Murat Erkman
Bu yazı “tarihçilere bırakılmış” tarihin ve onlardan öğrenilmiş bilgilerin üzerine naçizane bir iki tuğla koymak amacı ile yazıldı. Tarihçilerden öğrenilenlerin yanı sıra, tarihçilerin açıktan sormadığı bazı siyasî soruları sormak da bize düşüyor.
Ankara’da 1916 yılının Eylül ayında büyük bir yangın yaşandığı ve bu yangının nelere hasar verdiği pek bilinmez. Bu konuda kaynaklar sınırlı olmakla birlikte, karanlıkta kalan bu konu son dönemlerde yavaş yavaş aydınlanmaya başlamaktadır. Konunun bu kadar geri planda kalmasının ve bilinememesinin arkasında resmî tarih yazımı, kaynakların ve izlerin sistematik olarak yok edilmesi yatar. Ankara yangınının üzerinden tam 100 yıl geçmesine rağmen, o çok övünülen başkentin tarihinin altında nasıl bir facianın yattığın bilinmesi, anlatılan masalın büyüsünü kaçırması açısından tehlikelidir. Çünkü tarih birçok olayda olduğu gibi çarpıtılmış ve eksiltilmiştir, çoğunluk da buna inanmaktadır.
El koyma ve yağma
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ankara nüfusunun yüzde 21’ini Hıristiyanlar oluşturuyordu. Hıristiyan nüfusun dağılımı 3.327 Rum Ortodoks, 915 Protestan, 3.341 Gregoryen, 6.990 Katolik Ermeni şeklindeydi. Müslümanların sayısı ise 69.066 idi. Hıristiyanların ekonomik faaliyetleri ve servetleri, nüfuslarına kıyasla çok daha büyük bir yüzdeyi kapsamaktaydı.
Fransız seyyah Tournefort 17. yüzyılın başlarında şehirde yedi kilise saymakta, 18. yüzyıl ortalarında ise mezhep değiştirmeleri nedeniyle Katolik nüfus ön plana çıkmaktaydı. Surp Kleman, Surp Boğos, Surp Pırgiç kiliseleri Katoliklere aitti; ayrıca piskoposluk merkezi de olan bir katedrale sahiptiler. Surp Nişan ve Surp Sarkis kiliseleri Gregoryenlere aitti. Ankara’nın en önemli Ermeni mahallesi olan Hisarönü’nde, Surp Kirkor kilisesi bulunuyordu. Şehre yarım saat mesafede ise 15. yüzyıldan bu yana cemaat piskoposluğu olarak kullanılan Kızıl Manastır vardı. Hemen her sosyal tabakadan şehir sakini, şehir civarında bağ evlerine sahipti. İlkbahar ve sonbahar ayları bu evlerde geçirilirdi.
Tüm ülkeyi soykırım sarmalına sürükleyen tehcir emrinin 1915 yılının Haziran ayında Ankara’ya ulaştığı tahmin edilmektedir. Vali Mazhar Bey ve şehrin önemli mevkilerde bulunan memurları bu emre karşı geldikleri için emekli edilir, yerlerine yeni isimler atanır. İlk olarak Gregoryen, onları takiben de Katolik erkekler tutuklanır, sürülür ve bu süreçte öldürülür. Eylül ayında ise kalan kadın, çocuk ve yaşlılar evlerinden çıkartılarak şehir dışında toplanır, büyük bir kısmı tehcir ile Müslümanlığı kabul etmek arasında seçim yapmaya zorlanır, bir kısmı göz boyamak amacıyla şehirde tutulur. 24 Nisan’da alınan ve uygulamaya konulan tehcir kararı, Ankara’da sükûnet içinde yaşayan Ermeni toplumunu böylece ayırım gözetmeksizin vurmuş olur.
Medeniyet namına ne varsa…
Bundan sonra kurulan Emval-i Metruke Komisyonları ile başlayan el koyma ve yağma süreci, 13-14 Eylül 1916 tarihinde yaşanan Ankara yangını ile sonuçlanacaktır. Bu yangından önce evler iyice aranmış ve boşaltılmıştır. Yangının bilançosu ağırdır: 8 Eylül 1332 tarihli telgrafın ekindeki listeye göre, “1.030 hane… 935 dükkân, iki cami, altı mescit, yedi kilise ve üç hastahane ile iki tevkifhane ve bir polis karakolu, ahzıasker, Emval-i Metruke reji ve kulüp binaları” yanmış; beş kişi ölmüştür. Yangın bölgesi, özellikle kırıma uğratılan Hıristiyan halkın yaşadığı ve boşaltılmış olan mahallelerdir. Bunların başında şimdi Hisarpark olarak anılan Hisarönü gelir. Bu yangın sürecinde Refik Halid Karay’ın evlerden çıkartılan yüz kadar piyanonun yanışına ettiği tanıklık, olayın büyüklüğüne ve vahametine işaret eder.
Aralıksız 27 yıl milletvekilliği yapan ve bunun 15 yılını Ankara milletvekili olarak geçiren Falih Rıfkı Atay, dönemi anlattığı Çankaya adlı eserinde gözlemlerini şöyle aktarır: “Vaktiyle Hıristiyanlar Ankara’nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, Kale’nin istasyona bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama onlar, çorbacımız kesilmişler. 1923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri ile müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum… Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ‘umran’ denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık.” Atay, daha sonra 1963 yılında basılan Batış Yılları eserinde Ankara’da medeniyet namına ne varsa yakılıp kül edildiğini itiraf eder.
Aynı dönemde şehir yangınları sadece Ankara’da yaşanmamış, başka şehirlerde yine Hıristiyan mahallelerini kapsayan yangınlar çıkmıştır: 1914 yılında Kastamonu, Tokat, Diyarbakır, Edirne; 1915 yılında Amasya, Adana, İzmit, Bandırma, Bursa, Tire; 1916 yılında Tokat; 1917 yılında Bandırma, Ayvalık, Gelibolu, Erdek, Tirebolu, Sinop; 1918 yılında Samsun, İstanbul Fatih, Bafra yangınları yaşanmıştır. Bu yangınların tümü Hıristiyan mahallelerinde çıkmış ve suçlular yakalanamamıştır. Bu mahallelerin ortak özelliklerinden biri de tehcirden arta kalan malların paylaşımında doğan anlaşmazlıkların ve iskân politikalarının tamamlayıcısı olmalarıdır.
Konuya Ankara özelinde yaklaştığımızda, karşımıza 1916 Eylül’ünde yanan Hisarönü Mahallesi çıkmaktadır. Günümüzde park olan bu bölgenin geçirdiği değişim, görülmesi istenmeyen bir tarih penceresini açmaktadır. O dönemde Galatasaray Lisesi’nde öğretmen olan İsviçreli Ernest Mamboury, 1933 yılında Ankara Gezi Rehberi isimli bir kitap yayınlar. Mamboury, bu kitabı yazarken Hisarönü Mahallesi’ne de gider. Bu dönemde yangının izleri henüz tam olarak yok olmamış olacak ki, Mamboury yıkılmış bir Ermeni Gregoryen kilisesinin yerini tespit eder ve kitaptaki bir harita üzerinde tarif eder.
Mamboury Harita
Mamboury, haritanın sol tarafında görülen dış kale surlarının 4 ve 5 numaralı kulelerin arasında kalan perde duvarın tamamının ve yuvarlak kulenin, yangında yanan Ermeni kilisesine ait olduğunu yazmaktadır. Yine sol tarafta görülen Dış-Ala Kapı’nın biraz yukarısında ve sağında, yangından önce bir Rum kilisesi olduğunu belirtmektedir. Haritanın Dışkale olarak adlandırılan kısmının büyük bir bölümünün yanan alan olduğu anlaşılmaktadır. Dış-Ala Kapı’nın ise kitapta bir resmi bulunmaktadır (Resim 1). Kapının arka tarafının, surun ön kısmı ile hemzemin olduğuna dikkat çekmesi açısından bu önemli bir resimdir. Günümüzde arkada görülen alan tamamı toprakla doldurulmuş ve park haline getirilmiş durumdadır.
Resim 1: Dış-Ala Kapı
Yangının büyüklüğünü ve kalıntıların durumunu gösteren fotoğraflar, tarihin kafamızda yeniden canlanmasına ve şekil almasına yardımcı olması bakımından yeterli veri sağlamaktadır.
Resim 2: Hisarönü yangın yeri ve kilise duvarı, 1920
Resim 2, yanan mahallenin 1920’deki durumunu göstermektedir. Mamboury’nin kitabında tespit ettiği duvar kırmızı çerçeve içine alınarak işaretlenmiştir.
Resim 3: Hisarönü ve kilise duvarı,1926
Resim 3, 1926 yılında çekilmiş aynı bölgeye ait bir resim. Şu anda orada olmayan bir inşaat başlamış. Tanımlanan duvar ve yuvarlak kule daha net olarak görülmekte, ayrıca sol tarafta çan kulesini andıran bir yapı var.
Resim 4: Hisarönü ve kilise duvarı, uzak çekim, 1920
Resim 4, yanan alanın büyüklüğünü ve yine kilisenin duvarını gösteren daha kapsamlı bir fotoğraf. Yangından dört yıl sonrası. Etrafta başka yıkıntılar da dikkat çekiyor.
Resim 5: Hisarönü yangın yeri, 1924
Resim 5, yangının kapsadığı alanın genişliğini gösteren 1924 yılında çekilmiş bir fotoğraf; yıkımın büyüklüğünün gözden kaçmasına engel olacak bir kanıt.
Resim 6: Hisarpark, 2016
Uzun yıllar boyunca metruk kalan bu alan, günümüzde Hisarpark olarak adlandırılan bir yeşil alandır. Her şey özenle temizlenmiş ve izler silinmiştir. Mahallenin üzeri toprakla doldurularak yükseltilmiş, surlar tamir edilerek park haline getirilmiştir.
Ankara sınırları dahilinde olan her dönemden Hıristiyan yapılarının başına benzer yıkımlar gelmiştir. Garmir Vank (Kızıl Manastır) yıkılmıştır, artık yerini bile tespit etmek imkânsızdır. Yine Ulus’ta bulunan St. Clemens Kilisesi’nin üzerine bir bina inşa edilmiştir, kilise artık temelde kalmış bir iki kalıntıdan ibarettir. Eski bir Ermeni yerleşimi olan Zir Vadisi’nde de hafriyatla savrulmuş bir mezarlıktan başka bir şey kalmamıştır.
Resim 7: Ermeni kilise duvarının bugünkü görünümü
Resim 7, önceki resimlerde kırmızı ile işaretlenmiş duvarın bugünkü hâlini göstermektedir. Tam olarak Mamboury’nin tarif ettiği noktada bulunmaktadır. Tamir edilmiş, yükseltilmiş, arkası doldurulmuş, parkın bir parçasına dönüşmüştür. Bir zamanlar yaşadığı renkli hayattan uzak, kimsenin dikkat etmediği bir mezar taşıdır artık.
Suç ortaklığı
Yüz yıl önce yaşanan soykırım ne kadar örtülmeye, kanıtları gizlenmeye çalışılsa da, bir yerlerde unutulan birkaç ipucu gerçek tarihi yüzümüze vuracaktır. Ankara’da 1915 yılında soykırım dalgasından etkilenmeyeceklerini düşünen, çoğunluğu Katolik olan Ermeniler de yaşamaktaydı. Ankara bize anlatıldığı gibi fakir, metruk bir kasaba da değildi. Ekonomisi canlı, bağcılığın, dokumacılığın, hayvancılığın, ticaretin ön planda olduğu, binlerce yıllık bir geçmişe sahip, köklü bir şehirdi.
Yangın yerinden tüm izlerin silinmesi, yanan mahallelerden geriye hiçbir şeyin kalmaması normal midir? Ya da bu alanın yıllarca boş kalması, sonra tamamen doldurularak park haline getirilmesi? Şehrin her yerinde sadece isimleri kalmış bağlar ve bunların çoktan yok olmuş sahipleri nasıl açıklanabilir? Herkesin keyifle gittiği mesire yeri “Papazın Bağı”, yani Ankara’nın son bağı, hâlen yerinde duruyor, fakat papaz nerede? Ne zaman bağını bırakarak gitmiş, nerede ölmüş? Yanan kiliselerin kalıntıları niye özenle gizlenmiş? Tüm bunlar utanılan bir suçun hasıraltı edilmesi değil mi? Saklanılan bu gerçekler daha ne kadar zaman gizli kalabilir? Bu başkent kimlerin mülkleri üzerine kurulu acaba? Osmanlı Devletinin İttihat ve Terakki ile başlattığı soykırımın izlerini Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra örtmeye çalışmak bir yenilenmeyi değil devamlılığı ifade eder. Suç ortaklığı, kırımdan yağmalanan emval-i metrukenin soykırım faillerinin ailelerine dağıtılması ile de pekişir.
Gerçek tarih öğrenilmediği sürece, 1916’da yaşanan Hisarönü yıkımının 2016’da Diyarbakır’ın Sur ilçesinde de yaşanacağı fark edilemez. Oysa bu durum acımasızca tekerrür etti. Yüz yıldır süregelen ve bugün Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Hakkari’de vücut bulan yıkıma gözlerini kapatanların, buna rağmen güzel ve mutlu bir ülke kurulabileceğini düşünmeleri aymazca bir hayalden başka bir şey değildir.