Cemal Yardımcı
15 Temmuz darbe girişimi ve bu saldırının büyük bir halk direnişiyle püskürtülmesine ilişkin pek çok soru var. Bu soruların bir bölümü önümüzdeki günlerde kısmen cevaplanır; bir bölümü ise muhtemelen uzunca bir süre, yakın tarih araştırmacılarının çalışmalarını bekleyen bilmeceler olarak kalır. Hayat elbette bütün bilmecelerin çözülmesini, belirsizliklerin giderilmesini beklemez. Siyaset eksik ve kısmi bilgiyle tavır almayı gerektirir. Varsayımlar, tahminler, bölük pörçük bilgilerden sonuç çıkarma çabaları işin doğasında vardır.
Ancak dört bir taraftan yağan dezenformasyon bombardımanından toplanan malzemeyle komplo kuleleri inşa etmenin anlamı yoktur. Apaçık göz önünde olan verilerden, ülkeye ve dünyaya dair bilinenlerden yola çıkmak işin doğrusudur. Bunlardan hareketle “Vay canına’” dedirtecek komplo teorileri üretilmez belki, ama ihtiyacımız bu değil zaten. Ayrıca bu kadar ayan beyan ortada olan noktaların neden gözden kaçırıldığı ya da görmezden gelindiği üzerine düşünmek de ufuk açıcıdır.
“Son çare”
Darbecilere dair en aşikâr olan, ama değerlendirme ve yorumlarda en çok ihmal edilen husus nedir?
Elbette, darbecilerin asker olması!
Darbeciler askerdi. Darbeyi planlayanlar, yönetenler, uygulayanlar askerdi. Türkiye’nin yakın dönem siyasî tarihi askeri darbelerle delik deşiktir. “Askerî vesayet” geçerliliği belli bir dönemle sınırlı bir propaganda malzemesi değil, Türkiye siyasetini anlamak için kritik bir kavramdır.
Tek parti dönemi sonrasında –yani yetmiş yıldan beri– devletin derinlerinde, temel siyasî yönelimlere dair kararları alan veya onaylayan yarı-gizli, yarı-meşru bir iktidar odağı bulunur ve bu derin devletin merkezinde Genelkurmay yer alır. Farklı dönemlerde ve farklı söylemlerde “derin devlet”, “askerî vesayet”, “te ce” adıyla anılan bu iktidar odağı olağan koşullarda tavsiye ve telkin yoluyla, işler çatallaştığında muhtıralarla, daha dolaysız müdahalelerle ve en nihayetinde darbelerle ağırlığını koyar.
Derin devlet ya da askerî vesayet Türkiye’ye özgü bir tuhaflık değil. Devletin zor kullanma tekeliyle ilgili organları –işler sarpa sardığında– her ülkede gidişata müdahale etme eğilimindedir. Müdahale eğiliminin fiiliyata geçmesini kolaylaştıran ya da sınırlayan iki unsur olabilir. Birincisi, ülkede işler ne sıklıkta, ne ölçüde sarpa sarıyor? Ülkede çözülmemiş sorunların tarihsel birikiminden beslenen toplumsal gerilim kaynakları, derin çatlaklar, bastırılmış düşmanlıklar, kapanmamış yaralar var mı? İkincisi, çıplak güç kullanmayı maliyeti getirisinden fazla bir “son çare” haline getiren, genel kabul gördüğü için ihlal edilmesi düşünülemeyen yasalar, kurallar, ilkeler var mı? “Bir tuğla çekilirse bütün duvar yıkılır” dendiğinde tuğla, örtbas edilmesi gereken bir suçu veya korunması gereken bir suçluyu mu simgeliyor, yoksa bir ahlakî düsturu, bir hukukî ilkeyi, bir temel hak veya özgürlüğü mü temsil ediyor?
Tarihten devralınmış patlayıcı toplumsal gerilimler varsa, sorunların ele alınıp tartışılması ve çözüme bağlanması için üzerinde herkesin uzlaştığı ilkeler ve siyasî süreçler yoksa, çıplak güç kaçınılmaz olarak öne çıkar; askerler toplumsal süreçlerde orantısız bir etkinlik kazanır. Kapitalizmin eski yerleşik düzeni altüst ederek yayıldığı, otoritesini ilahî bir kaynaktan türeten siyasî iktidarların yıkıldığı, imparatorlukların çözüldüğü çağda bu durum genel kuraldı. Kapitalist Batı’nın merkezindeki ülkeler, kimi 20. yüzyılın başlarında, kimi II. Dünya Savaşı’nın tahribatının gölgesinde, yüzyıl ortalarında bu aşamayı geride bıraktı. Çevre ülkelerin bir bölümü siyasî düzenini kapitalist merkezle uyumlu hale getirdi; bir bölümünün ise önünde hâlâ kat edilmesi gereken bir mesafe bulunuyor.
Türkiye bariz olarak bu son grupta: Türk/Kürt, Sünni/Alevi, modern/geleneksel, batılı/yerli ve benzer ayrımlar bir eşit vatandaşlık hukuku ile çerçevelenmediği için sürekli gerilim ve şiddet potansiyeli üretiyor. Çözülmeden bırakılmış, baskılanarak üstü örtülmüş sorunlar toplumsal fay hatları üzerinde öngörülemez patlamalarla kendilerini hatırlatıyor. Yüzleşilmemiş bir soykırım üzerine kurulan, hem imparatorluk seçkinlerini, hem de halk yığınlarını karar alma süreçlerinden uzak tutan Cumhuriyet’in yarattığı gelenek şiddet üreten toplumsal dokuyu dönüştürme ve sağaltma yeteneğine sahip değil. Sorunların olağan siyasî işleyiş içinde halledilebileceğini hiç kimse ümit etmiyor; hakkını almak ve adaleti sağlamak için hiç kimse olağan yargı mekanizmalarına güvenmiyor.
Askerî müdahaleler zincirinde bir halka
Siyaset ve hukukun itibarsız olduğu bu ortam kaçınılmaz olarak çıplak gücü öne çıkarıyor; askerin toplumdaki yeri ve önemiyle orantısız bir güce ve etkinliğe sahip olmasını sağlıyor. Bu yüzden gerginlikler yoğunlaştığında bir askerî müdahale beklentisi yükseliyor ve gözler Genelkurmay’a çevriliyor. Yine bu yüzden ortalık sütliman olduğunda bile asker “potansiyel tehlikelere” karşı bildirilerle, muhtıralarla, darbe girişimleriyle gidişata müdahale etme hakkını kendisinde buluyor.
15 Temmuz darbe girişiminin de asıl dinamiği budur. 15 Temmuz bir askerî darbe girişimidir. Daha örtük ve dolaylı olanlar, hayata geçmeyenler bir yana, 27 Mayıs, 22 Şubat, 20 Mayıs, 9 Mart, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan askerî müdahaleler zincirinde bir halkadır.
Askerin siyasete müdahale eğilimini saptamak için derin bir tarih bilgisi ile üretilmiş incelikli siyasî analizler gerekmiyor; bu Türkiye’de temel düzeyde vatandaşlık bilgisi. Türkiye siyasetini az buçuk tanıyan herkes bu bilgiye sahiptir ve siyasî tavırlarında bu bilgiyi hesaba katar. 15 Temmuz’un askerî darbe girişimi olma niteliği de apaçık ortada. Peki, askerin rolü neden ilk birkaç günün tozu dumanı yatıştıktan sonra ihmal ediliyor, hatta unutturulmak isteniyor?
Devletin FETÖ diye adlandırdığı Fethullah Gülen Cemaati’nin başta ordu ve polis teşkilatı olmak üzere devlet içinde oluşturduğu gizli yapılanmanın darbe girişiminde can alıcı bir sorumluluk sahibi olması bu durumu açıklar mı?
Darbe girişiminin bilinmeyen ayrıntıları ne olursa olsun, Cemaat’in darbe sürecinde tetikleyici ve tetikçi olarak oynadığı alçakça rol tartışma götürmez biçimde ortadadır. Bu rol alçakçadır ve vebali büyüktür; ancak esas olarak silahlı kuvvetleri harekete geçirmeye ve siyasetin merkezine taşımaya yöneliktir.
Darbenin başarılı olması hâlinde devletin başına kimin geçeceğini, darbenin “bir numarasının kim olduğu” boş bir sorudur. Doğrudan Genelkurmay’da planlanan istisnalar dışında, bütün darbe hazırlıklarında “bir numara” hanesi boş bırakılır. Girişiminin başarılı olacağına emin olmadan tepedeki rütbeliler işin kirli kısımlarına elini sürmez. Son aşamada, risk almaya ikna edilirse Genelkurmay Başkanı, o olmazsa darbe ertesinde genelkurmay başkanı olacak bir orgeneral “bir numara” hanesine yerleştirilir. Darbe sonrası düzeni sağlama politikasının belkemiği ve silahlı kuvvetlerin geleneği budur. Bu darbe girişimi de başarılı olsaydı böyle sonuçlanacaktı. Bu durumda Gülen Cemaati üyeleri hile-i şeriyeden hile ve desiseye evrilen yöntemlerle tuttukları köşeleri koruyacak, yeni mevziler ve imkânlar kazanacaktı. Ama askerî darbenin getireceği düzen, yaşı yetenlerin defalarca tanık olduğu türden bir askerî ara rejim olacak ve askerî vesayetin onarılıp sürdürülmesine hizmet edecekti.
Askerin darbeci geleneği gözardı ediliyor
Öyleyse neden Gülen Cemaati’nin komplocu karakteri FETÖ adlandırmasıyla gözümüze sokulurken askerin darbeci geleneği gözardı ediliyor?
Çünkü siyasî iktidarın askere ihtiyacı var. Her ülkede, her zaman olan türden bir ihtiyaç değil söz konusu olan. Resmî sloganın tersine, “yurtta harp, cihanda harp” yaşanmakta. Suriye’de savaş, çözüm sürecinin rafa kalkması, ülke içinde süregiden sert kutuplaşma, uluslararası düzlemde müttefiklerle karşılıklı güvensizlik, yarın ne olacağına dair genel bir belirsizlik: Şiddet sarmallarına gebe bu ortam siyasî iktidarın askere ihtiyacını olağanüstü artırıyor.
Silahlı kuvvetleri gereken yerde kullanılacak bir araç olmanın ötesinde, neredeyse iktidar ortağı olarak konumlandıran bir siyasî çizgi yürürlükte. Bu siyasî çizginin şartlarına göre davranan hükümetin fazla seçeneği yok. Yine bu şartlar altında, bir yandan askerin “devletin sahibi” olarak davranmasını önleyecek adımlar atılırken bir yandan da şerefli Türk ordusunun itibarını kurtarmaya çalışan hükümetin, çelişkiler içinde yalpalaması kaçınılmaz.
Bu yüzden darbenin bir halk direnişiyle püskürtülmesinin ardından siyasî iktidar askerin siyaset üzerindeki gölgesini kalıcı biçimde silme ve askerî vesayeti gömme imkânını kullanmaya cesaret edemedi. Askerî okullara ve Jandarma Komutanlığı’na ilişkin yerinde ama yetersiz önlemlerin devamı gelmedi. Oysa Genelkurmay Başkanlığı’nı bir tür başkomutan olmaktan çıkaracak, askeri iç güvenlik alanından tamamen uzaklaştıracak, askerî faaliyetleri ve harcamaları etkili bir kamu denetimi altına alacak şekilde silahlı kuvvetleri yeniden düzenlemek, 15 Temmuz sonrasında hem mümkün hem de gerekliydi.
Siyasî iktidar başka alanlarda önünde beliren fırsatların üzerine iştahla atılırken bu konudaki fırsatı kullanmadı. Bir eliyle hırpaladığı askeri öteki eliyle okşayıp yatıştırma yoluna gitti. En güçlü olduğu anda, kendisine bu gücü veren sokaktaki halka güvenmek yerine, iplerin elinde olduğu ve elinde kalacağı varsayımıyla darbe gecesinin ilerleyen saatlerine kadar sessiz ve hareketsiz kalan askerlerle kader birliği yapmayı tercih etti.
Bataklığı kurutmak
Bu tercih bir yönüyle “milliyetçilikle melezleştirilmiş bir İslamcılığın” siyasî ufkunun sınırlılığını gösteriyor. Ama daha güncel ve yakıcı olarak, iktidarın yakın gelecek tahayyülünde çatışma, şiddet ve savaşın belirleyici bir yer tuttuğunu ortaya koyuyor.
Hükümetin askerî vesayet düzeni ve darbecilerle mücadele yöntemi de bu tahayyülle uyum içinde: Darbecileri ve destekçilerini tek tek ayıklayıp cezalandırmak ve bu cezalandırma operasyonunu giderek daha geniş bir muhalif kesime yaymak. Ancak, taşradaki Cemaatçi bakkaldan Eğitim-Sen üyesi öğretmene, Kürt siyasetçiden demokrat akademisyene ölçü ve izan gözetmeden yapılan tasfiyeler hükümeti ancak çok kısa bir süre için rahatlatabilir. Bu adil olmadığı gibi, darbecilikle mücadele için yapılması gereken şey de değil.
Darbecileri bir daha böyle bir işe kalkışacakların gözünü korkutacak biçimde cezalandırmak; bu yapılmalı.
Darbe destekçilerini utançtan ses çıkaramayacak biçimde teşhir etmek ve itibarsızlaştırmak; bu da yapılmalı.
Ama asıl yapılması gereken bataklığı kurutmak: Devlet-millet adına hareket ederek halka karşı zor kullanmayı itibarsızlaştırmak gerekli. Kuralsızlığa karşı hukuku, çıplak güce karşı siyaseti güçlendirmek gerekli. Kuralsızlığı ve şiddeti besleyen gerilimleri ve çatışmaları azaltmak, bunun için çoğunlukta olmayan kesimlerin de kendilerini toplumun parçası olarak görmelerini sağlayacak bir eşit vatandaşlık hukuku oluşturmak gerekli.
Yoksa “Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen Cumhuriyet bürokratına benzer bir şekilde “Bu memlekete İslamcılık lazımsa onu da biz yaparız” diyecek ve Müslümanları inim inim inletecek “Türk-İslamcı” askerî cuntalarımız da olacaktır.