Şenol Karakaş
Kolombiya’da barış anlaşması imzalandı, ama referandumda şaşırtıcı bir şekilde “hayır” oyu kazandı. Barış süreci çöpe gitti denemez, süreç büyük ihtimalle devam edecek. Yine de devlet başkanıyla gerilla liderinin el sıkışıp anlaşma imzaladığı koşullar ilham vericiydi. Bu arada Türkiye, Meclis’in açılışıyla Irak ve Suriye’ye yönelik askerî harekât tezkeresini onayladı.
Geride bırakılmaya çalışılan enkaz
Kolombiya’da en az 50 yıldır süren çatışmalarda 220 bin kişi öldü. Yedi milyon insan evinden göç etmek zorunda kaldı. Çatışmalarla geçen onlarca yılda 25-90 bin arasında insanın kayıp olduğu bildiriliyor. Siyasî suikastlarda ölen insan sayısı 6.000.
Kolombiya’da çözüm sürecinin sonunda barışın kalıcılığının altını çizen çok etkileyici açıklamalar yapıldı. Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos ve “Timoşenko” lakabıyla anılan FARC lideri Timoleon Jimenez, barış anlaşmasını bir mermiden yapılan kalemle imzaladı. Santos, anlaşmanın ekonomiyi büyüteceğini ve ülkeyi birleştireceğini söyledi. “Savaşın bedeli her zaman barıştan daha büyük” dedi.
Türkiye’de yaşayanlar açısından, imrenerek izlenen, ilham vermesi gereken bir gelişme. Arkasında on binlerce ölünün olduğu, paramiliter güçlerin cirit attığı kanlı bir süreç, nihayet sonlandı.
Bu sürecin sonlanması hakkında marjinal denilebilecek yorum, FARC’ın ne karşılığında silah bıraktığını sorabilecek cürete sahip olanların yaklaşımı. FARC’ın ihanet ettiğini söyleyenler de oluyor, ama asıl önemli olan bu anlaşmanın Kolombiya yoksullarına ne kazandırdığı sorusu.
Anlaşmanın referanduma sunulmasını ise hiç kimse dert etmedi. Bütün kamuoyu yoklamaları barıştan yana olanların kesinlikle kazanacağını söylüyordu. Gazeteci Sezin Öney, en karamsar beklentinin “evet” oylarını yüzde 58 oranında gösterdiğini söylüyordu.
Beklenen olmadı. Sevincimiz kursağımızda kaldı. Referanduma katılım çok düşük oldu, yüzde 40’ın altında kaldı. Bunun nedenleri henüz derlenmedi, ama evet oylarının kesin üstünlük sağlayacağı iddiası etkili olmuşa benziyor. Muhtemelen barış anlaşmasıyla oluşan atmosfer, referandum zaferinin çantada keklik olarak görülmesine neden oldu. Bir başka etkenin de Kolombiya’da paramiliter güçlerin aralıksız çalışması olduğu söylenebilir: Barış anlaşmasının bütününe değil ama imzalanan haline karşı olan derin devlet ve uzantıları.
Referandumun hemen ardından tüm dünyada dolaşıma giren, referandumun sınıfsal ve bölgesel dağılımını gösteren harita çok ilginç. Harita, savaştan en çok çeken, en çok zarar gören ve en yoksulların barıştan yana, tuzu kuruların ise barışa karşı olduğunu gösteriyor.
Kolombiya’da her şey sona ermedi. Dünyanın en azından bir yerinde yaşanan barışçıl bir gelişmeyi parlatan, öne çıkartanlar yanılmadı. FARC lideri, referandumun yeniden savaşa dönmeleri anlamına gelmediğini söyledi. Referandumda savaş isteyenler kazanmış olabilir, ama bu sadece barış sürecinin ilerleyişinde bir aksama. Önümüzdeki dönemde sert provokasyonlar olmazsa Kolombiya’da barış sürecinin ilerlediğini hep beraber gözleyeceğiz.
Referandumdan önce FARC lideri Jimenez, barış anlaşmasının mücadeleyi bıraktıkları anlamına gelmediğini, mücadelenin yönteminde değişiklik yaptıklarını söyledi. İnsanın aklına çözüm süreci günlerinde benzer bir açıklamayı birkaç kez yapmak zorunda kalan Abdullah Öcalan geliyor. Yine de, belli ki “Santos’la da barış mı olurmuş?” basıncının FARC üzerinde fazla bir etkisi olmamış. Oysa Türkiye’de çözüm sürecinde, “AKP’yle barış mı olur!” diyenlerin etkisi, çözüm sürecini beğenmeyen, aşağılayan, karalayanların etkisi bir hayli belirleyici oldu.
Çözüm süreci ve Suriye
Kolombiya’da barış süreci aklımıza zorunlu olarak Kürt sorununda çözüm sürecini getiriyorsa, Kürt sorununda çözüm süreci de kaçınılmaz olarak Suriye’de yaşanan gelişmeleri düşünmeye zorluyor.
Türkiye’de çözüm sürecinin bozulmasında, hem Kürt hareketinin hem de devletin Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırında bir Kürt koridorunun kurulması ihtimaline yaklaşımı belirleyici oldu. İmralı heyetiyle Abdullah Öcalan arasında yapılan görüşmelerden birisinde, Erdoğan’ın Fırat’ın doğusu meselesini kırmızı çizgi olarak gördüğünün aktarılması üzerine, Kürt hareketi açısından da bu bölgedeki gelişmelerin ve kazanımların kırmızı çizgi olduğunu sinirlenerek söylüyor Öcalan.
Türkiye’de devletin bütün kanatları, Suriye sınırında birleşik bir Kürt kantonları koridorunu ölüm kalım meselesi olarak görüyor. İçerde, çözüm sürecinin gözden bu kadar kolay çıkartılabilmesinin nedeni de bu. Bu ihtimal ve Türkiye’nin IŞİD’le işbirliği yaptığı yönündeki propagandanın taşıması zorlaşan etkileriyle devlet Suriye politikasını değiştirdi. Bu değişiklikle, yeni bir ideolojik eksen olarak “yerli ve millî” olan herşeyin kutsanması ve bu çerçeveye sığmayan her şeyin, her kurum, ideoloji, birey ve siyasetin düşmanlaştırılmaya başlanması eş zamanlı olarak gelişti.
Burada sorun, çözüm sürecini kimin bozduğunu yeniden tartışmak değil. Abdullah Öcalan bayramda Mehmet Öcalan’la yaptığı ve 18 aydan sonra ilk kez sesinin duyulduğu görüşmede, “Süreci biz bozmadık” dedi net bir şekilde. Burada önemli olan, Türkiye’de çözüm sürecinin dinamikleri değil, Suriye’de Kürt koridoru ihtimali çözüm sürecini dinamitledi.
AKP’nin çözümden anladığı
AKP liderliği, Kürt sorununun çözümü konusunda bir yandan cumhuriyet tarihi boyunca en radikal adımları atarken aynı zamanda soruna çok kısıtlı bir çerçevede yaklaştığını gösteren uygulamalara da imza atıyordu. Oslo süreci, ardından Habur’da karşılanan gerillalar, özel mahkemelerin kurulması, ama bu gelişmelerin hemen ardından başlayan binlerce Kürt siyasetçinin tutuklandığı KCK operasyonları. Bu operasyonları Gülenciler mi yaptı, bilemiyoruz, ama hükümet bu davaların ve tutuklamaların arkasında net bir şekilde duruyordu. Bu aksamaya rağmen başlayan çözüm süreci, Akil İnsanlar heyetinin oluşması, çıkartılan bazı yasalarla Kürtçe eğitimin yasak olmaktan kurtarılması, ama her şeyden daha önemlisi Kürt sorunun her düzeyinin açık açık tartışılabilmesinin önünün açılması gibi adımlarla beraber başladı. Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’u için yazdığı mektup canlı yayında bütün merkez medyada yayınlandı. Bugünle kıyasladığımızda ne müthiş gelişmeler!
Bu adımlar hiç tartışmasız çok olumlu bir süreç başlangıcına tekabül ediyordu. Ama tüm sürecin çok esaslı bir sorunla ilerlediği de çok açıktı. Sürecin üzerinde çok durulmayan bazı yanları hiçbir şekilde yasal güvenceye kavuşturulmadı. Oysa Türk devletinin misafirperverliğinin sınırları Oslo sürecinde görüldü. Devlet gelmelerini onayladığı PKK üyelerini sürecin bozulmasıyla beraber hemen tutuklayacaktı. Hem çağırıp hem de çağrıya uydukları için insanları cezalandırmak devletin bir alışkanlığı. Bugün Öcalan’ın mektubunu okudu diye terör örgütü propagandası yapmaktan suçlanabiliyor heyet üyeleri!
Bu yaklaşımı da belirleyen temel sorun ise görüşmenin devlet-hükümet kanadının gasp edilen bir hakkın ve halkın mağduriyetini gidermek için tartışma sürdüren değil, canı isterse canı istediği kadar hakkı verme yetkisine sahip olan efendi gibi davranması oldu. Muhatabınıza sürekli efendilik tasladığınız sürecin kırılgan bir zeminde ilerlediğini de biliyor olmalısınız.
Ulusalcılar çözüme karşı
Kolombiya’da referandum sonucuna dair en garip ve acımasızca savaştan yana olan yaklaşımı MHP Antep Milletvekili Ümit Özdağ sergiledi. Özdağ, sosyal medya hesabından, Kolombiya’daki barış referandumu için “Barış için önce adalet olmalı diyerek terör ile uzlaşmayı reddeden, haysiyetli davranan Kolombiya halkını tebrik ediyorum” mesajını paylaştı. Antep’ten Kolombiya’da savaşa destek sunmak!
İşte, Türkiye’de çözüm süreci, en başta devletin hem Ergekenekoncu hem de Gülenci çetelerinin direncini buldu. Gülenci bazı yazarlar ilk Sri Lanka modelinden söz edenler arasındaydı, Ergenekoncular (yani devletin geleneksel sahiplerinin derinlerdeki örgütlenmesi) ise Kürtlerin haklarını gasp etme sürecinde örgütlenen, kadrolaşan ve deneyim kazanan bir yapılanmaydı: 17 bin faili meçhul cinayet, bu yapılanmanın kanlı hikâyesidir aynı zamanda.
Çözüm süreci, en başından itibaren karşısında MHP’yi, ordunun MHP’ye yakın kanatlarının blok tutumunu buldu. Ama çözüm süreci CHP’yi de karşısında buldu. CHP, Oslo sürecinin bozulmasının ardından aylarca bu süreci sürdürenlerin vatan haini olduğunun kampanyasını yapmakla kalmadı, bu kampanyayı çözüm süreci sonlanana kadar sürdürdü.
Süreç, iki tür ulusalcı tepkiyle karşılaştı: 1. Doğrudan milliyetçi, başını MHP, TSK ve İşçi Partisi’nin çektiği muhalefet. CHP’nin geniş kesimleri de bu muhalefetin içinde yer aldı. 2. Ulusalcı sosyalistlerin, çözüm sürecine doğrudan karşı çıkamayanların, “AKP’yle barış mı olur!” cümlesinde ifade bulan karşı çıkışları.
Irkçılardan Kemalistlere kadar geniş bir yelpaze, çözüm sürecinin bir ihanet süreci olduğunu bas bas bağırırken, ulusalcı sosyalistler ise kategorik Erdoğan düşmanlığı, yani “gitsin de nasıl giderse gitsin” yaklaşımıyla çözüm sürecini Erdoğan’ın lehine işlemekle damgaladılar. Çözüm sürecinin her bir aşaması yerden yere vuruldu. Demokrasiyle çözüm süreci karşıt kutuplarda tarif edildi. Bugünlerde Cumhuriyet gazetesinde yazan bir gazeteci, Soma katliamından sonra yaptığı şu yorumla çözüm sürecine sol görünümlü karşıtlığı çok net ifade ediyordu: “Diyarbakır, Dersim, Cizre’deki Soma protestolarına müdahale edilmezken, Batı’da durum tam tersi. Doğu’daki özgürlük ülkenin batısından esirgeniyor.”
Çözüm sürecinin yeniden başlamasını talep edenler olarak, sürecin tarihsel olarak ezilen kesiminde yer alanlara akıl vermeye çalışanlardan çok daha gür bir ses çıkartmamız gerekiyor. Hakları için mücadele sürdürenler, kiminle, hangi masada, nasıl bir barış sürecini sürdüreceklerini kendileri tayin eder. Bu tayinin yanında, aşağıdan, elden geldiğince kitlesel, yüz binlerce insanı kapsayan bir hareketle durmak, süreç karşıtı dinamiklerin frenleyici etkisini bertaraf etmek için değil sadece, HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasından rahat rahat söz edilebildiği bir dönemde, sürecin başlaması açısından da elzem olandır.