimler geldi. Böylece Cumhuriyet bir kez daha kabuk değiştirdi. Mesela Kürt sorununa daha duyarlı bir gazete haline geldi.
Mustafa Balbay ve Alev Coşkun’un varlığını nasıl bir sakınca ya da zarar olarak görülüyordu?
Süreç, gazetenin adım adım daha demokrat, daha özgürlükçü bir gazeteye dönüşmesi süreciydi. Bazen gazeteler için referans gazetesi denir. Örneğin Almanya’da Süddeutsche Zeitung ya da İngiltere’de Independent gibi. Cumhuriyet de sık sık özellikle Hasan Cemaller döneminde referans gazetesi olmuştur. Sözünü ettiğimiz süreç Cumhuriyet’i yeniden bir referans gazetesine dönüştürme sürecidir.
Bu kabuk değiştirme süreci başarılı olmuş, ancak suların durulması anlamına gelmemiş anladığım kadarıyla.
Tabii. Vakıf Yönetim Kurulu’nda seçim yapılır, 12 üyesi vardır. Bu ayrılanların yerine yenileri seçilir.
Adaylar nasıl belirlenir?
Yönetim Kurulu üyeleri kendi aralarında konuşup adayları belirliyor. Ama sonuç olarak bu yolla tasfiye edilenler, bu gazeteyi kendi siyasal gelecekleri için tramplen olarak görenlerdi. Mustafa Balbay’ın milletvekili olmasının tek nedeni Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi olması ve sonra da cezaevinde yatmış olmasıdır. Alev Coşkun gelmiş kaç yaşına, ancak siyasî ihtirasları çok fazla. Mustafa Balbay ve Alev Coşkun, Osman Pamukoğlu, yapılan Vakıf seçiminin tüzüğe aykırı olduğunu iddia ederek Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne dava açtılar.
Sonra ne oldu?
Bir daha seçim yapılmasını istediler. Vakıflar Genel Müdürlüğü bir müfettiş görevlendirdi. Bu müfettiş seçimlerin yasalara uygun olduğuna ve usülsüzlük olmadığına karar verdi. O müfettişin raporunu Vakıflar Genel Müdürlüğü onayladı. Dava dosyasına girdi. Mustafa Balbay davaya müdahil oldu. Çünkü onun siyasette yükselmesi için önemli bir tramplendi Cumhuriyet. O da müdahillik dilekçesi verince yargıç mecburen davayı erteledi. Vakıflar yeniden müfettiş gönderdi. Çünkü birileri Cumhurbaşkanı’na imzasız bir mektup yazarak Cumhuriyet Vakfı üyelerinin usülsüz bir şekilde seçildiğini ihbar etti. Cumhurbaşkanı da Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne talimat verdi. Vakıflar Genel Müdürlüğü yeni bir müfettiş tayin etti ve o müfettiş öbürünün tam tersi bir rapor yazdı. Vakıflar bunu onayladı ve dosyaya girdi. Hakim ona da bakıp bir karar verecekti. Bu arada davanın yargıcı emekli olmaya zorlandı. Şu anda duruşma Mart sonuna ertelendi. Biz bunu olumlu bir gösterge olarak değerlendiriyoruz. AKP iktidarının diğerlerinden bir farkı var, pragmatist. Tepkiler çok büyük olunca ‘Şimdi bir de bu yükü almayalım’ diyebiliyorlar. O yüzden 30 Mart’a kadar rahatız. 30 Mart’a kadar Vakıf’ın yönetimini bir başka ekibin ele geçirme ihtimali yok. Sonra da yok aslında.
Ancak yöneticileri şu an cezaevinde. Bu durumda hâlâ yöneticilik yapabiliyorlar mı?
Vakıf Yönetim Kurulu olarak görevlerine devam edebiliyorlar. Kapalı zarf içinde oy kullanabiliyorlar. Yöneticilikleri düşmüş değil. Ayrıca yedi Yönetim Kurulu üyesi yedi avukata vekalatname verebilir ve Yönetim Kurulu toplantılarına o avukatlar onların adına katılabilir.
Ancak dosyada sadece Vakıf Yönetim Kurulu seçimi ile ilgili suçlamalar yok. Aynı zamanda teröre destek suçlaması da var, değil mi?
Biz Murat Sabuncu ile sohbet ederken ‘Bize bir gün vuracaklar ama bakalım nereden vuracaklar’ diye konuşurduk.
Biz derken kastınız Cumhuriyet mi?
Cumhuriyet’in bugünkü yayın çizgisi. Bu çizgiye bu hükümet tahammül etmez. Doğan grubunu da steril bir çizgiyet getirdi. Havuz medyası haline getirmedi, ama steril bir hale getirdi.
Steril derken?
Orada çalışan ve başlık gibi konularda karar verici pozisyonda olan arkadaşlarım ‘Çok öfkelenir mi acaba Erdoğan?’ gibi bir soruyu sormak zorunda kalıyorlar. Eğer öfkeleneceğini düşünürlerse, ya haberi yumuşatıyorlar ya da tamamen kaldırıyorlar. Steril derken bunu kastediyorum. Yani dolayısıyla Murat’la konuşurduk “Bize nereden vuracaklar?” diye. Doğrusu bu aklımıza gelmemişti. Böylesi gelmemişti.
Siz nasıl bir şey bekliyordunuz?
Birisinin bizim hakkımızda dava açabileceğini düşünüyorduk Cumhurbaşkanı’na hakaret, terör propogandası gibi bir sebepten. Buna şaşırmazdık. Bir sabah saat yediye çeyrek kala evin zili çaldı, açtım. Sekiz tane polis. En çok bana gelmiş, o yüzden ben onlara hava basıyorum “En tehlikeliniz benim” diye! Çünkü diğerlerinin evine beş altı polis falan gitmiş. Kimliklerini gösterdiler. “Arama kararı var, arama yapacağız” dediler. İyi polislerdi, kötü davranmadılar. Ben biraz deneyimli olduğumdan “Ev arama varsa arkasından yakalama var mı?” dedim. “Var efendim” dediler. Böyle 14 kişi vardı. Orhan Erinç Vakıf Başkanı, onun evi aranacak, ama yakalama kararı yok. Cumhuriyet’in eski malî müdürünü Dikili’den yakalayıp getirdiler. Bizde hiçbir işe karışmayan Günseli diye bir arkadaşımız var, muhasebeci. Onu da aldılar. Gözaltına alındık ve terörle mücadelenin eksi bir katındaki gözaltında buluştuk. Akın Atalay yurtdışındaydı, 5-6 gün sonra döndü.
Nasıldı gözaltı günleri?
Valla nasıl söyleyeyim, güzeldi. Çağ atlamış Türkiye. Sirkeci’de Sansaryan Hanı 1971’de Emniyet Müdürlüğü’ydü. Onun en üst katı Siyasî Şube’ydi. Bir de ‘tabutluk’ denen hücreleri vardı. İçinde sadece sırtınızı dayayabilirsiniz. Ayaklarınızı uzatamazsınız. Tabut gibi. En alt katta da nezarathanesi vardı. Sidik kokulu, ama az buz sidik kokulu değil. Küçücük bir yerde 50-60 kişi kalırdı. Sırtını duvara dayayacak bir yer kapmış olan şanslı sayılırdı, kafayı dayayıp uyuyabilirdi çünkü. Peynir ekmek yemek için polise açıktan para vermeniz gerekirdi, çünkü yemek yoktu. Yankesicisi, gaspçısı, eroincisi, torbacısı, kadın, çocuk, oğlan satıcısı orada, gazetecisi de orada. Sırf ben değil yani, bir sürü başka gazeteci arkadaşım vardı. Ama şimdi hiç öyle olmadı. Polisler bana çok iyi davrandı. Siyasî tartışmaya asla girmeden, tavır almadan yaklaştılar. Önce Haseki Hastanesi’nde sağlık muayenesi yapıldı. Oradan da gözlatına götürdüler. Sansrayan Han’ın gözaltısını bilen birisi için sürprizdi. Altı tane koridor var. Aydınlık, ışıklandırılmış, çok temiz. Altı koridorda özel şilteler var. Üzerini mavi incecik plastik kaplamışlar. AB’ye uyum yasaları işe yaramış belli ki. Beş günlük gözaltı için neredeyse dinlendik diyeceğim. Gazete yok, televizyon yok, internet yok. Tam bir izolasyon. Ama buna ihtiyacımız varmış. Güzel oldu. Dördüncü günün akşamında avukatla görüştük. Ertesi gün de savcı geldi.
İfadeleriniz nasıl alındı?
Sorgu sırasında çift ekran var. Bu ekranlardan biri size dönük. Oradan ifadenizi görüyorsunuz ve müdahale edebiliyorsunuz. Hiç kimse karışmıyor. Biz ne dediysek onu yazdılar. Eskiden öyle olmazdı. Senin cümlelerini savcı yeniden kurardı. Bu defa farklıydı. Ancak sorulanlarda hiçbir kanıt yoktu. Şöyle ayırayım; Vakıf yöneticisi olan, gazetede editoryal görevi olmayan arkadaşlarıma Vakıf’la ilgili ihbar niteliğinde sorular soruldu. Diğer yanda Alev Coşkun’un ifadesi akıyor. Bizim sol harekette savcının şahidi olmayı kabul etmek bir kara lekedir. Gerçi savcı seni şahit olarak tespit edip çağırırsa gitmek zorundasın. Yoksa yakalama gelir. Ama mesela Şükran Soner da ifade verdi. Şükran’ın ifadesi dosyada yok. Çünkü Şükran onların istediği hiçbir şey söylemedi. Alev’in ifadesi, Pamukoğlu denen adamın ifadesi akıyor ekranda. Balbay’ın Akşam gazetesinde yayınlanmış bir beyanı, attığı tweet’ler, işte “FETÖ’cülere ve PKK’lılara gazetede yer var, CHP milletvekiline gazetede yer yok” gibi tweet’ler attı. Bunlar soruldu bize. Her soruya cevap vermek zorunda değilsiniz. Cevap vereceğiniz soruyu siz seçiyorsunuz.
Örneğin, ben birkaç özel soruya ayrı cevap verdim. Mesela Baskın Oran, Cengiz Aktar, Ahmet İnsel ve ben 2015’te ‘Özür Diliyoruz’ diye bir eylem başlattık. Bunun için bir web sitesi kurduk. Web sitesine çok saldırı oldu. Daha güvenlikli bir web sitesine ihtiyaç oldu. Benim oğlum bu konuda önemli bir uzmandır. Ama bunun 1000 lira gideri var. Adam başı 250 TL verdik. Benim oğlan yaptığı için paralar bende toplandı. 250 TL vermiş Ahmet İnsel. “Ahmet Faik İnsel polis kayıtlarında PKK üyesi olarak kayıtlı, 250 bin lira vermiş” dediler. “250 bin lirayı ben hayatımda yan yana görmedim. Ahmet İnsel de görmedi” dedim. “Ayrıca Ahmet İnsel’in PKK üyesi olduğunu söylemek ancak zembereği boşalınca yapılacak bir şey” dedim. “Niye?” dedi. “Bir kere kendisi Galatasaray Üniversitesi’nde ve Sorbonne’da ekonomi profesörüdür ve çok önemlidir” dedim. “Profesör mü?” dedi. “Profesör” dedim. “Allah allah” dedi. “Ama siz buraya cevap verin, ne aldınız?” dedi. “250 TL” dedim. Bir başkası yine aynı proje için 190 TL vermişti yine aynı çalışma için, o da 190 bin TL vermiş gibi görünüyordu mesela.
Sonra benim altı yazımla ilgili gerçek dışı iddiaları sordular. 10 Temmuz’da ben bir yazı yazmışım, “Cihanda sulh, anladık da, yurtta ne?” başlıklı. Adam “siz bu başlıkla bir yazı yazdınız ve ‘Cihanda sulh, yurtta ne?’ diye sordunuz. Beş gün sonra darbe oldu Yurtta Sulh Konseyi adıyla. Siz bir mesaj verdiniz’ dedi. Yani mesaj verdiğim kesin de, talimatı kim verdi bilinmiyormuş… Yani benim Cumhuriyet’te köşe yazısı yazarak darbecilere mesaj verdiğim kesin. “Ben mesaj vermedim kimseye, Atatürk’ün lafıdır o” dedim. “Ne gibi?” dedi. “Hani yurtta sulh cihanda sulh var ya” dedim. Böyle bir sürü örnek sayabilirim. Yani özü şu, hem FETÖ hem PKK propogandası yapmak ve böylece Terörle Mücadele Yasası’na aykırı davranmakla suçlandım.
Cumhuriyet’in yayın çizgisinin değişmesiyle bir ilgisi var mıydı sizce bu suçlamaların?
Tabii ki. Örneğin Turan Günay arkadaşımız ne Vakıf yöneticisi, ne köşe yazarı. Ona 31 soru sormuşlar; 31 sorunun 31’ine de tek cümleyle yanıt vermiş: “Ben Cumhuriyet Vakfı’nda yönetici değilim.” Öbür arkadaşlara ise “Efendim 450 TL para girişi olmuş Cumhuriyet Vakfı’ndan gazeteye. Efendim bu, yasalara aykırı.” Yok öyle bir şey, gayet yasalara uygun. O arkadaşlarımız tamamen yine şahit ifadelerindeki ihbar niteliğinde iddialara cevap vermek zorunda kaldı.
Oradan hepimiz yine sağlık kontrolüne götürüldük, oradan da Çağlayan Adliyesi’ne. Sulh Ceza Hakimlikleri diye bir şey kuruldu. Bunlar tutuklama makinesi. Hikmet ve benim için savcı, “Bunlar tutuklanmasın, yaşlı” demiş. Bizi saldı ve ben gece ikide Cumhuriyet’e geldim. İşte orada söyledim o “Bu benim hayatımda gördüğüm en ahlaksız dosya’ cümlemi. Çünkü tanık ifadesiyle insan suçlanmaz. Tanık mahkemede dinlenir, ifadesi o sırada ele alınır. İddianamede “Bunlar tutuklansın” dediğinde ortada bir kanıt yok.
Mesela Orhan Erinç’e başkan olmasına rağmen tek bir Vakıf sorusu sorulmadı. Tek bir soru soruldu: “Gazetenizin yayın politikasını niye değiştirdiniz?” Şimdi bu çok kritik bir şey. Bir savcı yayın politikasını niye değiştirdiniz diye sorabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Bunun tek cevabı olur: Sana ne! Yani biz “Yayın politikamızı değiştiriyoruz sayın savcı. Müsaade ediyor musunuz?” mu diyeceğiz?
Bu bir yandan iyi. Buradan kimseyi mahkum edemezler. Ne zaman çıkacağımızı bilmiyoruz. Şimdilik şüpheliyiz biz. Henüz iddianeme yok. İddianame kabul edilirse sanık olacağız ve mahkeme karşısına çıkacağız. Gayri ciddi bulursa ya iddianameyi reddeder ya da savcıya yeniden yazdırır ya da o iddianame üzerinden insanları yargılar ve beraat ettirir. Hangisi olur bilmiyoruz. En önemlisi de, bu siyasî bir dava oldu artık. Bu konuda hükümetin ne tavır alacağı çok önemli. “Bir de Cumhuriyet belasını sarmayayım başıma” diyerek dosya üzerinden bile beraat gelebilir. Ama ben ilk duruşmada çok arkadaşımın serbest kalacağını düşünüyorum. Bizim tutuklanmamız ardından oluşan tepkilerde Gezi ruhunun yeniden canlandığını gördüm. Çok sayıda dayanışma ziyareti oldu. Gelen herkese aynı şeyi söyledim: “Çok teşekkürler geldiğiniz için, ancak yardımcı olmak istiyorsanız Ankara’ya, Adalet Bakanlığı’na gidin. Oraya baskı yapın. Bir an önce iddianame yazılsın, arkadaşlarımız mahkemeye çıksın.” İsveç’ten gelen bir ekip, “Ama Adalet Bakanı savcıya baskı yapamaz ki” dedi! Ne diyeceğimi bilemedim tabii.
Peki tüm bunlar olurken Mustafa Balbay ve Alev Coşkun’dan başka hamleler var mı?
Bir CHP milletvekili “Genel Başkan’ımız beni görevlendirdi” diyerek tarafları uzlaştırmak için buraya geldi. Günlerce kafa ütüledi. Ben dünkü çocuk değilim. Ankara’da arkadaşlarımı aradım, böyle bir şey olup olmadığını öğrenmek için. Bu kişi Genel Başkan’a gitmiş, “Ben onları tanırım, bir yardımcı olayım” demiş. O da “Yapabilirsen yap” demiş. Yani Başkan da “Böyle bir şeyden haberim var, ama ben görevlendirmedim. CHP’nin Cumhuriyet’in iç işlerine karışmasını ben sadece engellerim. Biz sadece Cumhuriyet’e destek olmakla yükümlüyüz” demiş. Güzel bir duruş bu. Ben hâlâ Alev’in, Balbay’ın pes ettiğini düşünmüyorum. Alev yönetim kuruluna girmek, Balbay da gazetede üç gün yazmak istiyor. “Hayır” dedik onlara. Yasal olarak seçilmiş 12 kişilik bir Yönetim Kurulu’muz var. Onların yedi tanesi hapistedir. Üyelikleri devam etmektedir. Gazetemizin yayın çizgisi doğru bir çizgidir. Bu çizgiyi değiştirmek gibi bir niyetimiz yok.