Dünyanın en zengin ülkesi ve en büyük emperyal gücü olan Amerika’da birkaç yıldır olağanüstü gelişmeler yaşanıyor. Bir yanda 2008 yılında başlayan ve hâlâ tam olarak üstesinden gelinemeyen ekonomik kriz, öbür yanda ülke ayrımı yapmayan ekolojik kriz, politik bir hegemonya krizi de yaratmış durumda.
ABD’nin ilk Afro-Amerikan başkanı olarak tarihe geçen Obama 2008 yılında göreve gelir gelmez kapitalizmin 1929 yılından sonra yaşadığı en büyük küresel ekonomik kriz ile baş etmek durumunda kalmıştı. Bush yönetiminin Ortadoğu’da başlattığı savaşlara son vereceğini, ABD’deki ırkçılığa karşı mücadele edeceğini ve işçi sınıfı için bir dizi sosyal reform sözü vaat etmişken, trilyonlarca dolarlık parayı bankaları kurtarmak için akıtmıştı Obama. Sosyal programlarını uygulayamadığı gibi, siyahların durumunda da hiçbir ilerleme yaşanmadı. Hatta son yıllarda siyahlara yönelik polis şiddeti ile ABD’de ilk kez “Black Lives Matter” (Siyahların Hayatı Önemlidir) isimli bir hareketin siyah bir Başkan döneminde ortaya çıkmış olması da büyük bir ironidir.
Obama döneminde, ABD öncülüğünde tüm dünyada ekonomik krizle mücadele etmek adı altında uygulanan kemer sıkma politikaları 2011’de kitlesel başkaldırılara neden oldu. Tunus’ta başlayan politik devrim ABD’nin Ortadoğu’daki en yakın müttefiki Mısır’a sıçradı ve oradan tüm Ortadoğu’ya yayıldı. Meydan işgalleri birkaç ay içerisinde Avrupa kentlerini ve sonra da New York’tan başlayarak ABD eyaletlerini sardı. “Occupy” (İşgal Et) hareketi Obama’nın ekonomik krizin gerçek mağdurları yerine bankaları kurtarmasına tepki olarak yükseldi ve şirketlere karşı demokrasi ve özgürlük talebini ileri sürdü. Occupy hareketinin radikal değişim talebi politik yansımasını Demokrat Parti’den başkan adayı olan Bernie Sanders’da buldu. “Black Lives Matter”dan “Occupy” hareketine, asgari ücretin 15 dolara çıkarılmasını talep eden “Fight For 15” hareketinden çevre ve ekoloji hareketlerine kadar birçok sosyal hareket Sanders etrafında birleşik bir kampanya yarattı.
İç içe geçen mücadeleler: Detroit ve Flint örnekleri
Obama döneminde siyahları ve işçi sınıfını öfkelendiren önemli gelişmeler arasında Detroit’te 2014 yılında ve Flint’te 2016’da yaşanan su krizlerinin etkisi önemli oldu. İkisi de Michigan eyaletine bağlı olan şehirlerin bir takım ortak özellikleri var. İkisi de 1900’lerin başında hızla yükselen sanayi şehirleri iken nüfus çoğunluklarını beyazlar oluşturuyordu. Ancak 1970’lerden sonra sanayinin çözülmesi, bu şehirlerde ekonomik gerilemeye ve nüfus kaybına yol açtı. Örneğin şu an Detroit, ABD’de yoksulluk oranının en yüksek olduğu şehir. İki şehirde de yaşanan nüfus düşüşünün bir sonucu da çoğunluğun beyazlardan siyahlara geçmesi. Özellikle orta ve üst sınıf beyazların şehri terk etmesine “white escape” (beyaz kaçış) deniyor. Detroit’in en parlak döneminde, 1950’lerde, nüfusunun yüzde 80’ini beyazlar oluştururken 2010 nüfus sayımına göre beyazların oranı yüzde 10’a geriledi. Flint şehri de aynı şekilde beyazların çoğunlukta olduğu zengin bir şehirken gerilemeye başladı ve bugün nüfusunun yüzde 60’ı siyah olan 100 bin kişilik yoksul bir şehir. 2008 ekonomik krizi de bu şehirlerdeki yoksulları ve işçileri olumsuz etkiledi.
Ekonomik kriz nedeniyle 2013’te iflas eden Detroit Belediyesi açığını kapayabilmek için 2014 başında su faturası borcu olan 80 bin hanenin 18 bininin sularını kesti. Böyle bir kriz döneminde su vergilerindeki yüzde 119 oranında artışın arkasında su hizmetlerinin özelleştirilmesi planı olduğu düşünülüyordu. Suları kesilen hanelerin ve ticarethanelerin zaten krizden dolayı iflas eden ya da işini kaybeden insanlardan oluşması isyana neden oldu. Detroit’te yükselen gerilim, su kesmek için gelen kamyonların sevk edildiği tesise yapılan binlerce kişilik yürüyüş ile sokaklara taştı. “Bankaların borcu kapatılıyor, bizim suyumuz kapatılıyor” diye slogan atılıyordu. Detroit’te sendikaların da dahil olduğu Water Brigades (Detroit Su Tugayları) hareketi kitlesel gösteriler yaparak su kesintilerini durdurdu.
Flint şehrinde ise bir başka büyük su krizi yaşandı. Yoksulluğun arttığı ve nüfusun azaldığı şehirde Belediye tasarruf etmek amacıyla yıllardır Detroit’ten alınan suyu Flint Nehri’nden çekmeye başlamıştı. Ancak yine tasarruf kapsamında, eski borularda bulunan kurşunun suya bulaşmasını engellemek için atılan ortofosfatın kullanımına son verildi. Bunun sonunda, sadece altı ay sonra, binlerce kişi aşırı kirlilikten zehirlendi ve şehirde olağanüstü hâl ilan edilmek zorunda kalındı. Ulusal Muhafızlar’ın gönderildiği şehirde haftalarca sadece ambalajlanmış sular kullanıldı, ancak çeşme suyundan kat kat pahalı olan ambalajlanmış sular ayrı bir krize neden oldu. Ülke genelinde Flint ile dayanışma eylemleri yapılırken Flint’te de yeni bir hareket doğdu: “Flint Lives Matter” (Flintlilerin Hayatı Önemlidir). Nüfusun çoğunluğunu oluşturan siyah ve yoksul halk Black Lives Matter ile birleşen bir mücadele örerek bu ismi tercih etmişti. Hareketin ABD Başkanlık seçimlerinden sadece birkaç ay önce ortaya çıkması Sanders kampanyası etrafında biraraya gelen sosyal hareketlerin meseleyi ülke gündemine taşımasına neden oldu. Sanders’ın Michigan’da yaptığı mitingde Flint Lives Matter hareketi asgari ücret artışını talep eden “Fight for 15” hareketi ile taleplerini birleştirerek “Asgari ücreti artırın, suyumuzu temizleyin” sloganları atıyordu.
Detroit ve Flint krizleri sonrası ülke çapına yayılan su sorununu ve su merkezli hareketleri takip eden “Circle of Blue” (Mavi Daire) sayfası muhabiri Brett Walton, ABD’de su hakkı üzerinden yeni bir sivil haklar hareketinin doğmakta olduğunu yazdı. Walton, ekonomik krizde dokuz milyon kişinin işsiz kaldığını ve bu tarihten itibaren ülkede su hizmetlerine erişimde ciddi sıkıntılar yaşandığını anlatarak birçok eyalette bir taban örgütlenmesi olarak suya erişim hareketinin yükselmeye başladığını anlatıyordu. Geri kalmış ülkelere özgü bir sorun olarak bilinen suya erişim sorunu, dünyanın en zengin ülkesinde önemli bir sınıfsal mesele haline geldi.
Michigan eyaletinin bu iki şehrinde yaşanan örnekler Trump’ın yükselişinin arkasında yer alan toplumsal nedenleri iyi özetliyor. Eyaletteki refah döneminin 1970’lerden itibaren gerilemesi ile birlikte 1992 yılından itibaren seçimlerde Demokratların kesintisiz üstünlüğü vardı. Obama’nın 2008 yılı seçimlerinde aldığı oy bir rekordu: yüzde 57. Ancak son seçimlerde Trump eyalette birinci olmayı başardı.
Kuzey Dakota’da petrol boru hattına karşı direniş
ABD’nin Kanada sınırındaki Kuzey Dakota eyaletinde 3,8 milyar dolarlık, 1886 km uzunluğunda, Dakota Erişim Petrol Boru Hattı inşa ediliyor. Kuzey Dakota’nın Bakken bölgesinin ham petrolünü Illinois eyaletine taşıyacak olan proje dört eyalette 50 ilden geçecek. Petrol Illinois’dan da mevcut boru hatlarıyla ihracat için Meksika Körfezi’ne taşınabilecek. Günde yaklaşık 500.000 varil petrol taşıyacak boru hattı yüzlerce suyolundan geçek ve bunlar arasında en büyüğü Missouri Irmağı.
Proje sonlara doğru yaklaşırken beklenmedik bir direnişle karşılaştı. Boru hattı güzergâhı üzerinde, Sioux yerli halkına ait topraklar üzerinde, Eylül ayında boru hattına karşı eylemler yapılmaya başlandı. Boru hattının geçtiği bölgedeki Missouri Irmağı yerli halk için kutsal kabul ediliyor. Şirketin inançlarına saldırdığını ve ayrıca boru hattının milyonlarca kişinin kullandığı suları kirleteceğini söyleyen Sioux yerlileri, kendilerine ait topraklar olan Standing Rock bölgesinde direnişe geçti.
Kuzey Dakota’da yerli halklara ait olan geniş topraklar, baraj yapımı ve otoyollar ile ellerinden alınmış durumda. Yerli halk oldukça yoksul. Standing Rock bölgesindeki iki ilçe tüm ülkenin en yoksul iki ilçesi, hapishanelerin dörtte birini yerliler dolduruyor. Bakken bölgesinde çıkarılan petrolün neden olduğu yeraltı suları ve çevre kirliliği toprağa bağlı yaşayan insanları daha da zor duruma düşürüyor. Ekonomik, etnik ve ekolojik sorunlar iç içe geçmiş durumda.
Yerlilerin 3 Eylül’de düzenlediği gösterilere şirketin özel güvenlik güçleri, köpekler ve gaz bombaları ile saldırması sonucu direniş bir anda ülke gündemine taşındı. Amerika’da yaşayan 300 kadar yerli halk Standing Rock direnişi ile dayanışma içerisinde olduğunu bildirdi. Böylece direnişçiler boru hattının yanında yerli halka ait olan bölgede Sacred Stone Camp’ını (Kutsal Kaya Kampı) kurdular. Daha sonra yerliler iki yeni kamp alanı daha kurarak boru hattının yapımını geciktirmeye başladı. Kamp, yerli halkların kültüründe var olan bir yaşam biçimi olmakla birlikte, Occupy hareketinin meydan işgallerini de temsil etmesi açısından seçilmiş bir eylem türüydü.
Direnişin başladığı günden bu yana polis birçok kez yerli halka ve su savunucularına saldırdı. Kimi zaman nehir kıyısında yaptıkları dua ayinlerine, kimi zaman yürüyüşlerine, kimi zamansa kamp alanlarına saldırdı. Bu saldırılarda toplamda yüzlerce kişi yaralandı, yüzlercesi gözaltına alındı. Küçük bir ilçe olan Morton’da (kamp alanlarının bulunduğu bölge) hapishaneler yetmeyince yerli halk köpek barınaklarına atıldı. Şirket ve eyalet polis teşkilatı sürekli olarak kampta fuhuş yapıldığını, uyuşturucu kullanıldığını, çevrede yaşayanlara ait hayvanların kampta kalanlar tarafından vurulduğunu, hırsızlık yapıldığını iddia ederek bölge halkını sularını savunan yerli halka karşı dolduruyor. Bu propaganda, Ortadoğu’dan Avrupa ülkelerine ve Türkiye’ye kadar neredeyse tüm meydan işgalleri ve çevre direnişlerinde alışkın olduğumuz şirket ve devlet taktiğinin bir örneği.
Polisin 27 Ekim’de tam olarak boru hattı güzergâhı üzerinde bulunan Red Warrior Kampı’na saldırarak kampı dağıtması üzerine, direnişçiler tüm ülkede kendilerine destek vermek için eylemler örgütlenmesi çağrısı yaptı. Boru hattına direnişi bir ânda ülke genelinde eylemlere neden oldu. Ülkenin birçok şehrinde aktivistler projeyi destekleyen Citibank şubeleri içinde kendilerini zincirleyerek “Su yaşamdır” sloganları attı.
Dayanışma eylemleri büyürken 8 Kasım’daki Başkanlık seçimini, boru hattını yapan şirkette hissesi olduğu bilinen ve zaten ırkçı bir kampanya yapmış olan Donald Trump kazandı. Trump’ın Başkan seçilmesi proje sahibi Energy Transfer Partners şirketini harekete geçirdi. Zaten projenin teslim tarihi olan 1 Ocak yaklaştıkça saldırılarını artıran şirket ve eyalet yönetimi, Trump’ın kazanması ile güç kazandı. Büyük oranda tamamlanmış olan projenin bir tek Missouri Irmağı’nın altından geçen kısmı tamamlanmayı beklerken son çıkan haberlerde şirketin proje yapım sürecinin uzaması sonucu yüz milyon dolar zarar ettiği söyleniyordu. Energy Transfer Partners, proje daha fazla gecikecek olursa zararın telafi edilemeyecek boyutlara varacağını bildirdi. PBSO televizyonunda konuşan şirket CEO’su Kelcy Warren sunucunun “Şirketinizde hisseleri olduğunu bildiğimiz ve sizin de büyük destek verdiğinizi bildiğimiz yeni Başkan Trump sizce boru hattının inşasına onay verecek mi?” sorusunu şöyle yanıtladı: “Elbette… Kuzey Dakota halkı genellikle harika insanlar. Hukuka bağlı, şiddet kullanmayan insanlar. Şu anda olanlar tüm eyalet için çok rahatsızlık verici. Bu barışçıl bir protesto değil ve onlar ne yaparsa yapsın projeyi tamamlayacağız.”
Trump’ın seçilmesi ve şirket CEO’sunun açıklaması güvenlik güçlerini bir kez daha harekete geçirdi. Polis, Standing Rock kampına bir kez daha saldırdı. Bu, o güne kadarki en sert saldırı oldu. Eksi beş dereceye düşen soğuğa rağmen aktivistlere su sıkan polis saldırısı sonucu 165 aktivist yaralanırken yedi kişi hastaneye kaldırıldı. Bu sert saldırı sadece Trump’ın verdiği destekten değil, aynı zamanda projenin teslim tarihinin de 1 Ocak olmasından kaynaklanıyor. Şirket projeyi teslim edemezse sözleşme şartlarını yerine getirememiş olacak ve büyük zarara uğrayacak. Tam da bu nedenle, Kuzey Dakota Valisi 28 Kasım’da olağanüstü bir kararname yayınlayarak “yaklaşan kış koşulları” nedeniyle kampın 5 Aralık tarihine kadar boşaltılmasını istedi. Hemen ardından Trump ilk kez açıkça projeye destek verdiğini, çünkü bu projenin bütün Amerikalıların çıkarına olduğunu söyledi.
Trump’ın seçilmesi her ne kadar toplumsal hareketler üzerinde bir moral bozukluğu yaratmış olsa da Kuzey Dakota’nın direnişi büyütme kararı Trump sonrası ilk büyük zaferi getirdi. Son saldırının ardından Sioux yerlileri 1 Aralık’ta başlamak üzere Ulusal Eylem Ayı çağrısı yaptı. Bir yandan eylemler ülke geneline yayılmaya başlarken, öbür yandan olası bir asker-polis saldırısına karşı 2.000 emekli asker ve gazinin (Irak savaşına, yani bir petrol savaşına katılmış olanlar dâhil) su varlıklarını koruyan yerli halkla dayanışmak için kampa gelmesi devleti son derece zor duruma düşürdü. Kampın boşaltılması için verilen sürenin dolmasına saatler kala resmî olarak projenin durdurulduğu haberi geldi. ABD Ordusu Mühendislik Birimi yaptığı açıklama ile projenin geçici olarak durdurulmasına ve bu arada yerli halka ait topraklardan geçen boru hattı için yeni bir rota çizilmesine karar verdi. Haber kampta büyük bir zafer coşkusu yaratmakla birlikte direnişçiler projenin iptal edilmemesinden memnun değil. Şirketin temyize başvuracağını veya görevi Ocak ayında devralacak Trump’ın mahkeme kararını iptal ettireceğini düşünüyorlar. Bu nedenle de şimdiden yeni bir mücadele dönemine hazırlandıklarını ilan ediyorlar.
Trump dönemini bekleyen çelişkiler
Irkçı ve cinsiyetçi söylemlerine rağmen finans sektörüne ve üretimin Asya ülkelerine kaymasına neden olan serbest ticaret anlaşmalarına karşı sağ-popülist argümanlarla Başkan olan Trump, özellikle Orta Amerika’da yoksullaşmakta olan beyaz orta sınıflardan ve işçilerden destek buluyor. Öbür yanda yerliler ve siyahlar Trump’a oy vermese de finans sektörü ve ırkçı devlet aygıtı ile yakın ilişkileri olan Clinton’a da oy vermedi. Trump’ın yeni dönemde uygulayacağı politikalar belli ki işçi sınıfı ile Amerikan sermayesi arasındaki çelişkileri artıracak, ancak bu gerilim üzerinden radikal bir solun yükselip yükselmeyeceği Sanders etrafında toparlanan hareketlerin nasıl bir yeni hamle yapacağı ile de yakından ilgili. Amerika’da etkin bir sosyalist örgütün olmaması bu hareketlerin somut bir program etrafında biraraya gelmesini engelliyor. Ancak Kuzey Dakota’daki direnişin ülke genelinde bulduğu destek, direnişe son günlerde katılan emekli ve gazi askerlerin zafer haberinin ardından Flint’e geçerek mücadeleye devam edeceklerini ilan etmesi, seçim sonuçları ilan edilir edilmez sokaklara inen on binlerce insanın günlerce süren “Benim Başkanım değil” eylemleri ve “Siyahların Hayatı Önemlidir” hareketinin Trump’ın seçilmesinin hemen ardından yayınladığı mücadeleyi yükseltme çağrısı Trump’ın işinin kolay olmayacağını gösteriyor.
Sanders kampanyası etrafında etnik ve sosyal hareketler yan yana gelirken, Trump etrafında ırkçı hareketler yan yana geliyordu. Bir yanda şirketler Clinton kampanyası etrafında kurulu düzenin değişmeden devamından yana tavır alırken, öbür yanda şirketlere ve özellikle finans şirketlerine karşı sağdan (Trump) ve soldan (Sanders) itiraz hareketleri yükseliyor. Ayrıca, ABD bir yandan ekonomik krizin etkisinden kurtulmaya çalışırken öbür yandan Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkelerle askerî ve ekonomik rekabeti sürdürmeye çalışıyor.
Tüm bunların yanında, unutmamak gerekir ki Trump her ne kadar sağdan bir reform vaat etse de, sloganlarının ötesinde neoliberalizmin krizine karşı ciddi bir program sunamıyor. Kapitalizmin 1970’lerdeki krizi Keynesçi politikaların, yani karma ekonomik modelin, kriziydi. Kapitalistler bu modelin krizine karşı, çıkış olarak neoliberal programları öne sürmüştü. 2008’den beri de neoliberalizmin krizini yaşıyoruz. Ancak bu kez kapitalistlerin de bu krizi aşmaya yönelik net bir programları yok. Krizi içinden çıkılmaz hâle sokan da bu durum. ABD’de sağ ve sol reformist hareketler yükseliyor olsa da, iki hareket de krize somut bir cevap üretemiyor. Amerikan sermayesi için esas tehlike Sanders’ın reform programı değil, seferber ettiği kitlelerin radikalleşme potansiyeli idi. Sanders az farkla Clinton’a kaybetmiş olsa da kampanya etrafında seferber olan hareketler mücadelelerini sürdürüyor ve aynı potansiyele hâlâ sahipler.
Trump ise neoliberal politikalara olan tepkinin bir diğer örneği. Yani Trump Amerikan sistemi için bir tehlike barındırmıyor, ama sistemin çalışmadığını söyleyerek yaptığı kampanyanın başarılı olması kapitalistleri rahatsız ediyor. ABD tarihinde belki de ilk kez radikal söylemli iki farklı aday sistemin çalışmadığını söyleyerek kampanya yapmış oldu ve ikisi de finans şirketlerinden ve ana akım medyadan hiçbir destek alamamış olmalarına rağmen başarı elde etti. Kısacası, önümüzdeki yıllar ABD açısından kolay geçmeyecek. Kapitalizmin merkezi diyebileceğimiz ABD’de keskinleşen çelişkiler, Trump’ı neoliberalizm ve ırkçılık karşıtlarının aşağıdan mücadelesi ile zor durumda bırakabilir. Bu gerçekleşecek olursa, 1999’da Seattle’da yaşanan Dünya Ticaret Örgütü karşıtı hareketin yeni bir küresel antikapitalist hareket yaratması gibi, ya da 2011’de Wall Street’i işgal eden Occupy hareketinin tüm dünyayı sarması gibi yeni bir küresel sol dalgayı tetikleyebilir.