Şenol Karakaş
Karl Marx ve Frederich Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto, neredeyse kitabın kendisinden daha meşhur olan bir cümle içerir: “İşçilerin vatanı yoktur.” Vatan, millet, millî irade, milliyetçilik gibi başlıkların ölümcül bir öneme sahip olduğunun sürekli altını çizen bir devlet geleneğinin olduğu Türkiye’de, bu cümle pek de manalı değilmiş gibi görülebilir. Ayıca, başka bir soru da sorulabilir: Madem işçilerin vatanı yoktur, bütün kapitalizmin tarihi, neden aynı zamanda asker üniforması giyen farklı ülke işçilerinin vatanseverlik duygularıyla girişilen savaşlarda birbirilerini öldürmelerinin de tarihidir?
Yoksul bir Türk askerini yoksul bir Kürt gencini öldürmeye, yoksul bir ABD askerini yoksul mu yoksul bir Iraklıyı öldürmeye ikna eden gerçek hayat, Marx ve Engels’in veciz cümlesini, gerçeklikle ilgisi olmayan bir temenni haline dönüştürmüyor mu?
Bu sorunun yanıtı çok açık. Elbette Marx ve Engels’in söyledikleri doğru. Ve elbette işçiler “millî irade” ve “millet” gibi fikirlerden etkileniyor. Milliyetçiliğin, hemen her ülkede emekçiler üzerinde çok keskin bir etkisi var. Hatta keskin değil de “mucizevi” bir etki desek daha bile doğru olabilir.
“Hepimiz aynı gemideyiz”
Dile kolay, tüm dünyada yaklaşık 3,5 milyar insan işçilik yaparak yaşam sürmek zorunda. Yani, her gün emek gücünü ister devlet isterse özel sermaye olsun, bir patrona satması gerekiyor. Bu 3,5 milyar insan, emek gücünü satamazsa, satabileceği ve geçimini sağlamasına yardımcı olacak başka hiçbir şeyi olmadığı için işsizliğin, açlığın korkunç baskısını hissederek yaşamak zorunda.
Yine dünya genelinde, çoğu kadın 201 milyon işsiz var. 2014 yılı raporuna göre OECD’ye üye ülkelerde işsiz sayısı 44,2 milyon. İşsizlik oranı yüzde 7,2. Avro bölgesinde ise işsizlik oranı yüzde 11,2. Dünyanın tüm ülkelerinde benzer işsizlik oranları var ve bu ülkelerdeki toplam 201 milyon işsiz, dünya genelindeki 3,5 milyar işçinin üzerinde bir basınç oluşturuyor. Ne İspanya’daki işsizle Güney Kore’deki işsiz arasında, ne de çeşitli ülkelere dağılmış bu 3,5 milyar işçi arasında, dil, din ve ten rengi dışında hiçbir farklılık yok. ABD’de de, Rusya’da da, İspanya’da da, Brezilya, Hindistan, Çin ve Türkiye’de de işçiler neredeyse tıpatıp aynı koşullara sahip. İşçilerin zenginlik karşısındaki pozisyonları aynı. Dünya genelinde en zengin yüzde 10, toplam dünya gelirinin yaklaşık yüzde 40’ını alıyor, en fakir yüzde 10’luk nüfusun payına ise toplam gelirin sadece yüzde 2’si düşüyor! İşçilerin çalışma saatleri, uymak zorunda kaldıkları iş yasaları, sendikalaşma üzerindeki baskılar, kadın işçilerin ücretlerinin erkek işçilerin ücretlerinden düşük olması, iş yasalarının genel olarak işçilerin aleyhine uygulanması, protesto haklarının, örgütlenme özgürlüklerinin sürekli baskılanması, kuşkusuz bazı önemli farklar içerse de, hemen her ülkede işçiler açısından benzerlikler gösterir.
İşte milliyetçilik bu yüzden egemen sınıflar açısından çok sihirli bir fikirdir. Birbirine benzer sınıfsal koşullarda yaşayan 3,5 milyar insanın birbirleriyle değil, sınıfsal koşullarının hiçbir şekilde benzeşmediği insanlarla aynı, neredeyse birleşik bir ruh halinde hareket etmesini sağlar. İsmet Berkan’ın yaptığı hesaplamaya göre, Türkiye’nin en çok gelir elde eden insanı ayda ortalama 7 milyon kazanırken, Türkiye nüfusunun yarıdan fazlası, yani milyonlarca insan, ayda ortalama 1000 TL kazanıyor. Diğer bir deyişle, milliyetçilik, bir yoksulun kendisinden 7 bin kat fazla gelir elde eden bir insanla ortak çıkarlara sahip olduğunu düşünmesini sağlayan bir fikirdir.
Dünya genelinde 5-14 yaş grubu arasında 120 milyon çocuk işçi var. Bu farklı ülkelerde yaşayan 120 milyon çocuk işçi, kendi ülkelerinde en zengin yüzde 10’luk nüfusun çocuklarıyla hiçbir zaman aynı fırsatlara sahip olamayacak. Ama milliyetçilik, “hepimiz aynı gemideyiz” vurgusunu, her gün her saat işlemeye devam edecek.
Her ulus içinde iki ulus
Marx ve Engels, sadece işçi sınıfının vatanı yoktur deyip kesip atmıyorlar. Ayrıca, “Zaten onların olmayan bir şeyin, onlardan alınması da mümkün değil” diyorlar. Vatan, kelimenin tam anlamıyla bir mülkler toplamıdır. Cebinde beş kuruşu olmayanın beş kuruşluk bile vatanı yoktur. Ne kadar para, ne kadar mülkiyet varsa, o kadar vatan vardır. Araziler, otoyollar, tren yolları, ormanlar, evler, pastaneler, hastaneler, fabrikalar, daima birisinin malıdır. Aynı vatanda yaşıyor olmak, bu birilerinin tapulu mallarından gönlümüzce faydalanabilmek anlamına gelmiyor.
Nüfusunun yarısı ayda 1000 TL kazanan Türkiye’de, vatanseverlik propagandası, vatanın gerçek sahipleri olan özel mülkiyet sahiplerinin çıkarlarını garanti altına almak için bulunmaz bir fırsattır. Vatan bir mülkler toplamıysa, mülkiyeti olmayanın vatanı olmadığını söylemek, mülk sahibi sınıflar gönüllü bir şekilde mülkiyetlerini mülksüzlerle paylaşana kadar, basit bir gerçeğin basitleştirilmiş bir ifadesi olmayı sürdürecektir.
Aynı gemide olduğumuz lafı, geminin neresinde olduğumuzu gizlemeye yarıyor. Devasa servetiyle geminin en lüks kamarasında gezinen bir yolcu muyum, yoksa geminin sahibi miyim ya da gemide hizmet eden garson muyum, yoksa makine dairesinde denizi görmeden biteviye çalışan işçi miyim? Farklı, sadece farklı değil aynı zamanda uzlaşmaz çelişkilere sahip olan sosyal sınıflar, aynı gemide olduklarını sansalar da, değillerdir. Gemi batarken, geminin yoksulları kurtulamaz genellikle, zenginler, geminin gerçekten mülkiyetine sahip olanlar batmadan önce gemiyi terk edecek zamanı her zaman bulurlar. Bu açıdan, Marx ve Engels’in “işçilerin vatanı yoktur” sözünün daha iyi anlaşılması için, Rus Marksist Lenin’in sorunu daha da anlaşılır kılan şu katkısını eklemekte fayda var: “Her ulus içinde iki ulus vardır, burjuvalar ve işçi sınıfı.”
Evet, her ulus içinde iki ulus vardır, burjuvalar, zenginler, üretim araçlarının sahipleri bir tarafta, yoksullar, mülksüz milyonlarca insan diğer tarafta. Bu nedenle, yukarıdan aşağıya aralıksız işlenen “millî olmalıyız” propagandası, tek tek her bir işçiyi gerçek dünyanın sorunlarından koparmaya ya da gerçek dünyanın sorunlarına karşı tepkiyi gerçekliğin ters yüz edilmiş hâline karşı yönlendirmeyi hedefler. Bunu yaparken, kuşkusuz, geleneklerde, ölülerin yaşayanlara aktarılan alışkanlıklarında güçlü kökler bulmakla kalmaz sadece, bugünün entelektüel üretim araçlarının yaygın propaganda makinesinin aralıksız çalışmasına muhtaçtır egemen sınıf.
Devletin tüm organları elele
Türkiyeli erkekler, 2016’nın Ağustos ayında 33 kadını öldürdü ve 26 kadın cinsel şiddete maruz kaldı. Türkiyeli polisler defalarca Türkiyeli işçilerin düzenlediği grevlere, protesto eylemlerine saldırdı. Türkiye polisi yüz binlerce Türkiyelinin katıldığı Gezi eylemlerine saldırı destanları yazdı. Sadece Türkiye değil ki: ABD polisi sadece 2016 yılında ezici çoğunluğu siyah olan 790 ABD vatandaşını öldürdü. Millî olmamız yönündeki bu dayatmalara burun kıvırıp geçmek bu yüzden çok önemli. ABD’de tecavüze uğrayan bir kadının ya da bir ABD polisi tarafından katledilen bir siyahın, ABD’nin sermayedarlarıyla bağ kurması, ortaklaşması imkânsız, ama Türkiye’deki kadınlarla, yoksul mahallelerde polisin eziyetlerine maruz kalanlarla çıkarları bir ve aynı.
Buna rağmen, milliyetçiliğin kitlesel olarak sahiplenilmesi, her çağın egemen fikirlerinin egemen sınıfın fikirleri olmasından kaynaklanıyor. Her ülkede egemen sınıfların işini kolaylaştıran milliyetçilik, aynı zamanda kapitalizmin küresel işleyişini de korumaya alma yeteneğine sahip. Milliyetçilik, hem sermayenin küresel çıkarlarını korumanın aracıyken, hem de her ülkede egemen sınıfların mülksüzleri kontrol etmesini sağlarken, her ülkede işçi sınıfına karşı sürekliliği ilan edilmiş bir iç savaş ideolojisi gibidir. Egemen sınıf bu fikirden vazgeçemez. İşçiler kitleler halinde bu fikri sorgulamaya başladığında, milliyetçiliğin yeniden kutsanacağı kanalları yaratmak için devletin tüm organları elele verir.
Yine de, yollarda kendine başına dolaşan insanlardan değil de bir işyerinde onlarca, yüzlerce işçiyle birlikte çalışan, kolektif bir üretim sürecinin parçası olan insanlar, yukarıdan aşağı boca edilen bu egemen fikirleri, yani her işçinin işyerine, milletine, patronuna, devletine bağlı olduğunu anlatan sürekli bir propagandayı her zaman tümüyle kabulleniyor değildir. Bu propagandanın karşısında, işçilerin her gün işbaşı yaptıkları anda aşağıdan yukarıya başlattıkları sorgulama, tepki, kızgınlık, yorgunluk ve haksızlıklara karşı tartışma isteği de vardır. Her işçinin kafasında hem bu propaganda hem bu istek yer alır, çarpışır, çatışır. Milliyetçiliğin kitlesel bir hareketle kırılması, aşağıdan yukarı şekillenen bu tartışma sürecinin sürekliliğine, işçilerin kolektif kararlılığına ve milliyetçilikle en başından itibaren arasına mesafe koyan işçi liderlerinin politik birliğinin ne kadar şekillendiğine bağlıdır.
Her ülkede, işçiler için hiçbir ülkenin vatan olmadığını, tek vatanın küresel işçi sınıfı hareketi olduğunu kavrayan işçiler vardır. Bazen az vardır, bazen sayıları çoğalır. Çoğalmaları için, “millî olmalıyız” seslenişini bastırmak için mücadele etmek gerekir.