Roni Margulies
Sekiz yıl önce, konuk şair olarak bir ay Leipzig’de kaldım. Eski Doğu Almanya’nın ne durumda olduğunu merak ediyordum, Frankfurt veya Münih’ten ziyade Leipzig’i tercih etmiştim. Merakımı aşağı yukarı giderdim sayılır, ama Leipzig günlerimin hiç unutamayacağım anısı Anjel Açıkgöz ile tanışmak oldu.
Literaturhaus’ta bir akşam şiir okudum, sonrasında Alman bir kadın geldi yanıma, “Yaşlı bir bayan var, sizin oralı,” dedi, “annem sayılır, ararsanız çok memnun olur” dedi, telefonunu verdi. Ertesi sabah aradım. “Oğlum,” dedi Anjel Hanım, “akşam bana yemeğe gel”. Gittim. Edep sınırlarını zorlama pahasına sorduğum siyasî soruları geçiştirdi, “Muz için, kahve için memleketi sattılar” dedi. Muz ve kahve hiç bulunmayan, özlenen şeylermiş demirperdenin ardında. “Sistemde bir sorun yoktu, baştakilerin kabahatiydi hep” dedi.
Anjel Hanım, 85 yaşında, cin gibi, İstanbullu bir Ermeni ve komünist idi. Eşi Hayk ile 1946’da tam evlenmek üzereyken, davetiyeler bile bastırılıp dağıtılmışken, polis gelip Hayk’ı götürmüş. İki buçuk yıl yatmış herkesin İko dediği Hayk. Çıktığında, davetiye bastıracak paraları olmadığı için eski davetiyelerin üzerindeki tarihi elyazısıyla değiştirip 1949’da evlenmişler. Tekrar dava açılmış Hayk’a, “Alıştım artık, yatarım, dert değil, ama sonra askere alacaklar, askerliğim bitmez benim” demiş. Lübnan’a kaçmışlar 1950’de. Altı yıl orada yaşamışlar, sonra iki yıl da Polonya’da. Varşova garında Nazım Hikmet’le birlikte fotoğraflarını gösterdi Anjel Hanım. Nazım’ın ona imzaladığı Seçilmiş Şiirler kitabını gösterdi: “Melek kızım Merih için…”. “O zaman Merih derlerdi bana,” dedi, “çok adım oldu benim”.
Nihayet 1958’de Leipzig’e gelmişler. Kalp cerrahı olan Hayk hastanede çalışmaya başlamış. Ve birkaç yıl önce ölmüş. Salonun duvarlarında fotoğrafları var: Kel, gözlüklü, ciddi görünümlü, ama gözlerinde bir İstanbul fırlamasının haşarılığı da okunuyor. Bilmem kaçıncı şarap kadehinden sonra Anjel Hanım’a da söyledim bunu, “Evet,” dedi, “öyleydi”.
Bir rafta Nazım’ın kitapları, bir rafta düzgün bir şekilde istif edilmiş Agos gazetesi. Birkaç yıl önce Türkiye’ye gitmiş Anjel Hanım, abone olmuş. “Çekilir gibi değildi vatan hasreti” dedi. “Elli yıl sonra da mı?” dedim, “Evet” dedi, “Hayk gidemedi, yazık!” İstanbul’da ailesi kalıp kalmadığını sordum, “Ben zaten 85 yaşındayım, kim kalmış olabilir ki” dedi. Vedat Türkali’yi bilip bilmediğimi sordu, “Bilirim” dedim, “En yakın arkadaşımızdır,” dedi, “gittiğimde beni karış karış gezdirdi”.
İhmalyan kardeşler
Durup dururken aklıma geldi, eski TKP’li Vartan İhmalyan’ın anılarını okumuştum, 1956 Macar ayaklanması sırasında Budapeşte’de olduğunu biliyordum, “İhmalyan’ları tanır mıydınız?” dedim. “Tanımaz mıyım?” dedi, “Lübnan’a Jak İhmalyan’la birlikte kaçmıştık”. Jak, Vartan’ın kardeşi, ressam. “Jak, karısı, çocuğu ve biz Beyrut’ta aynı evde yaşadık. Bütçemiz dahil, her şeyimiz ortaktı. Beş kuruş paramız yoktu, bir gün mercimek, bir gün nohut alırdık. Bir misafir gelirse, tencereye bir kepçe su eklerdik, iki gelirse iki kepçe!”
“Sonra Jak Moskova’ya gitti. İlle de resim okumak istiyordu. Okudu da. Penceresiz bir bodrumda yaşıyormuş orada. Elektrik ışığında resim yapıyor! Birgün Parti’ye mektup yazmış, derdini anlatmış, birisi acımış, koca bir binanın en üst katında dokuz odalı bir yer tahsis etmişler ona. Gitmiş bakmış, harika, ama dam yok! O zor koşullarda tek başına orayı adam etti, her odaya kendi resimlerini astı, galeri haline getirdi. Sonra birgün hasta oldu, hastaneye yattı ve orada öldü. Haberimiz bile yoktu. Olsa, Hayk gidip büyük ihtimalle kurtarırdı onu. Pisi pisine gitti Jak”.
Çok sonraları, Sürgünde Bir Ressam – Jak İhmalyan (Mayda Saris, Birzamanlar Yayıncılık, 2013) adlı kitapta şunları okudum:
“1961 yılında Moskova’ya yerleşerek iki yıl radyoda editör olarak çalışan Jak, 1963’te Moskova Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü Türkoloji bölümünde öğretim üyeliğine atandı. İhmalyan’ın babası Rusça bilmediğinden kimseyle ilişki kuramıyor, dost edinemiyor, buna çok üzülüyordu. Yalnızlığa dayanamadığından “Erivan’a gideceğim” diye tutturan yaşlı adam, eşine ikide bir “Bak, Erivan’a gitmezsek kendimi Moskova ırmağına atarım” der dururmuş. Bunun üzerine tüm aile karar almış ve Jak’ın anne babası Ermenistan’a göç etmiş. Fakat ne yazık ki oraya varır varmaz hastalanan yaşlı adam Erivan’da hiçbir yeri görmeden, hiçbir yeri gezmeden dört ay sonra yaşamını yitirmiş.”
Jak’ın ölümü ise şöyle olmuş: “Moskova’da büyücek bir atölye sahibi olabilmek büyük mutluluktu. İhmalyan da bu düşünü ancak son yıllarda, ölümünden kısa bir süre önce gerçekleştirebilmişti. Zira böyle yerler ancak ressam olarak kendini kanıtlamış olanlara verilirdi. Çok harap durumdaki sekiz odalı ikinci atölyesini onarmak için toz toprak içinde, geceli gündüzlü çalışmış, resim çalışmasına zaman kalmadan hastalanıp hastaneye kaldırılmıştı. Söylendiğine göre, hastalığının nedeni, eski atölyeyi onarırken aldığı bir mikroptu. İhmalyan, yangın geçirmiş olan atölye için tam 2.500 ruble harcamıştı. Molozları kaldırması için 60 rubleye pazarlık ettiği adam, peşin 15 rubleyi alıp savuşunca kendisi molozları kaldırmak zorunda kalmıştı. İşte bu sırada kaptığı mikrop sanatçının hazin sonunu hazırladı…”
Tüm gördüklerine rağmen…
Eskiden beri düşünürüm, özellikle de Nazım’ı düşündüğümde aklıma gelir. Dünyanın her yanında iki kuşak komünist, Nazım gibi, Hayk ve Anjel, Vartan ve Jak gibi, inançları uğruna her şeyi feda etti, hapislere düştü, sürgün oldu, idama gitti. Daha güzel bir dünya uğruna, kendi hayatlarını hiçe saydılar, her şeyi göze aldılar, inanılmaz özverilerde bulundular. O daha güzel dünyanın Moskova ve Leipzig’de, hatta Sofya ve Bükreş’te hayata geçmiş olduğuna inandılar. Bu şehirleri gördüklerinde, buralarda yaşadıklarında inanmaya devam ettiler, her şeye rağmen, tüm gördüklerine rağmen.
Bu iki kuşak için, “komünizm” Moskova’nın ilan ettiği şeydi, aksini iddia eden anti-komünistti, faşizmin veya Amerika’nın ajanıydı. Bu “komünizm”, özgürlük, muz ve kahve özleyen insanları hain ilan eden bir komünizmdi; insanların özlemlerine rağmen komünizmdi!
Yıllar önce okumuştum, sonra kitabı kaybettim, dolayısıyla ayrıntılarını anımsamıyorum. Vartan İhmalyan’ın anılarında (Bir Yaşam Öyküsü, Cem Yayınları, 2012) bir sahne özellikle ilgimi çekmişti. Yıllardan 1956, İhmalyan Budapeşte’de Türkçe radyoda çalışmaktadır. Macar Devrimi patlak verir: işçiler ayaklanır, Rus tankları Budapeşte’ye girer. Radyoya resmi bir otomobil gelir, İhmalyan ve arkadaşlarını daha güvenli bir yere götürür. Yolda giderken, otomobilin pencerelerinden İhmalyan silahlı sokak çatışmalarını izler: bir yanda üniformalı Sovyet askerleri, bir yanda “mavi tulumlu Macar işçileri” (yanlış hatırlamıyorsam, bizzat kendisi böyle tanımlar işçileri). Ve İhmalyan derin bir üzüntü duyar.
Niye? Komünizm işçi sınıfının iktidarı demek olduğuna göre, İhmalyan ciddi, inançlı ve özverili bir komünist olduğuna ve inançları uğruna sürgünlüğü, zor bir hayatı hiç yakınmadan kabullendiğine göre, bir işçi ayaklanmasını bir ordunun bastırıyor olmasına üzüldüğü zannedilebilir. Ama hayır. CIA’nın Macar işçilerini kandırmış olmasına üzülüyordur İhmalyan! Bir an için bile bundan kuşku duymaz üstelik; bu işçilerin haklı talepleri olabileceği, sömürü ve ağır baskıdan bezmiş olabilecekleri, kendi iktidarları için mücadele ediyor oldukları (Budapeşte Sovyeti kurulmuştur üstelik o günlerde) aklına bile gelmez İhmalyan’ın. Hayatı boyunca işçi sınıfının iktidarını savunmuştur, ama hayatlarını ortaya koyarak Sovyet tanklarına karşı savaşan işçilerle en ufak bir yakınlık duymaz. Olay basittir çünkü: bir CIA komplosu!
Nazım, keskin zekâsı ve tüm cesaretiyle, Moskova’da yaşarken bile eleştirel olmanın eşiğine geldi. Peki, Hayk ve Anjel, Vartan ve Jak ve daha on binlercesi niye “Hayır, bu komünizm değil, biz bunun için mücadele etmiyorduk” diyemedi? Şöyle düşünüyorum: Bu kadar özveriden sonra, hangi babayiğit “Hayır, olmadı, bu değildi istediğimiz, yanlış oldu, baştan başlamak gerek” diyebilir? Ve bunu, Sibirya’da yok olmayı göze alarak söyleyebilir? Mesele cesaret değil, cesur olduklarını çoktan kanıtlamıştı hepsi. Mesele, onyıllarını boşa harcamış olduğuna kendi kendini ikna edebilmek.
Bulgar şarabı
Ayrılırken, “Son görüşmemiz olmasın bu” dedi Anjel Hanım. Kötü oldum. Ne zaman geleceğim ki ben Leipzig’e bir daha? Bu sabah tekrar aradım. “Oğlum,” dedi, “akşam yemeğe gel”. Nasıl gitmeyebilirim ki? Gittim. Yemek yerken uzun uzun Ermeni mutfağından söz ettik, ben ona Kurtuluş’ta topik satan ihtiyardan bahsettim, o bana annesinin yaptığı topikten, ben ona meyhanelerde Ermeni olmayan ahçıların yaptığı yalancı dolmaları yemediğimi söyledim, o bana anneannesinin yaptığı sarmaları anlattı. O bir kadeh Bulgar şarabı içti, ben şişenin geri kalanını, ama sanki çoğunu o içmiş gibi, o anlattı, ben dinledim: Babası Reji’de tütün fabrikasında işçiymiş, tüm azınlıklar işten atıldıktan sonra Park Otel’de çalışmaya başlamış, bardan ve içkilerden sorumluymuş. Anjel Hanım lisenin son sınıfına geldiğinde, yıllık okul ücreti bir lirayken, ailenin bir lirası çıkışmamış, “Kızım,” demiş babası, “liseyi bitirsen de üniversiteye yollayamayacağız zaten seni, bitirsen ne olur, bitirmesen ne olur”. Okulu bırakıp otelin pastanesinde kasada çalışmaya başlamış. On yıl orada çalışmış.
Bu arada, Samsunlu tıp talebesi Hayk Açıkgöz’le iyi arkadaş olmuşlar. Hayk tıp okuyor ya, geleceği parlak ya, cemaatin bütün zengin ailelerinin kızları talip olmuş Hayk’a. Hepsini reddetmiş, zengin oldukları için! Birgün, damdan düşercesine, “Bir şey soracağım sana,” demiş, “benimle evlenir misin?” “Ya ayaktaydım da oturuverdim ya oturuyordum da ayağa kalkıverdim şaşkınlıktan, hatırlayamıyorum” dedi. “Bana zaman ver, biraz düşüneyim,” demiş, “bir ay sonra cevap veririm” demiş. “Ne bir ayı?” demiş Hayk, “Üç gün yeter. Ama,” demiş, “doktorla evleniyorum, zengin ve rahat bir hayatım olacak diye düşünme sakın. Benim bir ayağım buradaysa, bir ayağım da hapiste, ona göre”. Yazılı olarak vermiş Anjel Hanım cevabını. Hayk’tan ödünç almış olduğu bir kitabı geri vermiş, içine de bir mektup koymuş. “Beni,” demiş, “annemden değil, babamdan iste, annem çok sofudur”. Hayk kitabı almış, sanki içinde gizli bir parti belgesi varmış gibi Taksim’deki umumi helalara girmiş, orada mektubu okumuş, sonra yırtıp tuvalete atmış, suyu çekmiş. “Türkiye’ye gittiğimde, Taksim’deki helalar duruyor mu diye sordum, duruyormuş” dedi Anjel Hanım. “Evet, duruyor” dedim.
(Anjel Hanım hiç sözünü etmemişti, ama İstanbul’a döndükten sonra Hayk Açıkgöz’ün anılarının yayıınlanmış olduğunu öğrendim: Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları (Belge Yayınları, 2015). Evlilik öyküsünü, Taksim’deki helaları orada da okudum!)
“Şu mendili yapamadık!”
Dayanamadım, “Peki,” dedim, “hiç kuşku duymadınız mı?” “Hayır,” dedi, “sosyalizmden hiç…” “Onu sormuyorum,” dedim, “buradaki ‘sosyalizmi’ soruyorum”. Ve geçen geldiğimde söylediği “Baştakilerin kabahatiydi hep” lafının altını doldurmaya başladı. “Aya insan yolladık, şunu yapamadık” dedi ve cebinden kağıt mendil çıkardı, “şu mendili yapamadık! Nazım Abi’nin şoförüne Beria emir vermiş, öldürmesi için, ama adam Nazım Abi’yi o kadar seviyor ki, bir türlü yapamamış, bahaneler uydurmuş. Beria öldüğünde şoför sarılmış Nazım Abi’ye, Abi demiş, sen de kurtuldun, ben de kurtuldum”. Anlattıkça anlattı, “Şunu yapamadık, bunu yapamadık”, kendi kabahati gibiymiş, Nazım’ın, Hayk’ın, Anjel’in kabahatiymiş gibi.
Dedim ya, iki kuşak böyle helak oldu.
Baktım, geceyarısı! Kalkmak istemiyorum. “Kalkayım” dedim, konyak ikram etti. “Kalkayım” dedim, çikolata ikram etti. “Kalkayım” dedim, hurma çıkardı. “Şu sigara son, sonra kalkarım” diyorum. “Bu kadehi bitireyim, sonra kalkarım” diyorum. Kalkamıyorum. “Mayıs’ın 13’ü Kadir’in 90. doğum günü, beni davet etti” dedi. Kadir dediği, Abdülkadir Pirhasan, yani Vedat Türkali. “Benimki de 5 Mayıs, gelin ikisini beraber kutlayalım” dedim. “Benimki de 1 Mayıs! Yaşarsam, söz veriyorum, geleceğim” dedi.
Son cümlesini duymazlıktan geldim. Ne diyebilirdim ki? “Tamam,” dedim, “1 Mayıs’ta İstanbul’da görüşüyoruz”.
Kapıdan çıkarken, “Oğlum,” dedi, “devam et, doğru yapıyorsun”. Bisikletime bindim, “Biliyorum” dedim.