Barış Ünlü
Bu metin Marksizm Günleri 2016’da “Devletin Hegemonik Geleneği Olarak Kemalizm” başlıklı oturumda sunuldu.
Ben bu konuşmamda, Kemalizm yerine Türklük Sözleşmesi kavramı üzerinden ilerlemek istiyorum. Türklük Sözleşmesi fikrinin ya da metaforunun son yüzyıllık Türkiye tarihini ve içinden geçtiğimiz günleri, bir kavram, bir olgu ya da bir ideoloji olarak Kemalizm‘den daha iyi açıklayabileceğini; Kemalizm eleştirisiyle görmemizin çoğu zaman mümkün olmadığı bazı ilişkileri ve bağlantıları görmemizi mümkün kılabileceğini düşünüyorum. Ayrıca önüne Türklük eklemeksizin bile, sözleşme kavramının ideoloji kavramından çoğu zaman daha kullanışlı ve açıklayıcı olduğunu sanıyorum. İdeoloji kavramı, en ince ve rafine halleri bir yana, çoğu zaman aktör olarak odağına devleti ve egemen sınıfları koyan ve alttakilere, sömürülenlere, ezilenlere yukarından dayatılan, onlara yanlış bir bilinç olarak aktarılan, basit bir tabirle, alttakilerin kandırılmasını veya uyutulmasını sağlayan bir fikirler bütününü akla getiriyor.
Sözleşme ise, alttakilerin kendi çıkarlarını gözeterek, içselleştirilmiş performanslar ve stratejilerle katıldıkları ve sözleşmeye uymayanlara karşı maddî-manevî imtiyazlarla donatıldıkları ve toplumun farklı katmanlarıyla girdikleri karşılıklı anlaşmalar, ortaklıklar, mutabakatlar bütününü akla getirebilir. Böylece, alttakilere de belli bir aktörlük ya da faillik yeteneği vererek, iktidar ilişkilerinin –ezen/ezilen karşıtlığının ötesinde– farklı boyutlarını daha iyi analiz etmemize yardımcı olabilir.
Müslüman olmak gereği
Türklük Sözleşmesi’nden ne anladığımı anlatmak istiyorum. Aslında bu sözleşmenin ilk versiyonu İslam üzerine inşa edilmişti, dolayısıyla bir Müslümanlık Sözleşmesi’ydi. Anadolu’nun yerli ve göçmen Müslüman halkları 1914-1922 yılları arasında Rusya, İngiltere ve Yunanistan gibi yabancı Hıristiyan devletlere karşı Müslümanlık temelinde bir savaş yürüttü. Savaş sonunda kazanıldı, fakat bu mücadele sırasında Müslümanların gözünde bir tehdit olan yerli Hıristiyanlar da Anadolu’dan “temizlendi”. Çeşitli biçimler alan bu temizleme harekâtı Ermeniler özelinde bir soykırıma dönüştü. Soykırıma Müslüman burjuvazinin başlangıç sermayesini oluşturacak bir servet transferi de eşlik etti.
Müslümanlar bu sekiz yıllık süreci kendi aralarında iki temel konuda açık ve örtük hâller alan bir sözleşmeyle yürüttü. Bu Müslümanlık Sözleşmesi’nin birinci maddesine göre, Anadolu’da güvenli ve reel/potansiyel olarak imtiyazlı bir şekilde yaşamak için Müslüman olmak gerekiyordu. İkinci maddesine göre ise, gayri-Müslim halklara yapılanlar hakkında kimse gerçekleri konuşmayacak ve bu konuda entelektüel veya politik faaliyetlerde bulunmayacaktı.
Müslümanlık Sözleşmesi’nin kritik bir özelliği, bunun tepeden yani İttihatçılar tarafından dayatılmamasıydı. Müslüman toplumsal piramidin üst, orta ve alt kısımlarından yaygın bir şekilde destek ve katılım gören, bu üç düzeyin karşılıklı anlaşması ve ortak çıkarlarıyla yürürlüğe konulan bir sözleşmeydi. Ayrıca bu ortak çıkarlara, yerli Hıristiyanlara karşı hissedilen korku, öfke ve hınç gibi ortak duygular eşlik etmişti.
Bir yatırım alanı olarak Türklüğe giriş
Fakat bu sözleşme 1923 yılıyla birlikte yeni iktidar tarafından daraltılarak Türkleştirildi. Bu, Müslümanlık Sözleşmesi’nin birinci maddesinin kısmen değiştirilmesi anlamına geliyordu. Artık bu ülkede güvenli ve imtiyazlı bir şekilde yaşamak için sadece Müslüman olmak yetmiyor, aynı zamanda Türk olmak ya da Türkleşmek gerekiyordu. Gayri-Müslimlere yapılanlarla ilgili gerçekleri dile getirmenin yasak olduğuna dair ikinci madde ise Müslümanlık Sözleşmesi’nden aynen devralındı.
Türklük Sözleşmesi’ne göre, Müslüman olan ama kendini Türk görmeyen herkes, eğer isterse, Türk olabilecekti. Fakat istemenin mükâfatı, istememenin ise bedeli büyüktü, çünkü sözleşmeye uyan ödüllendiriliyor, uymayan cezalandırılıyordu. Ayrıca cezalandırma ve ödüllendirme mekanizmaları sadece kişinin kendisini değil, ailesini de kapsıyordu. Dolayısıyla bu kararı alırken sadece kendinizi değil, ailenizi de düşünmek zorundaydınız. Başka bir deyişle, içinde çeşitli sermaye biçimlerini (siyasal, kültürel, ekonomik, sembolik) reel ve potansiyel olarak barındıran bir yatırım alanı olarak Türklüğe giriş yapmakla yapmamak arasında hayatî bir fark vardı.
Sözleşmeye uyanlar, toplumsal hayatın her alanında –ekonomide, siyasette, bürokraside, akademide, sanatta– yükselebilecekler veya yükselme potansiyeline sahip olacaklardı. Doğal olarak milyonlarca Müslüman Türkleşti. Daha doğrusu Türkleşebildi, çünkü Türklük sonuç olarak bir performans meselesiydi. Genel olarak Türkçe konuştuğunuz, Türk gibi düşündüğünüz, duygulandığınız ve davrandığınız veya en azından başka bir şey olmayı kamusal hayatta bıraktığınız sürece bir Türk olarak kabul ediliyordunuz.
Bunları tabii ki Türkler artık bilinçli olarak yapmıyor; bunlar sosyalleşmeyle ve eğitimle çocukluğumuzdan beri bildiğimiz, içselleştirdiğimiz performanslar. Bir nevi, küçüklüğümüzden beri oynadığımız bir oyunun kurallarına hâkimiyet duygusu söz konusu. Ya da elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilmek gibi. Kürtler ise Türklük performanslarını daha bilinçli sergiliyorlar. O nedenle Kürtlerin çoğu zaman ikili hayatları olabiliyor. Kamusal hayatta bir Türk gibi davranıyorlar ya da en azından Kürtlüklerini gizliyorlar, öne çıkarmıyorlar; özel hayatlarında ise –diyelim akşam eve veya yazın memlekete döndüklerinde– tekrar Kürt oluyorlar.
Fakat performanslar sadece bu kadar genel planda işlemiyor. Daha özel olarak, kişilerin içinde yaşadıkları toplumsal habitatlar ve içinde çalıştıkları kurumlar-alanlar, o kişilerden belli Türklük performansları ya da rolleri bekler. Bütün evrensellik iddialarına rağmen, örneğin yargıda yargıçlardan bir Türk olarak karar vermeleri, akademide akademisyenlerden bir Türk olarak düşünmeleri ve yazmaları, medyada gazetecilerden bir Türk olarak haber yapmaları beklenir. Elbette bu roller neredeyse daima içselleştirilir ve bir anlamda o toplumun ve kurumun beklentileri o kişinin karakteri haline gelir. Artık bir Türk gibi görmekte, algılamakta, duymakta, karar vermekte, düşünmekte ve duygulanmaktadır.
Kandırılmışlık hissi
Fakat Müslümanlık Sözleşmesi esnasında çeşitli sözler verilen Kürt halkının önemli bir bölümü, kandırılmışlık hissiyle de, Türklük Sözleşmesi’nin birinci maddesine, yani Türkleşmeye karşı geldi ve 1925 yılındaki Şeyh Said İsyanı’yla birlikte Türklük Sözleşmesi’ne üçüncü bir madde eklendi: Kürtlere yapılanlar ve Kürtlerin varlığı hakkında kimse gerçekleri söylemeyecek ve düşünsel faaliyetlerde bulunmayacaktı.
Türklük Sözleşmesi en başta yasalarla ve devletin şiddet araçlarıyla güvence altına alındı. Sözleşmeye uymayanlar ölüm, hapis, işten atılma, işe alınmama, sürülme, dışlanma gibi cezalara maruz kaldı, kalıyor. Fakat sözleşme, yasalardan ve şiddetten ziyade, asıl olarak bireylerin Ermeni ve Kürt Meselelerine dair geliştirdikleri –çoğu zaman bilinçdışı olan– ilgisizlik, bilgisizlik ve duygusuzluk stratejileriyle güvence altına alındı. Çünkü bilgilenmek ve ilgilenmek utanç ve suç ortaklığı gibi tehlikeli ahlakî duyguları beraberinde getirebilir, bu ahlakî duygular ise kişiyi Sözleşme’yi ihlal etmeye itebilirdi. Dolayısıyla hiç bilgilenmemek, hiç ilgilenmemek ve dolayısıyla hiç duygulanmamak gerekiyordu. Bunun başarıyla sürdürülebilmesi için farklı toplumsal gruplar farklı stratejiler geliştirmişlerdir, ama kanımca en çarpıcısı aydın dediğimiz okumuş-yazmışların strateji repertuarıdır.
Somutlaştırmak gerekirse, Türkiye’de aydınların Kürt meselesini küçümsemek, ciddiye almamak, Kürt meselesinin kendi içinde bir mesele olmadığını, başka bir meselenin yansıması olduğunu düşünmek gibi stratejiler kullanıldığını düşünüyorum. Kürt ve Ermeni meselelerinin emperyalizmin bir oyunu olduğunu, Kürtlerin feodal ve İslamcı olduğunu, ya da Kürtlerin milliyetçi ve kavimci olduğunu söylemek ve –daha önemlisi– böyle düşünmek, Ermeni ve Kürt Meselelerinin gerçekliğiyle hiçbir şekilde ilgilenmeyeceğinizi söylemenin de bir yolu olarak görülebilir. Çünkü bu düşünceler kişinin vicdanını rahatlattığı gibi, aynı zamanda o kişiyi güçlü bir haklılık duygusuyla da donatır. Diğer bir deyişle, düşünceler işe yaramaktadır. Özetle, Kemalizm, İslamcılık ve Marksizm gibi ideolojilerin soyut evrenselciliklerinin, çoğu okumuş-yazmışta Ermeni ve Kürt Meselelerinin somut enternasyonalizminden bir kaçış yolu olarak işlev gördüğünü düşünüyorum.
Türklüğün katı, sıvı ve buhar hâlleri
Sonuç olarak Türklük, kanımca, belli görme, duyma, duygulanma, bilgilenme, ilgilenme hâlleri olduğu kadar, belli görmeme, duymama, duygulanmama, bilgilenmeme ve ilgilenmeme hâlleridir. Şüphesiz ki kişinin Türklüğü toplumsal sınıfına, çalıştığı alana, aidiyet hissettiği ideolojiye göre farklılıklar gösterebilir. Bunlara Türklüğün katı, sıvı ve buhar hâlleri de diyebiliriz. Bence en çarpıcı ortaklıkları ise, kendi imtiyazlarını fark edememe (ki bu çok doğal, çünkü imtiyazın yokluğu –varlığına nazaran– çok daha görünür oluyor), kendi düşünce ve duygularının nasıl oluştuğunu analiz edememe, özetle duygu, düşünce ve imtiyazlarının ya da bilgisizliklerinin, ilgisizliklerinin ya da duygusuzluklarının Türklükleriyle ilgili olabileceğini çoğu zaman düşünememeleridir. Bu da onlarda yoğun bir haklılık ve normallik duygusu yaratabilmektedir.
Fakat Türklük Sözleşmesi ve dolayısıyla Türklük Hâlleri son yıllarda ciddi bir kriz yaşamaktadır. Kürt hareketi göz ardı edilemeyecek, görmezden gelinemeyecek bir güç olarak ortaya çıktığında Türklüğün görmeme, duymama, ilgilenmeme ve bilgilenmeme haklarını, daha doğrusu imtiyazlarını ellerinden aldı. Başka bir deyişle, Türkler daha önce bilmeme gücüne sahip olmaları sayesinde bilgilenmedikleri olay ve olgular hakkında bilgilenmeye başladılar. Bu bilgilenme karşısında kimileri –ilgisizlik ve duygusuzluk stratejilerini daha da katılaştırarak– daha milliyetçi ve ulusalcı oldu, kimileri ise Türklük Sözleşmesi’nin mahiyetini anlamaya ve onu sorgulamaya başladı. Her halükârda, son yıllarda yaşanan birçok olay ve tartışmayı Türklük krizinin ve Türklük Sözleşmesi’ne karşı sürdürülen kararlı bir başkaldırının yansımaları olarak görebiliriz.
Bitirirken, burada özetlemeye çalıştığım bu perspektif sayesinde, ideoloji kavramıyla çoğu zaman göremediğimiz bağlantıları ve ilişkileri görebileceğimizi tekrar vurgulamak istiyorum. Sözleşme metaforuyla, bireylerin doğallıkla sergilediği ama asla kişisel olmayan, yani o özneye özgü olmayan içselleştirilmiş rollerin, performansların ve stratejilerin; bu sözde-kişiselliklerin kurumsal ve toplumsal yapıyla (iktidar yapısıyla ve güç hiyerarşileriyle) bağlantıların; kişinin düşünce ve duygularının; sivil ve kamu kurumlarının birbirlerine nasıl eklemlendiğinin, Kemalizm, liberalizm, Marksizm ve İslamcılık gibi modern ideolojilerin nasıl oluştuğunun ve zaman zaman ideolojiler-üstü Türklükte nasıl bir araya gelebildiklerinin; sınıflar arası ittifakların analizi daha iyi yapılabilir. Bilgi sosyolojisi, duygu sosyolojisi ve oto-etnografi çalışmaları özellikle faydalı olabilir.
Bu türden inter-disipliner analizler, Türklük Sözleşmesi’nin tekrar katılaştırıldığı bu günlerde, yani farklı toplumsal sınıfların ve farklı ideolojilerin Kürt Meselesi karşısında tekrar kenetlendiği, ilgisizlik ve duygusuzluk stratejilerinin yeniden canlandırıldığı bu zamanlarda, kanımca en başta Marksistler ve sosyalistler için daha da önemli ve gerekli bir hâl alıyor.