Kadir Dağhan
Dünya, Galileo Galilei bağnaz egemenlere karşı “Dünya dönüyor” dediği için dönmedi.
Kaç milyar yıl öncesi oluşumundan şu ânımıza kadar hep döndüğü gibi dönüyordu. Hem gece ve gündüzlerin oluştuğu kendi etrafında hem de mevsimlerin oluştuğu güneş etrafındaki yörüngesinde. Yüzlerce yıl bilime yasak koyanların dünya düzdür ya da öküzün boynuzları üstünde sabit durmaktadır gibi akıl ve bilim dışı yaklaşımlar bu gerçeği değiştiremiyor. Ancak çıkarları ve hükümranlık hırsları uğruna insanları hurafeler ve yalanlarla meşgul eden zihniyet durum ortaya çıkana ya da gerekli yeni bir yalan bulana kadar her türlü korku ve baskıyla da besleyerek iddialarını sürdürmekte bir beis görmedi ve görmemekte devam ediyor. Ama dünya dönüyor ve dönmeye de devam ediyor.
Ne var ki üzerinde yaşadığımız zulüm coğrafyasında bunun bir önemi yok. İnkâr, yalan, sınır tanımıyor. Hergün her ân ve alenen tanığı ve mağduru olduğumuz vahşetleri, katliamları, yolsuzlukları inkâr etmek anlayışı da ısrarla devam ediyor. Bu coğrafyanın temeli bu inkâr ve yalanların üzerinde yükselmiştir. Tam yüz bir yıldır insanlığın en utanç verici olaylarından ve hâlâ kanayan 1915 soykırımını daha ne kadar inkâr edeceğiz? Daha ne kadar yalan labirentlerinde saklayacağız? Daha ne kadar demagojilerin gölgesine sığınacağız? Ve altından bir türlü kalkamadığımız bu yüz yıllık utanca daha neler olmalı ki “Evet, bu yapılanlar soykırımdır” diyebilelim?
Oysa 23 mart 1950’de Türkiye’nin de kabul ettiği 9 Aralık 1948 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Soykırım Tanımı Sözleşmesi’nin 2. maddesinde sıralanan beş maddesinden herhangi birine göz atmak bile tüm tartışmaları, inkârları bitirmek için yeter de artar. Ancak samimi ve dürüst olunursa. Tıkanma noktası tam da burası. Bu beş madde soykırımı şöyle tanımlıyor:
a- Gruba mensup olanların öldürülmesi.
b- Ciddi surette bedensel ve zihinsel zarar verilmesi.
c- Grubun bütünüyle ya da kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi.
d- Grup içinde doğumları engellemek amacıyla önlemler alınması.
e- Gruba mensup çocukların başka bir gruba zorla nakledilmesi.
Her şey açık ve net olarak ortada değil mi? Kim asla bunlar yapılmadı diyebilir? Yıllardır sayılar üzerinde yapılan kasıtlı ve gereksiz tartışmalar değil konu. Yok, “1,5 milyon abartılıdır, o tarihte o kadar Ermeni mi vardı?” veya “Onlar da Türkleri öldürdüler” türünden yapılan atışmalar spekülasyon bile değildir. İsterse tek bir kişi dahi öldürülmemiş olsun. Ya da iddia edilenin aksine öldürülen veya ölüme terk edilenlerin sayısı 1,5 milyon değil de 150 kişi olsun. Sonuç değişmeyecektir. Tanım son derece açık. Rakamlar üzerinden veya dönemin koşulları üzerinden tartışmak “dünya yuvarlak değil düzdür” diyenlerin mantığıdır. Ve bilinçli olarak yapılmaktadır.
“Dünya düzdür” kafası
Her şeyden önce mevzu bahis olan Kürt-Türk-Ermeni meselesi değil. Kimse de Türkler veya Türkiye soykırım yaptı demiyor. Olay tarihi 1915’tir ve henüz Türkiye Cumhuriyeti yoktur. Ama BM Genel Kurulu’nun bir maddesi bile uygulandığında soykırım olacağını tanımladığı bir durum var. Ve bu durumun mağduru da, öznesi de, dönen dünyası da Ermenilerdir.
Ve sadece Ermeni oldukları için bunları yaşadılar. Grupların, halkların veya devletlerin bir savaşı sonucunda olmadı. Hâlâ da değişik biçimlerde yaşıyor ve acılarıyla kanamaya devam ediyorlar. Ve yüzleşilmediği, kabul edilmediği için soykırımlar başka gruplar üzerinde sürüyor. Bugün Türk kimliği dışında hakarete uğramayan, inkâr edilmeyen, aşağılanmayan, dilleri, kültürleri, kimlikleri şu veya bu ölçüde yasaklanmayan kimse yoktur.
Her yıl “soykırım” mı, “büyük felaket” mi, “sözde” mi, “değil” mi tartışmalarını tekrar tekrar yaşıyoruz. Herhangi bir ülkede konu gündeme geldiğinde nişadır sürülmüşcesine yerimizden fırlıyoruz. Oysa inkâr etmek, başkalarını suçlamak yerine hiç olmazsa olayları tarihsel koşullarda değerlendirerek, en azından bir daha yaşanmaması için bir özür bile anlamlı olur.
O zaman belki ardı arkası kesilmeyen vahşetler, katliamlar yaşanmayabilir. Bu toprakların üzerinde kan ve gözyaşı olmadan dostluk, kardeşlik, bilim ve özgürlükler yeşerebilir. Daha güzel şeyler yazıyor, konuşuyor olunabilir. Olmadı, olmuyor, “dünya düzdür” kafası izin vermiyor. Soykırımlar bitmiyor, hâlâ sürüyor.
Ermeni ve Süryani komşularımız
Çocukluğumda anadilimin yasaklı olduğu ve konuşamamanın dayanılmaz çaresizliğinin yüreğimde oluşturduğu tahribat ve acıyı hafifletmek için çocuksu duygularımla başımı yukarı kaldırır, sorardım: “Neden? Neden Tanrım, dilim neden yasak? Neden engel olmuyorsun, kızmıyorsun onlara? Ne günah işledim?”
İnandığım, sığındığım Tanrı gökyüzündeydi. Büyüklerim öyle diyordu ve hep ellerini yukarı doğru kaldırarak ondan yardım istiyor, dua ediyorlardı. Ben de öyle yapardım. Tanrım bana hiç cevap vermedi. Evlerde Kürtçe konuşan çocukları tespit etmekle görevli sınıf muhbirimiz geldiğinde de, pazartesileri dayak yememek için annem evde olmasın ya da o an hiç konuşmasın diye yalvardığımda, bildiğim tüm duaları okuduğumda da beni hiç duymadı, görmedi.
Sanıyorum benim gibi başka çocuklara da sessiz kaldı. Bunun nasıl bir korku, tedirginlik olduğunu anlamak için, Tanrı’nın neden ilgisiz kaldığının olmayan yanıtını çocuk olarak yaşamak gerekiyor ancak. Muhbirimiz her geldiğinde ve annem her konuştuğunda bunun bana bedeli uyuşuncaya kadar ellerime insafsızca kalkıp inen değnek ya da cetvelin ince tarafı olurdu. Hele bir de “Andımız” vardı ki, hatırlamak bile istemem, ama hiç unutmadım da. Hâlâ nefret ederim cetvellerden, değneklerden.
Diğer yandan, çok acı ve ilginçtir, kendisi de ötekileştirilen, ezilen, yok sayılanlardan biri olan annem birisine veya bana kızdığında “Gâvurun oğlu, Yahudi dölü” diye azarlardı. Gâvur dediği hep iyiliklerini gördüğü komşuları olan Ermeni ve Süryaniler, Yahudi ise hiç tanımadığı insanlardı. Hayatı boyunca ne bir Yahudi’yle konuşmuş ne de komşuluk etmişti. Bilerek veya bilmeyerek güçlüden yana olmak refleksiydi belki. Çocuk belleğim bunu da bir şekilde not etmişti işte.
Hepimiz bir zamanlar çocuktuk. Yoksulduk, karnımız doğru dürüst doymazdı belki. Yokluklardan dünyalar yaratırdık yine de. Çaputlardan, uyduruk şeylerden yaptığımız toplarla ve Gislaved lastiklerimiz yırtılmasın diye çıplak ayaklarla oynadığımızda yara bere içinde kalan ayaklarımızın acısını bile hissetmezdik. Zaman zaman kavgalar da etsek yine de çocuktuk ve mutluyduk çocuk dünyamızda. Gökyüzü, kuşlar, arılar, her şey bizimdi. Hiçbir şey gülücüklerimize engel olamazdı. Ta ki büyükler çocukluğumuzu elimizden alana kadar.
Çocukların koşmadığı, gülmediği, oynamadığı, en önemlisi de bu kadar kolay öldüğü bir coğrafyada güneş niye doğar, dünya niye döner, insanlar niye yaşlanır ki?
Düşünüyorum da bazen, 1915 yılı kaç Ermeni çocuğun son yılı olmuştur? Çocukluğumun geçtiği topraklarda, yollarda, Der Zor çöllerinde kaç çocuk annesinin, babasının, sevdiklerinin katledildiğini görmüştür? Kaç çocuk ölmüştür?
“BİZ RAHATIZ”
Almanya parlamentosunda 1915’in soykırım olarak tanımlanmasının ardından, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın tepkisi şöyle oldu:
“Ey Almanya, bak yine söylüyorum; önce Holokost’un hesabını vereceksin. Namibya’da 100 bini aşkın Namibyalıyı nasıl yok ettiniz, nasıl öldürdünüz, onun da hesabını vereceksin. Siz Türkiye’ye veya Türklere parlamentosunda kalkıp da sözde Ermeni soykırımı oylaması yapacak, varsa, belki de en son ülkesiniz. Kaldı ki, bizim tarihimizde bu noktada zaten bir derdimiz yok, bir sıkıntımız yok. Bizim tarihimiz katliamlar tarihi değildir. Bizim tarihimiz merhamet tarihidir, şefkat tarihidir. Aramızdaki fark budur.”
“Şu anda Türkiye’de yaklaşık, takribî söylüyorum, 100.000 Ermeni var. Bunun yarısı vatandaşımız, yarısı ise vatandaş değil. Fakat bunlar bize sığındı diye, biz bunları kovmadık. Aynen Suriye’den, Irak’tan gelenleri nasıl misafir ettiysek Ermenistan’dan gelenleri biz aynen şu anda misafir olarak ülkemizde ağırlıyoruz. Değerli kardeşlerim, Allah aşkına, bu kadar yaklaşımı müşfik olan Türkiye’ye karşı bu adamların yaklaşımının acaba affedilebilir bir yanı var mı? Biz çok daha farklı yaklaşabilirdik. Eğer biz Ermeni düşmanı bir ülke olsak, bu gelenlerin hepsini Ermenistan’a geri gönderirdik.”
“Orada çıkıyor bir ukala bir şey hazırlıyor. Alman Parlamentosu’na sunuyor. Neymiş, birileri de diyor ki güya Türk… Ne Türk’ü be… Bunların kanının laboratuvar testinden geçmesi lazım.”
“Eğer siz yaptıklarınıza, insanlık dışı suçlarınıza ortak arıyorsanız, o ortak biz değiliz. O ortağı gidin başka yerde bulun. Bilimsel araştırmalar ve akademik çalışmalar değil, siyasetle, parlamentolar eliyle kirli emellerinizi gerçekleştirmeye çalışıyorsanız, bunu yapamazsınız. Bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Yaptığınızın zaten uluslararası hukukta da en ufak bir kıymeti harbiyesi yok. Biz bu ülkelerin kendi cürümlerini hafifletmek için başvurdukları bu kurnazlıklara, bu ucuz numaralara asla boyun eğmeyeceğiz. Bizim abdestimizden şüphemiz yok ki namazımızdan şüphemiz olsun. Biz rahatız.”
Türkiye Başbakan’ı ise soykırım hakkında şöyle dedi: “Aslı astarı olmayan, 1915’te savaş şartları altında yaşanmış, dünyada her ülkede yaşanabilecek sıradan olaylardan birisi.