Işıl Demirel
Evet, doğru okudunuz, Anadolu’nun hemen her yerinde olduğu gibi, Trakya’nın hemen tüm büyük şehirlerinde olduğu gibi, Kırklareli’nde de Yahudiler yaşardı. Sonra ne mi oldu onlara? Göç etti-rildi-ler. Kimileri 1930’larda Trakya Pogromu (1934 Trakya Olayları) ile, kimileri 1940’larda Varlık Vergisi’nden sonra varlıklarını yitirince, kimileri ise biraz daha dayanıp küçük bir şehirde göze batmak yerine büyük şehirlerde görünmez olarak yaşamaya karar verdiğinde, Yahudiler Trakya’dan gittiler.
Trakya’nın çeşitli yerleşim birimlerinde 21 Haziran 1934’te başlayan ve 4 Temmuz’da sona eren pogromda Yahudilere yönelik eş zamanlı saldırılar düzenlendi. Yahudilere ait dükkân ve evler yağmalandı, taşlandı, nereden geldiği bilinmeyen adamlar evlerine dalıp eşyalarını sırtlayıp götürdü, götüremedikleri eşyaları sırf zarar vermek için kırıp döktüler, evlerin camları kırıldı, sokaklarda dövüldüler, kişisel eşyaları ve paraları gasp edildi, ırzları tehdit edildi ve hatta “münerit” ırza geçme vakaları yaşandı. Ve tüm bunlar yaşanırken onlara canlarının alınmayacağı söylendi. “Amaç sadece Yahudilerin mallarını almaktı” ya da onları korkutmak.
Öyle ya, Trakya pogromunun öğütleyici ve örgütleyicilerinin başında adını saymadan geçemeyeceğimiz Nihal Atsız’ın Millî İnkılap dergisinde yayınladığı yazılardan birinde de dediği gibi,“Yahudiyi öldürmektense korkutmak yekdi”. Ve bunun sonucunda binlerce Yahudi evlerini terk ederek İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı.
Haham’ın sakalı
Olaylara müdahale etmeye çalışan bir jandarma askerinin ölümü dışında hemen hiçbir yerleşim biriminde herhangi bir ölüm vakası meydana gelmese de, yaşanan bu şiddet ve yağma eylemlerinin bedeli Yahudiler için ağır oldu. Çanakkale’de başlayan ve önceleri Yahudi esnafın mallarını boykotla sınırlı bu eylem kısa sürede şiddete dönüştü ve tüm diğer Trakya şehirlerine yayıldı. Olaylar en son Kırklareli’ne sıçradı. Ve şiddet en açık haliyle orada kendini gösterdi.
Ne yaşandı Kırklareli’nde? Erol Haker’den okuyalım:
“Geleneksel Kırkpınar güreşleri o yıl 3 Temmuz 1934 Pazar günü yapılacaktı. Genelde güreşler Edirne’de olurdu. Ancak 1934 yılında, bilmediğim bir nedenden dolayı Kırklareli’ye taşındılar. Böylece Kırklareli’ye, bu küçük kasabanın ağırlamaya ne alışık olduğu ne de hazır olduğu sayıda yabancı akın etti… Güreşler ikindi vakti bitti. İzleyicilerle güreşçilerin, at arabası ve otobüslere binerek dağılması bekleniyordu. Bunun yerine açıklanması güç bir şey oldu ve hemen hemen herkes Bulgar yönetimi sırasında ‘Loryalo’ adı verilen parkta toplandı…
Adatolar bir hafta önce Trakya’nın başka kasabalarında meydana gelen Yahudi karşıtı olaylardan haberdardı. Ancak onlar dahil Kırklarelili Yahudiler, ‘Biz Türk komşularımızla öyle iyi dostuz ki Kırklareli’de bize zarar gelmez, en kötü olasılıkta da polis mutlaka bizi korur’ diyerek birbirlerine güven verdiler…
Akşam sekiz sularıydı ve hava kararmaktaydı. O günlerde Kırklareli’de hâlâ elektrik yoktu. Adet olduğu üzere oturma odası gaz yağı lambalarıyla aydınlanır ve bunlar yatma vaktine kadar yanardı. Gece evin büyük kısmı zifirî karanlık olur, yalnız gerektiğinde mum yakılırdı. Dokuz civarında ev taş yağmuruna tutuldu. Oldukça ağır taşlar panjurları ve camları kırdı ve odaların döşemesiyle mobilyalara çarparak zarar verdi. İçeri atılan kayalar sayesinde pencereler artık ardına kadar açıktı. Lia, ailesini Simanto’nun yaşadığı ikinci kata taşımaya karar verdi. Herkes gelince Simanto küçük çocukları çevresine toplayarak onları kucakladı, yakındaki polis karakoluna bakan pencereye gitti ve ‘Can kurtaran yok mu?’ diye bağırmaya başladı. Evdeki diğer yetişkinler de koroya katıldı. Yakınlardaki polis karakolunda ise çıt çıkmıyordu…
Saat 10 civarında sokağın diğer tarafından kırılan cam ve parçalanan kapı sesleri ve çığlıklar yükseldi. Bu sırada Sami kapıda gözüktü iyi niyetle uyarıda bulundu, ‘Amaç Yahudileri öldürmek değil, yalnızca eşyalarını almak; eğer Yahudiler direnmezse kan dökülmeyecek!’ dedi…
Saat onu biraz geçerken iç avludan bir gürültü geldi, sonra yerdeki kiremitlerde yankılanan ağır ayak sesleri, kırılan kiremitlerden çıkan ses ve yağmacıların arka camı kırarken çıkardıkları gürültü duyuldu. Yağmacıların sayısı az olmakla birlikte gayet planlı hareket ettiler. Yağmaya başlamak yerine ana giriş kapısını açtılar ve büyük bir gürültüyle içeri dalan onlarca yağmacıyı eve aldılar… Evde hiçbir şey bırakmadılar. Ağır ve pahalı mobilya gibi alamadıklarını da devirip tahrip ettiler…
Hahamın evine normalden daha kalabalık bir güruh girdi. Üçe ayrıldılar. Birinci grup evi boşaltmaya başladı. İkincisi hahamın yanına gitti, bir açıklama yapmadan artık sakala gereksinimi olmadığını söyledi. Onu traş etmek için ustura çıkardı ve haham karşı koymaya çalışınca yüzünü kesti. Ona kin besledikleri açıktı; onu şahsen küçük düşürmek istiyorlardı ve bu yüzden talanla açıklanamayacak kadar kötü davrandılar. Haham Moşe karşı çıkmaktan vazgeçti ve sakalı kesildi. Anlaşılan eşini daha kötü şeyler bekliyordu. Üçüncü yağmacı grubu onu yakaladı ve yere devirdi. Giysilerini yırtmaya ve karşı koyduğunda vurmaya başladılar. Bu hazırlık safhasının ileri bir aşamasında bir yağmacı, iç çamaşırlarıyla teni arasında bir cüzdan buldu. Çamaşırını yırtmak üzereyken, herhalde meraktan önce cüzdana uzandı. Cüzdanının fermuarını açtığında birkaç parça mücevher, birkaç altın ve paralar yere döküldü. Yağmacıların para hırsları şehvet içgüdülerine galip geldi ve beklenmedik bir şekilde buldukları bu büyük yağmayı nasıl paylaşacaklarına dair tartışmaya başladılar. Hahamın evindeki herşeyi aldılar ve gittiler…“
Bir daha geri dönmemek üzere
Türk Seferad Yemekleri kitabında annesi Kırklarelili Dina’nın hikâyesini anlatan Deniz Alphan o gece annesinin yaşadıklarını aktarırken yağma, talan ve şiddet anılarına bir de yangını ekliyordu; “Yağma olaylarının yaşandığı gece evler ateşe verilmeye başlayınca Dina çocukluk aşkı Nesim’le birlikte ‘ayakkabı giymeye bile fırsat bulamadan terlikleri ve çiçekli elbisesiyle’ bir daha dönmemek üzere doğduğu topraklardan trenle İstanbul’a kaçmıştı…”
O gecenin sabah saatlerinde Dina gibi pek çok Yahudi, İstanbul’a giden trene binebilmek için yollara dökülse de, yolda da gasp edilecek, parmaklarındaki yüzükler için birkaç kadının parmakları kesilecek, saldırıya uğrayacaklardı. Tren istasyonunda yaklaşık 400 Yahudi İstanbul’a gidecek ilk trene binerek canlarını kurtarmak istiyordu. Olaylar o kadar iyi örgütlenmişti ki Kırklareli-Alpullu arasında her gün üç yolcu vagonuyla sefer yapan tren 4 Temmuz sabahı gün ağarırken Kırklareli Tren İstasyonu’nda on beşten fazla yolcu vagonuyla beklemekteydi. Olayların yaşandığı 1934 yılında Kırklareli’nde Yahudi nüfusu 130 hane kadardı. Bu hanelerin pek çoğu o sabah İstanbul trenine binerek bir daha geri dönmemek üzere yola çıkıyordu.
Trakya’daki olaylardan kaçan Yahudiler İstanbul’a varmayı başarınca olaylar nihayet hükümetin gündemine gelir. Başbakan İsmet İnönü 5 Temmuz günü mecliste konuyla ilgili bir toplantı yapar ve bir bildiri yayınlayarak bu tür olaylara devletin asla müsade etmeyeceğini, olaylara karışanların en ağır şekilde cezalandırılacağını açıklar. Ardından, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya olayları araştırmak üzere Trakya’ya gönderilecek ve bölgede sıkıyönetim ilan edilecektir. Olayların derhal durdurulması için hükümetten emir gelse de talanın tümüyle durması bir süre daha alır. Hükümetin müdahalesinden sonra birçok Yahudi evlerine geri dönme cesareti bulmuş, ancak pek çoğu da bir daha geri dönmeyip hayatlarına yeniden başlamıştır.
Kırklareli’nde yaşanan olaylarla ilgili Belediye Başkanı Şevket Dingiloğlu’nun, Ticaret Odası Başkanı Karahafız’ın Mehmet’in, esnaf ve tüccarlardan Ahmet Helvacı, Kasap Hafız, Kahveci Salim, Köfteci Ali ve Hüseyin, Çırak Ali (Coşkun) gibi kişilerin öncü rol oynadığı, olaydan sonra birçok kişinin tutuklandığı söylenmiştir. Tutuklananlardan Çırak Ali’nin uzun zaman Küçük Hitler olarak anıldığı da sözlü tarih anlatılarından bilinmektedir. Yargılananlardan çok azı mahkûm olmuş, yağmalar ile zengin olan pek çoklarının hikâyesi yıllar sonra bile anlatılagelmiştir.
Yaşanan olayların ardından yaklaşık 3000 Yahudi çareyi bölgeden kaçmakta bulur. Söz konusu yıllarda bölgede yaşayan yaklaşık 13.000 Yahudi’den 3000’inin bölgeyi terk etmek zorunda kalması ve yağmalanan Yahudi evlerinin çoğunlukla ekonomik güçlük içinde olmayan kişilerin evleri olması, yaşanan pogromun ekonomik bir boyutu olduğunu kanıtlar niteliktedir. Amaç Yahudi mallarına konmak ya da dönem hükümetinin kullandığı tabirle “sermayeyi millîleştirmek” tir. Göç eden Yahudilerden pek azı geri dönmüştür. Zaten gidenlerin pek çoğu geride kalan mallarını, itibarlarını, iş imkânlarını ve güvenlerini kaybetmiştir.
Kırklareli’de 1927 nüfus sayımında 978 olarak sayılan Yahudi nüfusu 1935 nüfus sayımında 680, 1945 nüfus sayımında ise 378 kişi kalacaktır. Olayların ardından 1942 yılında Varlık Vergisi’nin de gelişiyle Kırklareli’nde yaşayan Yahudi nüfus neredeyse üçte bir oranında düşecek ve yıllar içinde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalacaktır.
“Buralar eskisi gibi olmadı bir daha”
Son derece planlı örgütlenen ve pek çoklarının aksine antisemit bir yaklaşım ile eyleme döküldüğünü iddia ettiğim Trakya Pogromu’nun gerçekleşmesinden sorumlu kişi ve kurumları tek bir yeri işaret ederek tespit etmek mümkün değildir. Antisemit yazıları ile 1930’lu yılların başlarından itibaren topluma Yahudi düşmanlığını pompalayan yazarların, Yahudi mallarına göz koymuş yerel yönetimlerin, olaylara müdahale etmeyerek Pogroma çanak tutan güvenlik birimlerinin, hemen her yerde Yahudiler gidebilsin diye tren ve vapurları hazır bekletenlerin ve olaylar ancak bittikten sonra durumu gündem haline getirerek olayı soruşturmaya başlayan hükümetin ortak çalışmalarıyla Trakya Olayları sahneye konmuştur.
Olaylardan alınacak tek dersi ise Yahudiler almıştır: Bu ülkede Yahudi olarak yaşamak belli ki bundan sonra zor olacaktır. Bu sebeple her ne kadar yüzyıllardır Trakya’da yaşasalar da topraklarından vazgeçmek, büyük şehirde göze batmadan yaşamak, Yahudi isimlerini Türkçe isimlerle değiştirmek, soy isimlerini Türkçe sesli isimlerden seçmek, aksansız Türkçe konuşmaya çalışarak bir daha böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmamak ve hatta bazıları için ülkeyi terk etmek tek çare olacaktır.
Ders alan Yahudiler olsa da, olayların kaybedeni bölge halkı olmuştur. Bölgenin Müslüman-Türk nüfusu ile yapılan tüm sözlü tarih araştırmaları göstermiştir ki Yahudilerin Trakya’nın büyük şehirlerinden gidişi ile bu şehirlerdeki kültür kalıcı olarak değişmiştir. Her ne kadar Trakya Olayları ile yüzleşmek bölge halkı için zor olsa da, hemen herkes hemfikirdir; “Yahudi komşularımız/dostlarımız gittikten sonra buralar eskisi gibi olmadı bir daha…”
Özet Kaynakça:
Ayhan Aktar, “1934 Trakya Olayları ve Türk Milliyetçiliği”, Tarih ve Toplum, Kasım 1996, sayı 155.
Deniz Alphan, Dina’nın Mutfağı, Boyut Yayınları, 2012.
Rıfat Bali, 1934 Trakya Olayları, Libra Yayıncılık, 2012.
Erol Haker, Bir Zamanlar Kırklareli’nde Yahudiler Yaşardı, İletişim Yayınları, 2002.
Avner Levi, “1934 Trakya Yahudileri Olayı: Alınmayan Ders”, Tarih ve Toplum, Temmuz 1996.