Hasan Mahamdallie
Karayiplerde bulunan ve aynı zamanda Dominik Cumhuriyeti olarak da bilinen Santo Domingo Cumhuriyeti kıyılarına 5 Mayıs 1916’da iki Amerikan deniz piyadesi bölüğünün öncü birlikleri ayak bastı. Birlikler, Amerika’nın çıkarlarını koruma emri almıştı. On gün sonra ülkenin başkentini ele geçirdiler. Buradan sekiz yıl çıkmayacak ve bu sürede Santo Domingo’nun Amerikan siyasî ve ekonomik denetimi altına girmesini garantiye alacaklardı. O günden sonra Amerika, yeniden işgal ve istila tehdidini kullanarak ülkenin başına bela olacak, bu durum ülkenin istikrarsızlaşması, yoksullaşması ve onyıllarca sürecek vahşi bir otoriter yönetimle sonuçlanacaktı.
Kasım 1916’ya gelindiğinde deniz piyadeleri nüfusu büyük ölçüde “pasifize” etmişti ve işgalin başındaki komutan “Benim emrimle, Santo Domingo devleti Askerî İşgal altına alınmıştır” beyanında bulunabiliyordu. Askerî yönetime yönelik eleştirileri sansürleyen bir yasa çıkarıldı, bunu yerli halkı tüm önemli devlet kurumlarında çalışmaktan men eden ve bu kurumların yetkisini Amerikan ordusuna aktaran kararnameler izledi. Tuğamiral Harry Knapp ülkenin diktatörü oldu. Doğrudan Amerikan yönetiminin 1924 yılında sona erdiği güne gelindiğinde, Amerika tek adam yönetiminin tüm mekanizmalarını Santo Domingo toplumunun derinliklerine yerleştirmeyi başarmış ve iktidarın acımasız diktatör Rafael Trujillo tarafından ele geçirilmesini kolaylaştırmıştı.
Amerika’nın “kaçınılmaz kaderi”
Santo Domingo, Hispaniola adlı Karayip adasının doğu yarısında bulunuyordu. Adanın batı yarısında ise, liderliğini Toussaint L’Ouverture’ün yaptığı 1791’deki ünlü köle ayaklanmasıyla özgürlüğünü kazanan Haiti Cumhuriyeti vardı. Santo Domingo devleti 1844’te Haiti’den ayrılmasının ardından kurulmuştu. Bu bölge, yüzyıllardır kendi iç piyasaları için şeker ve kahve gibi yüksek kârlı ürünler yetiştirmek için köle plantasyon yerleşimleri kuran İngiltere, İspanya, Fransa, Hollanda, Danimarka ve İsveç gibi devletler tarafından sömürgeleştirilmişti. Amerika 19. yüzyılın başından itibaren kendi nüfuz alanı içinde bulunan ve Amerikalı kapitalistlerin yatırım yapabileceği ülkeler aramaya başladı. Plantasyon ekonomilerinin en zengini olarak görüldüğü ve Amerika kıyılarına en yakın konumda bulunduğu için Küba ilk hedef oldu.
Amerika’yı İngiliz yönetiminden kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmak için savaşan Thomas Jefferson, Küba’nın birliğin bir parçası olmasını istiyordu. Onun yönetiminde Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten John Quincy Adams ise, İngiltere gibi sömürgeci bir ülke olarak görülmemeye dikkat etmekle birlikte, Amerika’nın “kaçınılmaz kaderinin” kendi imparatorluğunu kurmak olduğunu savunuyordu. Karayiplerdeki Avrupa sömürgeleri hakkında 1819’da şunları yazdı:
“Bu ülkelerin Amerika tarafından ilhak edilmemesi mümkün değildir. Bizim başkasının toprağını gasp etme veya bir şeyi ele geçirme yönünde bir hevesimiz olduğu için değil, asıl egemenlerinden 1.500 mil uzakta bulunan, kendi sahipleri için değersiz ve külfetli olan bu toprak parçalarının, komşu oldukları büyük, güçlü ve hızla büyüyen ülkenin yanı başında var olmasının fiziksel, ahlakî ve siyasî bir saçmalık olması nedeniyle.”
Başkan Munroe 1823’te Amerika’nın, mevcut Avrupa sömürgelerine müdahale etmemesine rağmen, bunların genişlemesine de izin vermemesini içeren ünlü “doktrinini” formüle etti. Munroe’nun aklında özellikle İspanyol yönetimini başından atan pek çok Latin Amerika ülkesi vardı, bunların İngiltere, Hollanda ya da Fransa tarafından yeniden sömürgeleştirilmesini istemiyordu. Avrupalılar tarafından bu yönde yapılacak bir hareket Amerika’ya yönelik bir saldırı olarak görülecekti.
Kuzeyli sanayici sınıfın Amerikan İç Savaşı’ndan (1861-65) zaferle çıkması Karayipler ve Latin Amerika’daki Amerikan yatırımları sürecini hızlandırdı. On dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde, yalnızca Küba’ya 50 milyon dolar, Meksika ve diğer Karayip ülkelerindeki mülklere ise 55 milyon dolarlık yatırım yapılmıştı. Bir tarihçinin sözleriyle “Hem bu yatırım, hem de ustabaşı, muhasebeci ve yönetici olarak Karayipler ve Orta Amerika’da bulunan Amerikalı çalışanlar savunmaya değerdi. Bu yerlerin herhangi birinde bir karışıklık olduğunda Amerikalıların hayatları, malları ve sermayesi de tehdit altına giriyordu.” Amerikalı yatırımcılar bu bölgelerdeki vahşi sömürgeci düzenden istifade ederek kâr ediyorlardı ve yerli halk baskıya karşı ayaklandığı zaman “normal durumun” yeniden tesis edilmesi, Amerika sermayesinin çıkarlarıyla örtüşüyordu.
Sahne hazır
Amerika 1895’te değerli sömürge Küba’da bir yer edinme fırsatı yakaladı. Adada İspanyol egemenliğine karşı bir isyan patlak verdi. Bu isyan İspanya tarafından şiddetle bastırıldı, kötülüğüyle ün salmış askerî vali General Weyler, sivil halkı toplama kamplarına hapsetti, 200.000 ila 400.000 arasında sivilin açlık ve hastalık yüzünden ölümüne neden oldu. Bu uluslararası bir tepki yarattı ve insanî kaygıları vurgulayan Amerika, çıkarlarını korumak için Küba’ya bir savaş gemisi gönderdi. Gemi Havana limanında havaya uçuruldu, Amerika İspanya’ya savaş ilan etti ve on haftada bu savaşı kazandı. İspanya sömürge topraklarından vazgeçmeye zorlandı; Puerto Rico, Guam ve Filipinler Amerika’ya verilirken, kâğıt üzerinde bağımsız olan Küba da Amerikan kontrolüne girdi.
Amerika’nın askerî müdahale ve kendi arka bahçesindeki ülkeleri kendi kontrolü altına alma “hakkı” güç kullanılarak dayatılmış oldu. Amerika Başkanı “Güney Amerika cumhuriyetlerine iyi adamlar seçmeyi öğreteceği” sözünü verdi. Amerika hızla donanmasını ve deniz piyadelerini geliştirdi. Bunların erişim menzilini genişletmek için stratejik donanma üsleri kuruldu. Örneğin, Amerika Küba’daki Guantánamo Körfezi donanma üssünü yılda 5.000 dolara kiraladı. Trinidadlı tarihçi Eric Williams’ın yazdığı gibi, “Dominik Cumhuriyeti ve Haiti’ye Amerikan müdahalesi için sahne hazırdı.” Amerika1907’de Santo Domingo hükümetini Amerika merkezli “Santo Domingo Kalkınma Şirketi”nin ülkenin tüm gümrük vergilerini toplamasını ve bunların çoğunu hükümetin Amerika bankalarına olan borç ödemelerine aktarmasını kabul etmeye zorladı. Ülkenin ekonomik bağımlılığa, yoksullaşmaya ve istikrarsızlığa sürüklendi.
Amerika aynı zamanda Santo Domingo başkanını ulusal orduyu dağıtmaya ve onun yerine Amerika tarafından eğitilen ve kontrol edilen bir ulusal polis teşkilatı oluşturmaya zorladı. Ordunun başında bulunan General Desiderio Arías, halkın büyük çoğunluğu gibi bu müdahaleyi reddetti. Arías, Washington yönetiminin hedefi haline geldi ve milliyetçi güçler iktidarı ele geçirmek için harekete geçtiğinde Amerika ülkeyi istila etti. Arías başkentten kaçmak zorunda kaldı. Santo Domingo hükümetinden geriye kalanlar Amerika’nın taleplerine boyun eğmeyi reddeden yeni bir başkan seçti. Buna karşı Amerikan ordusu 12 Nolu Kararnameyi uygulamaya koydu. Kararname’ye göre, “Şu an için ve ikinci bir emre kadar, Santo Domingo Cumhuriyeti’nde hiçbir seçim yapılmayacaktır.” Hükümet de “askerî hükümet tarafından yasal bir hükümet olarak tanınmayacaktır.”
Amerikan sermayesinin Santo Domingo halkı üzerinden kâr elde etmeye devam edebilmesinin önü açılmıştı. Amerika askeri yönetiminin bir görevlisi daha sonra itiraf şöyle edecekti: “Ben basitçe büyük sermaye için kaliteli kolluk gücü işlevi gördüm. Haiti’nin National City Bank için uygun bir yer olmasını sağladım. Dominik Cumhuriyeti’ni 1916’da Amerikan şeker şirketlerinin kullanımına açtım.”
Santo Domingo Kalkınma Şirketi’nin elde ettiği gelirler, ulaşım altyapısının –yolların ve demiryollarının– kurulması için kullanıldı. Amerika bunun adayı modernize etmek için yapıldığını iddia ediyordu; gerçek amaç ise şekerin ve diğer hammaddelerin kıyıya mümkün olduğu kadar hızlı ve ucuz ulaşmasını sağlamaktı.
Ücretli köleler
Amerika’nın ilerici bir haftalık dergisi olan The Nation’da köşe yazarı Lewis S Gannett 1920’de şöyle yazıyordu:
“Santo Domingo işgal edilmiş bir ülkedir… Demokrasi, cumhuriyetçilik, küçük uluslar ve haklar konusunda gevezelik eden bizler, Amerika Birleşik Devletleri, Dominik Cumhuriyeti’nin yasal görevlilerini kovduk, meclislerini dağıttık, seçimleri yasakladık, ülkeyi sıkıyönetim ile yönetip mezalimlere izin verdik… Öyle bir diktatörlük ve sansür var ki, Liberty (özgürlük) kelimesi bile Teatro Libertad’ın (Özgürlük Tiyatrosu) programından çıkartılıyor… ve tüm bunlar Amerika adına, biz dünyayı demokrasi için daha güvenli bir hâle getirmeye çalışırken yapılıyor!”
Siyah komünist George Padmore ünlü kitabı Zenci Emekçilerin Hayatı ve Mücadeleleri’nde Amerika’nın “pasifize edilmesinin” gerçek niteliğini şöyle belgeliyordu:
“Yerliler karşısında sınırsız bir otoriteye sahip binlerce deniz piyadesi ülkeye yayıldı. Halk toplantılarına izin verilmedi. Köyler ve kasabalar uçaklarla üzerine yıkıcı bombalandı. Her evde silah, cephane ve teçhizat araması yapıldı. Evler yakıldı, yerliler öldürüldü, işkence ve zulüm uygulandı. Bekleneceği gibi, en çok acıyı çekenler Santo Domingo’nun emekçileri oldu. Müdahaleden önce Santo Domingo köylü mülk sahiplerinin ülkesiydi. Ama Amerikalı bankerlerin, köylülerin ekonomik haklarını koruyan anayasayı lağvetmesinin ardından topraklara el konuldu ve buralarda şeker, kahve, pamuk ve diğer tropikal ürünlerin yetiştirildiği büyük plantasyonlar kuruldu. Topraklarından edilen köylüler fahiş vergiler ödemeye ve Yankee toprak sahiplerinin ücretli köleleri olmaya zorlandı.”
Amerikan askerlerine karşı süregelen gerilla saldırıları ve özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika kamuoyunda yükselen protesto nedeniyle işgal 1924’te sona erdi. Seçimler yapıldı, ama antidemokratik güçler kök salmıştı bir kez. Dominik Ulusal Muhafızları’nda Amerikalılar tarafından eğitilen Rafael Trujillo, 1930’da yaptığı bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Acımasız bir baskı, adam kaçırmalar, işkence ve cinayetle ayakta duran Amerika destekli Trujillo diktatörlüğü 1961 yılında suikaste uğramasına kadar sürdü.
Amerika’nın Santo Domingo ile işi bitmemişti. Soğuk Savaş yıllarında, 1965’te, 22.000 Amerikan askerinin oluşturduğu bir işgal gücü “komünist bir diktatörlüğün” iktidara gelmesini engellemek ve Amerika yanlısı muhafazakâr bir hükümeti başa geçirmek için ülkeyi yeniden işgal edecekti.
Çeviren Onur Devrim Üçbaş