Besim Dellaloğlu
Anadolu’da AKP’nin güçlü olduğu kentlerden birinin CHP İl Başkanı 7 Haziran seçimlerinden önce köy köy dolaşır. Sahadaki AKP etkinliğiyle bizzat sahada mücadele etmek gereğini kabul ve tespit ederek! Daha önce hangi partiye oy verdiklerine bakmadan her köyde herkesle iletişim kurmaya çalışır.
Bu ziyaretlerin birinde İl Başkanı bir nineyle uzun uzun muhabbet eder. CHP’nin önerilerini, seçim vaatlerini anlatır. AKP’nin yaptığı yanlışları bir bir eleştirir. Hatta o yanlışların alternatiflerini de gösterir. Nine İl Başkanı’nın söylediklerini dikkatle dinler ve neredeyse her söylenene katıldığını ifade eder. Özellikle de CHP’nin 7 Haziran seçimleri öncesi vaadlerini çok beğenir. İl Başkanı ayrılırken nineye “Artık bu seçimde bize oy verirsin, değil mi nineciğim?” der. Nine ise şöyle cevap verir: “Ben size oy veremem. Yine AKP’ye oy vereceğim. Ama siz bu söylediklerinizi söylemeye devam edin ve bizleri bunları yapacağınıza gerçekten ikna edin. Ancak o zaman ileride bizim torunlar size oy verir.”
Cumhuriyeti kurmuş ama…
Cumhuriyeti kuran partinin cumhuriyetin çok partili döneminde hiçbir seçimi tek başına iktidara gelebilecek şekilde kazanamamasını nasıl yorumlamalı? Cumhuriyeti kurmuş ama o cumhuriyetin yurttaşlarını uzun yıllar temsil etmeyi başaramamış bir siyasal parti nasıl mümkün olabilir? Kürtlüğün, Müslümanlığın, Aleviliğin Türkiye’de bir siyasal kimlik haline gelmesinin bu temsil edememeyle ilişkisi olduğunu görebilmek bu kadar mı zor? Bugün AKP ve HDP diye iki parti varsa, bunun ninenin rezervleriyle hiç ilgisi olmadığını söyleyebilir miyiz? Evet belki CHP’nin Alevileri temsil edebildiği bir anlamda doğrudur. Ancak bunun bir seçim mi, yoksa bir zorunluluk hissi mi olduğu tartışmaya açıktır. Çünkü Alevilerin hangi sorunu cumhuriyet tarafından çözülmüş?
Çok geniş yurttaş kesimlerinin hiçbir öznelliğini siyaseten içselleştirememiş bir partinin adında “cumhuriyet”in yer almasının anlamı nedir? Cumhuriyeti kurmuş ama o cumhuriyetin halkını temsil edememiş bir partinin adında “halk”ın yer alması nasıl okunmalıdır? Daha önce yazdığım bir yazıda AKP’yi aKP diye yazmıştım. “Adalet” eksikliği, yokluğu bağlamında. Sanırım aynı mantıkla CHP’yi de chP diye yazmak çok abartılı olmaz.
Örneğin cumhuriyetin toplumla meselesini en iyi tarif eden aslında başörtüsü konusudur. Başörtüsünün bir “siyasal simge” haline gelmesinden cumhuriyet politikaları sorumlu değil midir? Cumhuriyet toplumsallığını bu konuda dinamitlemiştir. Bülent Somay’ın yıllar önce belirttiği gibi, eğer cumhuriyet tüm kadınların başını açma siyaseti yerine, başını açmak isteyen kadınları bir hukukî şemsiye altında güvenceye alsaydı ve seçimi doğrudan yurttaşın inisiyatifine bıraksaydı, belki de bütün hikâyemiz başka türlü olabilirdi.
Oysa cumhuriyet kendi toplumsal olmayan siyasetini topluma giydirmeye çalıştı. Cumhuriyetin topluma giydirmeye çalıştıklarının bir kısmının gerçekten evrensel değerler olması bile bu meseleyi çözmedi. Kıyafetlerimiz de, siyasal prosedürlerimiz de, kent planlamamız da, mimarîmiz de dekorlaştı. Bizler evimizde Hilton banyolarımızı, salon-salamanje koltuk takımlarımızı, pimapen pencerelerimizi çevremize bir dekor gibi döşedik. Misafir odalarımıza yıllar boyu kendi çoluğumuzu, çocuğumuzu sokmadık. Salondaki koltuk takımları yerine arka odadaki divanlarda, sedirlerde oturduk. Salonumuz bayramlık kıyafetlerimiz gibiydi. Koltuk takımlarımızın üzerindeki örtüyü bayramdan bayrama açtık.
Medeniyetin siyasî yapısı
Cumhuriyetin arkasında bir burjuvazi yoktu demek sadece basit ezberleri tekrar etmek ve iktisadî bir indirgemeciliğe teslim olmak değildir. Evet, beğensek de beğenmesek de, modern cumhuriyet bir tarihsel sınıfın, burjuvazinin ortalığa hâkim olmasının hikâyesidir. Ama bu hegemonya sadece iktisadî, politik değildir. Hatta daha çok kültüreldir. Burjuvazi dediğimiz sınıf yarattı bütün o “Batı” dediğimiz medeniyeti. Artısıyla, eksisiyle! Bütün o edebiyatı, müziği, felsefeyi, kentleri, binaları, heykelleri, resimleri, Fransız balkonlarını, salle a manger’leri. Avrupa’yı bir sınıf üretti topyekûn. Cumhuriyet ise o medeniyetin siyasî yapısıydı o kadar. Yani Batı’da cumhuriyet olduğu için toplum medenileşmemişti. Burjuvazi denen sınıf kendi medeniyetini inşa ederken modern cumhuriyeti de icat etmişti.
Ve en önemlisi de, bizim bazen hayranlıkla, bazen kıskançlıkla, hatta bazen nefretle izlediğimiz Batı’nın evrensel, dolayısıyla vazgeçilmez sandığımız birçok özelliği aslında onlar için gayet kültüreldi ve gayet basit anlamıyla yurttaşın seçimlerine dayanıyordu. Medeniyet de, cumhuriyet de ancak bir seçime dayanıyorsa anlamlıdır. Medeniyet de, cumhuriyet de bir zorunluluk olarak yaşanıyorsa ve yaşatılıyorsa ancak ve ancak bir cehennem olabilirler.
Bu anlamda bizim cumhuriyetimiz hukukî ve kültürel bir cumhuriyet sanki. Ama maalesef siyasal ve ekonomik bir cumhuriyet değil. Cumhuriyetin “iyi bişi” olduğu konusunda genel bir mefhuma sahibiz. Fakat onun aslında ne olduğu konusunda, onun içinin nasıl doldurulması gerektiği konusunda kafamız epeyce karışık.
Seçeneklerin varolduğu bir rejim
Bütün kadınların başını örttüğü bir toplum “demokratik” bir toplum olabilir. Hiçbir evinde pimapen pencere olmayan bir toplum da “çağdaş” olabilir. Çoğunluğunun namaz kıldığı bir toplum “modern”, “laik” olabilir. Önemli olan bunların birer zorunluluk olmaması, birer tercihe dayanmasıdır. Belki de ancak bu “kültürel perde” kalktığında cumhuriyetin aslında ne olduğunu hatırlayabiliriz: Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik.
Sözünü ettiğim Anadolu ninesi için cumhuriyet, onun başına gelen, hatta maruz kaldığı bir şeydi. Bütün bu birikmiş maruziyetler aslında nine için CHP’yi, ağzıyla kuş tutsa bile, bir siyasî seçenek kılmayan şeydi. Türkiye’ye ya da daha genel anlamda modernleşme toplumlarına özgü bir “demokrasi paradoksu”ndan kolaylıkla söz edilebilir: Herhangi bir yurttaş için, siyasî yelpazede yer alan herhangi bir siyasî partinin neredeyse otomatik olarak bir seçenek olarak gözükmemesi!
Demokrasi seçeneklerin varolduğu bir rejimin adıdır. Hatta bu seçeneklerin oldukça çeşitli olduğu bir rejimin adı. Biliyorum, Türkiye’de bu tür cümleler kuranlara “liberal” deniyor. Demokrat yokluğundan kaynaklanıyor olabilir elbette. Bu bence liberalizme yapılmış bir iltifattır! Ben ise buna “asgari demokratlık” diyorum. Demokrasi öyle ya da böyle çok geniş siyasî çizgilerin asgaride demokrat olduğu bir rejimin adıdır. Cumhuriyetin kurucu partisi “demokrat” değilse, bu ülkede demokrasiden nasıl söz edeceğiz?