Roni Margulies
Tipu’nun kaplanı İngiliz askerini yerken (yandan görünüş).
Gerçek boyutlu ahşap oyuncak, 1700’lerin sonları, Hindistan.
Tipu Sultan 1799’da öldürüldüğünde henüz Hindistan diye bir ülke yoktu. Bir İngiliz tarihçisinin sözleriyle, “Hindistan, coğrafî bir kavramdan ibaretti.” Üstelik o topraklarda yaşayanların değil, Batı Avrupalıların kullandığı bir kavram. Tipu, yarımadanın güneyini oluşturan Mysore bölgesinin sultanıydı.
Sultanı öldüren, sarayını işgal edip hazinesini, kütüphanesini ve arşivlerini Londra’ya taşıyanlar İngiliz askerleriydi, ama “Hindistan” henüz İngiliz sömürgesi değildi. Söz konusu askerler Büyük Britanya İmparatorluğu’nun değil, Doğu Hint Kumpanyası’nın (East India Company) askerleriydi.
Hanlıklar, rajalıklar, krallıklar
Tipu Sultan 1782’de iktidara geldiğinde, iki yüzyıldır Hint yarımadasının neredeyse bütününü yönetmiş olan Moğol İmparatorluğu çoktan çöküşe geçmişti. (İlginçtir, Hindistan’da 1500’lerden 1700’lere kadar muhteşem bir Müslüman imparatorluk olduğunu okulda öğrenmedim, Türkçe kitaplarda okumadım, ancak İngilizlerin “Mughal Empire” dedikleri nedir diye merak edip araştırdığımda öğrendim. Ya gerçekten benim salaklığım ya da Kemalist eğitimin azizliği olsa gerek!) İmparatorluk 18. yüzyıl boyunca zayıflayıp dağıldıkça, çeşitli bölgelerde iktidar kapanın elinde kalıyor, yerel güç sahiplerinin kurduğu irili ufaklı hanlıklar, rajalıklar, krallıklar ortaya çıkıyordu.
Uzakta, kuzeydoğuda, Bengal’de İngilizlerin Calcutta dediği kentte Doğu Hint Kumpanyası etki alanını yavaş yavaş genişletmeye, güneye doğru sarkmaya başlamıştı. Yarımadanın güney ucuna yakın Pondicherry’de ise, bir yandan İngilizlerle bir yandan da yerel iktidarlarla çatışan Fransız güçleri vardı. Kendileri bilmiyordu elbet, ama biz biliyoruz ki Fransızlar bu coğrafyada tutunamayacaktı.
Tipu Sultan’ın babası Ali Haydar, Mysore krallığında, adını Sri Ranganatha Hindu tapınağından alan Srirangapatan (İngilizlerin ağzında Seringapatam) kentinde büyümüş, cesareti, idarî becerileri ve askerî yetenekleriyle sivrilmiş, 1758’de kazandığı önemli bir zaferin ardından başkomutanlığa getirilmiş ve 1761’de artık Mysore’un gerçek hükümdarı olmuştu. Kendini Raja ilan etmemişti, ama Raja’nın yılda sadece iki kez resmî törenlerde boy göstermesine izin veriyordu, o kadar.
Ali Haydar iki yıl sonra Bednur şehrini ele geçirdi, adını Haydarnagar olarak değiştirdi ve yeni başkent ilan etti. Bu arada, Doğu Hint Kumpanyası’nın askerleri Pondicherry’de Fransızları yenilgiye uğratıp gözlerini Mysore’a dikmeye başlamıştı.
Ali Haydar’ın eğitimsiz olduğu söyleniyor, ama sarayı ve çevresi, bölgenin diğer Müslüman hükümdarlarının yaptığı (ve bizim Osmanlı’dan bildiğimiz) gibi, önemli bir kültür merkezine dönüştürüldü. Devlet ve edebiyat dili Farsçaydı. Bu ortamda büyüyen Tipu Sultan Farsça ve Arapça’nın yanında yerel dillerden de birkaçını biliyor, mektuplarını kâtiplerine Farsça’nın yanı sıra yerel Kannada, Telegu ve Marathi dillerinde de dikte ediyordu.
Hint-Fars kültürü ile İslam sanatları
Tipu Sultan gençliğinde İngilizlere karşı dört savaşta babasının yanında savaştı, yenilgiler ve zaferler yaşadı. Nihayet 1769’da Mysore ile Doğu Hint Kumpanyası arasında barış anlaşması imzalandı. İngilizlerin daha bir yıl geçmeden anlaşmayı ihlal etmesi genç Sultan’ın gözünden kaçmadı.
Eylül 1780’de Tipu Sultan, Pollilur köyü yakınlarında İngiliz kuvvetlerine karşı büyük bir zafer kazandı. İngilizler 3000 ölü verdi, 200’ü esir düştü. Zafer hem Mysore’da hem İngiltere’de “İngiltere’nin Hindistan’da aldığı en büyük darbe” olarak yıllarca konuşuldu. Tipu Sultan’ın Srirangapatan’da Dariya Dewlet sarayının bir duvarına yaptırdığı, savaştan bir sahneyi resmeden duvar tablosu (defalarca restore edilmiş hâliyle) hâlâ duruyor. Bu savaşın ardından Tipu Sultan İngiltere’de bilinen ve nefret çeken bir isim oldu, vahşi bir Müslüman, azgın bir despot olarak ün saldı.
İki yıl sonra, babasının ölümüyle Tipu Sultan hükümdar oldu, padişah ünvanını kullanmaya başladı, kendi adına para bastırdı, hutbeler okuttu. Ve İngiltere’deki ününün aksine, 17 yıllık padişahlığı boyunca, erken dönem Osmanlı padişahlarının bazıları gibi, ard arda idarî, askerî, kültürel yenilikler gerçekleştirdi.
Sarayındaki sanat eserleri, tekstiller, yaptırttığı silahların süslemeleri dillere destan oldu. Hint-Fars kültürü ile İslam sanatlarının muhteşem bileşimi 1799’da sarayı yağmalayan muzaffer İngiliz asker ve subaylarını bile hayretler içinde bıraktı.
Tipu Sultan İran ve Bengal’den ipek böcekleri, dut ağaçları ve uzmanlar getirtti, Mysore’da 21 ipek merkezi kurdurttu. Özellikle Ermeni tüccarların gelip yerleşmesi ve ticareti geliştirmesi için davetlerde bulundu, vergiden muaf olmalarını sağladı. Fransa’ya ve Osmanlı İmparatorluğu’na, Louis XVI ve II Selim’e büyükelçiler ve şaşaalı hediyeler gönderdi, karşılığında mühendisler, marangozlar gönderilmesini rica etti.
Kaplan motifi
Tipu Sultan’ın sarayında, hem sanat eserlerinde hem silahlarda, iki çarpıcı motif vardı: Aslan ve kaplan. Bunların Sultan için ne anlama geldiği, neyi temsil ettikleri tam olarak bilinmiyor. Çeşitli alternatifler var ve bunlardan biri, birkaçı veya hepsi geçerliydi belki.
Sultan’ın ordusunun taburlarından biri Asadullah Taburu idi. Asadullah, Allah’ın aslanı demek. Hz. Ali’nin isimlerinden biri. Ayrıca, aslan (ve bazen kaplan) Sultan’ın kütüphanesinde önemli yer tutan İran edebiyatında yenilmez bir savaşçı olarak düşmanlarına korku saçan hükümdarı simgeler. Aynı kütüphanede bulunduğu bilinen Şehname‘de Zaloğlu Rüstem’in kıyafeti kaplan postundan yapılmıştır. Mysore ormanlarında yırtıcı kaplan ve aslanların sürekli bir tehlike olduğunu da unutmamak gerek. Nedeni ne olursa olsun, Tipu Sultan’ın kendisini İngilizlere karşı amansız bir mücadele veren “Mysore Kaplanı” olarak gördüğü kuşkusuz.
Tipu’nun kaplanı İngiliz askerini yerken (önden görünüş).
Saraydaki kaplanların en çarpıcısı, gerçek kaplan boyutlarında ahşap bir “oyuncak”. Kaplan bir İngiliz askerini devirip üstüne çıkmış, boynunu ısırıyor. Hayvanın kenarındaki bronz bir manivela döndürüldüğünde askerden çığlık, kaplandan kükreme sesleri duyuluyor. Oyuncağı Tipu Sultan’ın özel olarak yaptırdığı tahmin ediliyor. Kaplanın kimi temsil ettiğini söylemeye bile gerek yok.
Ben bu kaplanı Londra’da Victoria & Albert müzesinde gördüm. İngiltere’nin çeşitli müzelerinde Tipu Sultan’ın Srirangapatan’daki sarayından çeşitli paha biçilmez parçalar var. İngilizler 1799’da Mysore’u istila edip saraya daldıklarında her şey kapanın elinde kalmış, çok şey kayıp, pek azı müzelerde.
Kaplan emperyalizme karşı direnememiş, 200 küsur yıldır Londra’da tutsak yaşıyor.