Meltem Oral
Son yıllarda kölelik, 19. yüzyılın ortalarındaki Amerikan İç Savaşı ve 1960’lardaki sivil haklar hareketi hakkında çok sayıda film vizyona girdi, dahası da girmek üzere. Bu furyanın ardında 2014’ten beri siyahlara dönük polis şiddetine karşı gelişen ve yaygınlaşan Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Önemlidir) hareketinin, ölümlere karşı bazen açık birer isyan hâlini alabilen tepkilerin tesiri olduğunu iddia etmek mümkün.
Bu furyanın güncel politik durumla olası ilişkisini önemli ve çarpıcı kılan şey, köleliğin kaldırılması, ırk ayrımını onaylayan yasaların iptali, oy hakkının tanınması gibi siyahların ‘basit’ eşitlik taleplerinin nasıl da yüzyıllara dayanan, köklü, çetin ve hâlâ süren bir mücadelenin konusu olduğu. Hele son bir yılda ABD’de polis kurşunuyla yaklaşık 800 siyahın öldürüldüğünü düşününce.
Son dönemde kölelik hakkında izlediğimiz, ses getiren filmlerde konuya dair farklı yaklaşımlar söz konusuydu. Tarantino’nun ‘Zincirsiz Django’su köleliğe karşı bireysel intikam eylemlerini yöntem olarak öne çıkarırken, aynı yıl vizyona giren Spielberg’in ‘Lincoln’ filmi köleliğin kaldırılmasını ‘fedakâr’ bir devlet adamının aldığı risklere, iyi beyaz yöneticilerin yasal değişikliklerle eşitlik getirmelerine indirgiyordu. Epik bir dram olan ‘12 yıllık esaret’in perdeye yansıttığı, yürek dağlayan özyaşam öyküsü ise diğerlerinden apayrı bir örnek. Kısacası, siyahların köleliğe karşı ortak mücadelesinin izlerini bu filmlerde ne yazık ki göremedik.
‘Tarla zencisi’nin intikamı
Gerçi Zincirsiz Django vizyona girdiği dönem, mutat Tarantino eleştirilerinin veya siyah yönetmen Spike Lee’nin filmi ‘atalarına saygısızlık’ olarak nitelendirmesi gibi tepkilerin dışında, politik olarak bir hayli tartışmaya neden olmuştu. Mevzuyu kısaca hatırlarsak; Jamie Foxx’un canlandırdığı Django başka bir plantasyona köle olarak satılan karısını bulmak üzere yola koyulur, serüvenine ‘kelle avcısı’ olarak devam eder ve olaylar gelişir.
Filmde siyahların ve beyazların hem kendi aralarındaki hem de birbirleriyle, biraz sınıfsal biraz da karakter ‘ayrımları’ oldukça keskindir. Zengin beyazlar nefret edilesi hatta iğrenilesi karakterler, sıradan beyazlarsa en hafif tabirle saf olarak gösterilir.
Siyah kölelerin tasviri ise Malcolm X’in ‘ev zencisi – tarla zencisi’ ayrımını çok bariz bir şekilde çağrıştırır şekildedir. Sivil haklar hareketinin önemli isimlerinden Malcolm X bir televizyon konuşmasında köleleri bu şekilde ayırır ve kısaca şöyle tasvir eder: Tarla zencisi kaybedecek hiçbir şeyi olmayandır, efendisinden nefret eder, hasta olduğunda ölsün diye dua eder. ‘Ev zencisi’ ise efendisinin malikânesinde hizmetçidir ve görece ‘daha iyi’ koşullarda yaşar, iyi konuşur, efendisine iyi bakar, itaatkârdır, efendisini efendisinden de çok sever, ‘tarla zencisi’ kaçacak olsa onu yakalayıp yine bağlar. İşte filmde Samuel L. Jackson’ın canlandırdığı karakter, “Bir tek ‘Ben ev zencisiyim yahu’ diye haykırması eksik” dedirtecek kadar çok Malcolm X’in konuşmasındaki ‘ev zencisi’nin bir örneğidir.
Lafı açılmışken, Malcolm X’in bu ‘kategorizasyonunun’ siyaset mecrasında, çok çeşitli politik tartışmalarda iştahla kullanılan, bazen farklı kampların karşılıklı olarak birbirlerine yöneltmeyi pek sevdikleri, bağlamından bolca kopartıldığı için bir hayli ‘eskitilmiş’ bir tarif olduğunu da söylemeden geçmeyelim.
Zincirsiz’e genel olarak hakim olan tipik Tarantino sahnelerinin, sadece köleliğin korkunç vahşetini gözler önüne sermekle sınırlı kalmadığı, orada bırakmakla yetinmeyip ‘tarla zencisinin’ haklı öfkesinin, hayat savunusunun, sindirilmeyişinin yansıtıldığı söylenebilir. Ancak bu savunu, Tarantino’nun alışıldık tarzıyla, çarpıcı sahnelerin intikam fantazisine eşlik edişinden ibaret kalıyor. Kuşkusuz Tarantino’nun niyeti köleliğe karşı mücadeleyi ve İç Savaş’ı gerçekliğe dayanarak anlatacak bir tarih filmi çekmek olmadığından, bu kriterleri karşılamadığı için Zincirsiz Django’nun suçlanacak bir tarafı yok.
Aşağıdakilerin deneyimi
Türkiye’de ‘Özgürlük Savaşçısı’ adıyla vizyona girecek olan ‘Free State of Jones’ filmini öncekilerden ayıran şey, siyah ve beyazların ortak mücadelesini ve dayanışmayı konu etmesi. Diğer önemli farksa, kadınları çaresiz, savunmasız, korunmaya muhtaç varlıklar olarak değil, ‘olduğu gibi’, yani mücadelenin öznesi olarak yansıtması.
Açlık Oyunları serisinin yönetmeni olan Gary Ross’un son filmi, uzun ve kanlı bir savaşın ortasında siyah kölelerin ve ölümden, savaş vergisi adına hasatlarının gasp edilmesinden gına gelmiş beyaz köylülerin ortak mücadelesini anlatıyor. En heyecan verici kısmı, konunun gerçek bir deneyime dayanıyor olması.
ABD’nin güneyinde 19. yüzyıl ortalarında, büyük toprak sahiplerinin pamuk, tütün, şeker kamışı çiftliklerinde üretim kölelerin emeğine dayalıdır. Kuzey’de ise sanayileşmenin ve yeni ekonomik koşulların getirdiği işgücü ihtiyacı, Kuzey egemenleri arasında köleliğin kaldırılmasından ya da hiç değilse sınırlandırılmasından yana bir eğilim doğurur. ABD’yi oluşturan bu iki bölge arasındaki toplumsal-ekonomik gerilim ve egemen sınıfın fraksiyonları arasındaki çekişme, zaman içerisinde açık bir siyasal ihtilaf hâlini alacak ve Güney’deki köleci eyaletlerin bağımsızlığını ilan etmesiyle bir iç savaşı tetikleyecektir.
Filme esin veren olaylar Güney’deki Mississippi eyaletinin Jones bölgesinde yaşanır. Kölelik karşıtı Newton Knight gerçek bir karakter. Knight, dedesi bölgenin en büyük köle sahibi olmasına rağmen köleye veya aileden gelen bir zenginliğe sahip olmayan sıradan bir çiftçidir. İç savaş sırasında kaçak siyah kölelerle ve kendisi gibi ordudan firar eden beyazlarla bölgenin bataklıklarında saklanarak örgütlenir, silahlanır.
Küçük çiftçiliğin hâkim olduğu bu bölgeden birçok asker ordudaki kötü koşulların, cephe gerisindeki eşlerinin ve çocuklarının yaşadığı sefaletin etkisiyle firar etmeye başlar. ‘Yirmi köle kanunu’ da mücadeleyi körükleyen önemli faktörlerden birisidir. Kanuna göre 20 ve üzeri köleye sahip olanlar askerî hizmetten muaf tutulur. Zenginlerin kendi çıkarları için başlattıkları savaştan muaf olmaları, daha fazla yoksulun ölümü demektir. Filmde Newton Knight bu eşitsizliğe, zenginlerin savaşlarında yoksulların ölmesine tepkisini defalarca ortaya koyar. Gerçekten de köylülerin ‘zengin adamın savaşı’ için öldükleri fikri yaygınlaştıkça, Güney ordusundaki firarlarda muazzam bir artış yaşanır.
Birleşik mücadele
Zamanla, Güney yöneticilerinin sert politikalarından ailelerini ve mülklerini korumak isteyen komşu bölgelerden köylüler de harekete katılır. Knight liderliğindeki örgüt siyah beyaz, kadın erkek hep birlikte Güney ordusuna ve zengin toprak sahiplerine karşı savaşır. Köylülerin vergi gerekçesiyle el konulan ürünlerini ele geçirip yeniden köylülere dağıtırlar. Dahası, Güney ordusuyla girdikleri birçok çatışmanın ardından geniş bir bölgeyi kontrol etmeye başlarlar. Kontrol ettikleri bölgelerde kendi özgür yönetimlerini ilan ederler. Filmde ‘Özgür Jones Devleti’ sadece ırksal eşitliği değil ‘bir insan fakirken diğeri zenginleşemez’ gibi sınıfsal eşitliği de temel alan ilkelerle ilan edilir.
İsyana dair bazı detaylar üzerinde tarihsel tartışmalar olsa da, savaş sırasında toplumsal eşitsizliklere dönük bu kalkışmanın, savaşa karşı köylülerin tepkilerinin kaçak kölelerin isyanıyla birleşmesinin radikal içeriği ortada. İç savaşın sadece Kuzey ve Güney arasında değil aynı zamanda farklı sınıflar arasındaki bir çatışma olduğunu göstermesi açısından film önceki örneklerden farklı bir yerde duruyor. Django’daki hatalı aktarımın aksine Free State of Jones’ta Güney yekpare, homojen bir toplum olarak gösterilmiyor.
Savaşın bitmesiyle Güney’de ‘yeniden inşa’ denen dönem başlıyor. Bu dönemde Kuzey ordusunun işgali altındaki Güney’de siyahlar siyasal haklar için mücadeleye devam ediyor. Ancak Kuzey sanayicileriyle Güney’in toprak sahiplerinin uzlaşması bu dönemi sona erdiriyor. Irkçı Klu Klux Klan’ın terörü, yeniden birleşmiş devletin beyaz toprak sahiplerine arka çıkması, siyahların bu özgürlük deneyimini yarıda bırakıyor.
Filmde köleliğin sözde ‘özgür’ sözleşme ilişkisiyle yeniden doğuşu, siyahların siyasal haklarının ellerinden alınması ve terörle sindirilmesi sert bir dille aktarılıyor. Newton Knight bütün bu süreçte, kazanılması ancak yüz yıl sonra sivil haklar hareketinin canlanmasıyla mümkün olacak haklar için mücadele ediyor.
Filmde de izlediğimiz üzere, azat edilmiş bir köle olan Rachel ve Newton Knight’ın gerçek hayattaki evliliği, Newton Knight’ın ayrıldığı eşi Serena ve çocuklarının ortak hayatı, ‘yeniden inşa’ döneminden önce de sonra da ‘ırklar arası’ evliliklerin uzun yıllarca illegal olduğu koşullarda radikal bir deneyimdir.
‘Free State of Jones’ egemenlerin tarihinin gölgesinde kalmış bir mücadele deneyimini gündeme getirerek ırk ayrımcılığının savaşla, toplumsal eşitsizliklerle ne denli iç içe geçmiş olduğunu ortaya koyuyor. Film, bu ırksal ve sınıfsal eşitsizlik düzeninin Amerikan tarihine yayılan sürekliliğini de, Knight’ın birkaç kuşak sonraki torununun ırkçı yasalar karşısındaki trajik serüvenine yaptığı ufak seyahatlerle aktarıyor. Bunu yaparken de Hollywood sinemasında görmeye alışkın olduğumuz, devlet merkezli reformcu, liberal yaklaşımdan uzak kalarak sıradan insanların ‘aşağıdan’ mücadelesine odaklanıyor. Yani tarihsel gerçeklik tartışmalarının ötesinde, bir filmin ana konusunun ‘aşağıdakilerin’ birleşik mücadelesi olması başlı başına izlenmeyi hak ettiren bir durum.