Alper Görmüş
15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki (TSK) generallerin yarısı tutuklandı… Bu olgu, darbe girişiminin bütünüyle Cemaatçi subayların işi olduğu varsayımıyla birleştiriliyor ve buradan TSK’daki Cemaatçi subay oranının en az yüzde 50 olduğu hükmüne sıçranıyor.
Olgu-varsayım-hüküm üçlemesinin olgu kısmında bir tereddüt yok: Henüz hükme bağlanmadı ama ordudaki generallerin yarısının darbe girişimine katıldıklarını ve tutuklandıklarını biliyoruz.
Fakat varılan hükmün (“Ordudaki cemaatçi subay oranı en az yüzde 50”) doğru olması için varsayımın da doğru olması lazım… İşte orada sorun başlıyor, çünkü darbe girişimine katılan bütün subayların Cemaatçi olduğu iddiası o kadar da muhkem görünmüyor.
Her şeyden önce bazı generallerin ilk sorgularının akla getirdikleri var… Bu generallerin bir bölümü Cemaatçi olduklarını itiraf ediyor, bir kısmı ise darbeye katıldıklarını kabul edip Cemaat üyeliğini reddediyor ve bu ithamı hakaret olarak kabul ettiklerini söylüyorlar. Dava süreci başladığında, “Camaatçi değil Atatürkçü” olduğunu söyleyecek generallerin ne tür argümanlar öne süreceklerini, kimleri tanık göstereceklerini göreceğiz. 15 Temmuz’un şu kadarının ya da bu kadarının değil, yüzde 100’ünün Cemaat işi olduğu algısının seyreltilmesini istemeyecek çevrelerin bu savunmalara cevabının ne olacağını şimdiden kestirebiliriz: “Şimdiye kadar uyguladıkları temel gizlilik politikasını sürdürüyorlar” denecek, “Tabii ki inkâr edecekler, şimdiye kadar ne yaptılarsa şimdi de onu yapıyorlar” denecek.
Darbe girişimine katılmış generallerin bir bölümünün “FETÖ’cü değiliz, çünkü…”den sonra öne sürecekleri argümanların çürütülüp çürütülemeyeceğini dava sürecinde anlayabileceğiz. Fakat bu generallerin somut örgütsel bağları ortaya serilemez, geriye sadece “takiye yapıyorlar” argümanı kalırsa, şimdi büyük bir çoğunluğu ikna etmiş görünen “Darbecilerin hepsi FETÖ’cü” iddiası epey bir hasar görecek demektir.
Ayrıca şu soruya da hazır olunmalı: Madem darbe girişiminde bulunan Cemaatçi subayların örgütle bağlantılı olduklarını inkâr etmeleri Cemaat’in en temel düsturu olan “takiye” kuralının bir gereğidir, o halde neden bazı generaller de Cemaatçi olduklarını kabul ediyorlar?
Bu tablo bize şunu söylüyor: Dava sürecinde, darbeye katıldığı kanıtlanan bazı generallerin, kendilerinin öne sürecekleri gibi “Cemaatçi değil Atatürkçü” olduklarını yanlışlamak o kadar da kolay olmayabilir.
TSK’yı çok iyi tanıyan iki eski askerin değerlendirmeleri de darbeye katılan generallerin tümünün FETÖ’cü olduğu tezini zayıflatıyor. Bu değerlendirmelerden biri 15 Temmuz’dan birkaç ay öncesine, öbürü ise 15 Temmuz’dan birkaç gün sonrasına rastlıyor.
Şimdi de sırasıyla onlara bakalım.
Dursun Çiçek: “Ordudaki Fethullahçıların darbe yapma gücü sıfır”
Balyoz davasında yargılanıp beraat ettikten sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) milletvekili seçilen emekli albay Dursun Çiçek, Mart 2016 başlarında TSK’daki cemaatçilerin sayısının yüzde 10’u geçemeyeceğini söyledi.
Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan, iki hafta sonra Dursun Çiçek’le bu oranı ve Gülen cemaatinin ordu içindeki gücünü ele alan bir söyleşi yaptı. Çiçek, Ahmet Hakan’ın “Yüzde 10 rakamını neye dayanarak söylediniz?” sorusuna, “Ben bilmeyeceğim de kim bilecek” imasını da içeren şu cevabı verdi:
“Ben yedi yıl Genelkurmay Psikolojik Harekât’ta görev yaptım. Yedi yıl da Deniz Kuvvetleri Karargâhı’nda görev yaptım. Bize akan bilgiler ve tespitlerimiz bunu gösteriyor.”
Dursun Çiçek, yüzde 10 rakamını ordunun tümü için telaffuz ediyor. Dolayısıyla soru “Generaller içinde yüzde kaçtır?” diye sorulsaydı muhtemelen çok daha küçük bir oran verecekti. Nitekim, söyleşide yer alan “(Cemaatçiler) özellikle son 10 yıl içinde yapılandıkları için üst rütbelerden ziyade daha küçük rütbedeler” cümlesi de bunu doğruluyor. Zaten Çiçek, “General rütbesinde bir Cemaatçi var mı?” sorusuna alt perdeden bir cevap veriyor: “Mutlaka vardır…”
15 Temmuz’un “pür Cemaat darbesi” olduğu tezi hususunda epeyce kuşkuya yol açacak tahminler bunlar… Zaten Çiçek, söyleşinin devamında, Ahmet Hakan’ın başlığa çektiği şu cümleyi de sarf ediyor: “Ordudaki Fethullahçıların darbe yapma gücü sıfır.”
Dursun Çiçek’in o söyleşide konumuz çerçevesine giren başka değerlendirmeleri de vardı. Onlara da özet halinde bakalım:
“(…) Geçmişte herkes birbirini ‘Ergenekoncu’ diye damgalıyordu, şimdi ‘Cemaatçi’ diye damgalıyor. (…) Bazıları yüzde 40 falan diyor. Öyle olsa orduyu teslim almış olurlardı ve Ergenekon, Balyoz operasyonlarını yaparak etkisizleştirmeye kalkışmazlardı.”
Metin Gürcan: Darbeciler arasındaki ‘sert Atatürkçüler…’
15 Temmuz’dan birkaç ay önceki değerlendirmeleriyle, darbeye katılan generallerin tümünün FETÖ’cü olduğu tezini zayıflatan Dursun Çiçek’ten sonra, sıra darbeden birkaç gün sonra yaptığı değerlendirmelerle aynı sonuca ulaşan başka bir emekli askere, Metin Gürcan’a geldi.
Dursun Çiçek, verdiği bilgilerin konumuz açısından neden ciddiye alınması gerektiğini Hürriyet’e verdiği söyleşide bizzat kendisi anlatmıştı. Gürcan da bu çerçevede sözleri ciddiye alınması gereken biri. Bunu da, zaman zaman makale yazdığı Al Jazeera Turk’te yer alan biyografisinden birkaç cümleyle görelim:
“Metin Gürcan, 1998-2014 yılları arası TSK’nın değişik birimlerinde çalıştı. Güneydoğu Anadolu bölgesi, Irak, Afganistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da görev yaptı. Özel Kuvvetler bünyesinde yetişen Gürcan (…) Ocak 2015’te kendi isteğiyle emekli oldu. Şu anda Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde TSK’nın kurumsal dönüşüm kapasite ve isteği konusunda doktora tezini (yazıyor).”
Gürcan, konumuz bakımından asıl önemli olan makalesini darbeden sadece iki gün sonra, T24 sitesinde kaleme aldı. “Bir darbe girişiminin anatomisi” başlıklı makalesinde Gürcan, “Kim darbeyi yapmaya çalıştı” ara başlığının altında başlıca üç gruptan söz ediyordu:
“FETÖ mensubu subaylar… FETÖ’cü olmayan aşırı laiklik hassasiyeti olan ve Hükümet karşıtı subaylar… Kişisel çıkar ve şahsî askerî kariyer için cuntaya katılanlar…”
Gürcan böyle yazdı ama, bir sonraki yazısına “sert Atatürkçüler” ile ilgili bir rezervle başlayacaktı… Benim kanaatime göre, 15 Temmuz’un salt ve pür bir Cemaat darbesi olduğu algısının seyrelmesine razı olmayacak birileri devreye girip Gürcan’ın üzerinde ciddi bir baskı oluşturmuşlardı. 21 Temmuz tarihli, “Kamikaze darbe girişiminin karmaşık sosyolojisi” başlıklı yazısındaki “rezerv” şöyleydi:
“Önce kısa bir not: 17 Temmuz günü yazdığım ‘Darbe girişiminin anatomisi’ başlıklı yazımda cuntaya katılan gruplar arasında zikrettiğim ‘sert Atatürkçüler’ ifadesi haklı olarak pek çok okurumuzu üzmüş. Gelen tepkilerden o yazıda kişiler/kimlikler üzerine bir analiz yapmanın hata olduğunu gördüm. Bana kırılan gönül dostlarımızdan özür dilerim.”
Bu değerlendirmelerin de gösterdiği gibi, 15 Temmuz darbesinin dava sürecinde darbeye katılan güçlerin gerçekten de fazlasıyla “karmaşık” bir sosyolojisinin olduğu ortaya çıkabilir. Başta iktidar olmak üzere herkes kendisini buna hazırlasın!
Çünkü yeni ittifak öyle gerektiriyor
15 Temmuz’un bir “konsorsiyum” ürünü olma ihtimalinin dile getirilmesi iktidar çevrelerini rahatsız ediyor, çünkü hepimiz biliyoruz ki, Cemaat’e en büyük darbe 15 Temmuz’un “salt ve pür bir Cemaat darbesi” olması durumunda, ya da algının böyle yönetilebilmesi durumunda mümkün olabilir.
Algının böyle olmasını isteyen bir başka güç de Türkiye’nin eski müesses güçleri. Çünkü onlar da kendilerini Ergenekon ve Balyoz süreçlerine mahkûm eden esas gücün Cemaat olduğunu düşünüyorlar ve devletin Cemaat’ten temizlenmesi için iktidarla işbirliği yapıyorlar.
Bugünlerde Türkiye’nin eski müesses güçlerinin sözcülüğünü, çoğu 2008’den itibaren başlayan darbe davalarında sanık olarak yargılanan emekli askerler yapıyor. Onları dinleyince, a) Türkiye’de 15 Temmuz 2016’dan önce hiçbir darbe teşebbüsünde bulunulmadığını, b) keza 2002’den sonra seçilmiş iktidarı gayri meşru baskılarla hal’etmek isteyen hiçbir gücün olmadığını, c) TSK’da Cemaat’ten başka hiçbir darbeci güç olmadığına göre, bir daha darbe üretemeyecek bir ordunun oluşturulması için yeni tedbirlere gerek olmadığını, d) devlet içindeki Kemalist yapılarla ittifak etmeden Cemaat’le mücadelenin başarıya ulaşamayacağını anlatıp duruyorlar.
Onların böyle bir çerçevede konuşabilmesi, Ergenekon ve Balyoz davalarına dair kamuoyuna başlangıçtan beri benimsetmek istedikleri “her şey sahte, her şey kumpas” algısına, 17-25 Aralık’tan sonra yeni bir müşterinin çıkması sayesinde mümkün oldu.
Bu “müşteri”, 17-25 Aralık’ın yolsuzluk boyutunun Cemaat’in tertibi olduğuna kamuoyu desteği kazanabilmek için, Ergenekon ve Balyoz’un da tümüyle Cemaat’in tertibi olduğunu ilan eden iktidar kanadıydı.
Böylece biribirlerinin yeminli düşmanı olan iki güç; Türkiye’nin eski vesayetçi güçleri ile AK Parti iktidarı arasında bir ittifak kurulmuş oluyordu.
15 Temmuz’un bütünüyle Cemaat işi olduğuna dair algıyı seyreltebilecek her olgu, işte bu nedenle bu iki güç tarafından şiddetle reddediliyor.
AK Parti’nin büyük çaresizliği
AK Parti’nin 2002-2013 arasında Gülen Cemaati’yle, o tarihten sonra da Türkiye’nin eski müesses güçleriyle ittifaka yönelmesi, bir açıdan kaçınılmaz da görülebilir.
Çünkü devletin silahlı ve silahsız bürokrasisi bu iki güç tarafından parsellenmiş durumda ve AK Parti, Millî Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak “devlete sızma” perspektifine sahip olmadığı için, iktidara geldiğinde devlet içinde dayanabileceği kadrolar son derece sınırlıydı.
Dolayısıyla, kendisini gayri meşru yollardan iktidardan alaşağı etmek isteyen iki güçten birine karşı öbürüyle ittifaka bir anlamda mecbur kaldı. AK Parti’nin bu ittifaklara girmemesi için, bu iki odağın devlet içindeki güçlerini AK Parti iktidarını hal’etmek amacıyla kullanmaya kalkmamaları gerekirdi; fakat biliyoruz ki, öyle olmadı.
Şunu söylemek zor ama: (15 Temmuz’dan sonra iyice yaygınlık kazanmak üzere) 17-25 Aralık’tan sonraki Cemaat temizliği belki de yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım nevzuhur ittifakı zorunlu kılıyor. Çünkü Cemaat’le mücadele başta yargı olmak üzere mevcut bürokrasiyle yürütülecek ve mevcut bürokrasi de esasen Türkiye’nin eski müesses güçlerinden oluşuyor: Neticede, Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Mücahit Küçükyılmaz’a, “28 Şubat’çılarla FETÖ temizliği yapılamaz” dedirten tablodan söz ediyoruz.
15 Şubat gecesinin de gösterdiği gibi, aslında AK Parti’nin güvenebileceği yegâne güç, halk. Fakat yargılamayı (ve başka bir sürü şeyi) halkla yapamazsınız.
O nedenle, aslında garip bir tabloyla karşı karşıyayız. Şöyle özetleyebiliriz: Bürokrasiyi oluşturan iki büyük güç, artık hangisi nöbetteyse, iktidarı devirmeye çalışıyor fakat halk kâh oylarıyla kâh tankların önüne yatarak buna izin vermiyor. Öte yandan devlet aygıtını halkın gücüyle yürütmek mümkün olamadığı için de iktidar partisi kendisini devirmeye çalışan güce karşı öbürüyle ittifak yapmak zorunda kalıyor.
Gerçekten de ağır bir çaresizlik.