Atilla Dirim
Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2009 yılında Yaşlılık Konseyi Derneği tarafından Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen kerameti kendinden menkul “Uluslararası Örnek Kıdemli Vatandaşlar Kongresi”nde yaptığı konuşmada, “İş işten geçmeden her ailede en az üç çocuk olmalı. Nüfusumuz ne kadar artarsa o kadar güçlü olacağız, bundan emin olun” diyordu.
Erdoğan, 2012 yılında AK Parti Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi’nde de en az üç çocuk ısrarını sürdürürken, kürtaj karşıtlığını da tüyler ürpertici bir benzetmeyle dile getiriyordu: “Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum ve bu ifademe karşı çıkan bazı çevrelere, medya mensuplarına da sesleniyorum; yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum.”
Bu sözleriyle Erdoğan Roboski’de yaşananların bir katliam olduğunu itiraf ediyor, ancak bu katliamı aydınlatmak için hiçbir şey yapmıyordu. Aksine, kendi bedeni üzerinde kendi kararlarını almak isteyen kadınları katliamcı ilan ediyordu.
Bu pervasızlığının ardından cumhurbaşkanı olan Erdoğan, yine üç çocuk demeye devam etti. 2014 yılında katıldığı bir düğünde “Biz milletimiz güçlü kılmak için, hem nüfus itibariyle daha çok genç nüfusa, dinamik nüfusa ihtiyacımız var, hem de yetişmiş nüfusa ihtiyacımız var. Bunu ihmal etmeyeceğiz ve muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak istiyorsak, bu milletin güçlü olması lazım. Ekonomide bir kaide vardır, ‘genç, dinamik demek’. Bu ülkede yıllarca bir doğum kontrolü ihaneti yaptılar ve neslimizi kurutma yoluna gittiler. Neslin önemi, gücü ekonomide olduğu gibi manen de çok önemli” diyordu.
Tarihte, genç ve dinamik bir nüfusa sahip olarak otoriter rejimini ayakta tutacağı görüşünde olan başka liderler de vardı. Bunların biri Adolf Hitler’di. Erdoğan’ın 3+ çocuk talebini en uç noktalara taşıyarak, Hitler çok çocuk doğuran annelere özel statüler dahi sağlamıştı.
“Ben unutuldum mu acaba?”
Bu endişe dolu sözlerin yazarı, Hamburglu bir anneydi. Mayıs 1941’de şehrin valisi Kaufmann’a bir mektup yazarak bugüne dek sekiz çocuk doğurduğunu ve şu anda yine hamile olduğunu bildiriyordu. Ancak hâlâ bir “Altın Annelik Madalyası” alamamıştı. Bunun nedeni neydi acaba? “Kayınvalidem bunun benim için büyük bir utanç olduğunu söyleyip duruyor, kocam da beni azarlayıp duruyor.”
Hitler, anne olmayı “kadının savaş meydanı” diye tanımlıyordu. Bir savaş meydanında, doğal olarak, madalyaların da bulunması gerekiyordu. “Alman Annelerinin Şeref Madalyası” ilk defa 1939 yılında Anneler Günü’nde çok çocuklu annelere verildi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yaklaşık beş milyon anneye bu madalyadan verilecekti. Bu madalyaya “layık görülenlerin” toplumsal konumları hızla yükseliyordu, ancak bir de “layık görülmeyenler” vardı tabii …
Yarım kadınlar
Erdoğan, yaptığı son konuşmalardan birinde, anne olmayan kadınları “yarım kadın” olarak nitelendirdi. Nazi Almanyası’nda da anne olmayan kadınlar hem aşağılanıyor hem de vatan haini ilan ediliyordu. Ancak anne olanların da, önce kanlarının bozuk olmadığını, saf Ari ırktan olduklarını, ırsî bir hastalığa sahip olmadıklarını ve kusursuz bir yaşam tarzına, yani “Führer”e kayıtsız şartsız bağlı olduklarını ispat etmeleri gerekiyordu.
“Biz suçlu bir aile değiliz” diye yazıyordu on bir çocuk sahibi bir anne panik içinde. “Irsî hastalığımız, hapiste veya ıslahevinde yatmışlığımız yoktur, devlet düşmanı değiliz, alkol kullanmayız.” Bütün bunlar, şeref madalyası almak için gereken şartlardı. Üstelik bütün sülalenin de bu şartları yerine getiriyor olması lazımdı. Sabıkalı bir amca, bir zamanlar psikiyatri kliniğinde yatmış olan bir akraba, öğrenme güçlüğü çeken bir kız evlat ya da benzerlerinin varlığı, bir annenin bu “şerefe” asla nail olamamasına neden oluyordu. Hatta “halkın sağduyusu” bile bir kıstastı; meraklı komşuların raporları bile madalya verilmesi ya da verilmemesi için yeterliydi.
Dolayısıyla madalya dağıtımından eli boş dönenler, “şerefsiz” olarak anılmak gibi bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Kanları bozuk muydu acaba? (Burada Erdoğan’ın Almanya Parlamentosu’nda oylanan Ermeni Soykırımı’yla ilgili kanun tasarısına evet oyu veren Türkiye kökenli vekillerle ilgili olarak kan testi talep etmesini hatırlayalım). Sülalede bir Yahudi mi vardı? Ya da ırsî hastalıklarla Ari ırkın saflığına halel mi getirmişlerdi? Bu durumdaki anneler, yetkili makamlara mektup üzerine mektup yazıyor ve dilekçeler yağdırıyordu. Yirmi bir çocuk sahibi 60 yaşındaki bir anne, ilgili makama yana yakıla yazıyordu: “Altın Şeref Madalyası için iki kere başvurdum, ama henüz cevap alamadım. Lütfen bana madalyamı verin, hayattaki en büyük arzum budur.”
Bürokrasi çarklarının ağır dönmesine karşın, sadece 1939 yılında üç milyondan fazla kadına Annelik Madalyası verilmişti. Bu kadar fazla sayıda kadına aynı anda madalya vermek mümkün olmadığı için, stadyumlarda Anneler Günü’nde, Bağbozumu Yortusu’nda ve Noel’de törenler düzenleniyordu. Bu törenlerde madalya alamayanlar, eve döner dönmez kâğıt kaleme sarılıyordu: “Eşimle birlikte, eşime ne zaman madalya verileceği konusunun artık açıklığa kavuşturulmasını istiyoruz. Hakkımızda yalan yanlış iftiralarda bulunanlar, beni alkolik ve pis olmakla suçlayanlar, bunu kıskançlıktan ötürü yapıyor. Eşim dünyaya sekiz çocuk getirdi, son derece temiz ve silah sanayinde çalışıyor. Böyle bir kadın bu madalyaya layık değil mi?”
“Lâyık olmak”
“Lâyık olmak” son derece muğlak bir kavramdı; her türlü iftiranın ve keyfiyetin kapısını açıyordu. Komşunun karısı madalyaya lâyık mı görüldü? Nasıl olur? Onun çocuklarının ikisi hırsızlıktan sabıkalı değil miydi? Diğerleri de orada burada serserilik yapmıyor muydu? Nazi istihbaratına kesintisiz olarak buna benzer ihbarlar geliyor, dosyalar dağ gibi yığılıyordu. Ancak yine de madalyalar on binlerce kadına verilmeye devam ediliyordu; çünkü aileleri çocuk yapmaya özendirmek gerekiyordu. Çok çocuk, güçlü Almanya anlamına gelmiyor muydu?
Annelik madalyası, toplumda bir statü sembolü haline getirilmişti. Ne zaman, nerede ve nasıl takılacağına dair kesin talimatlar vardı. Bir broş veya gerdanlık olarak takılması yasaktı, sadece mavi-beyaz bir şeridin ucunda, boyuna bağlı olarak bütün özel günlerde takılması zorunluydu. Ailevî törenlerde, paskalyada ya da, örneğin, “Führer’in doğum günü” ve “Führer’in iktidara gelişi” gibi Nazi törenlerinde mutlaka takılmalıydı. Daha küçük bir replikası satın alınabiliyor ve günlük hayatta da takılabiliyordu.
Annelik madalyası sahipleri, toplum yaşamında da bazı ayrıcalıklara sahipti. Hitler Gençliği üyeleri, madalya sahiplerini özel bir şekilde selamlıyordu. Ayrıca etkinliklerde protokol sırasına oturuyorlardı ve resmî makamlarda önceliğe sahiptiler. Tramvaylarda ve trenlerde, şayet oturacak yer kalmamışsa, birinin kalkıp onlara yer vermesi gerekiyordu.
Savaşın patlak vermesinden sonra, karne günlerinde, özellikle büyük şehirlerde yüzlerce madalya sahibi kadın mesela et dağıtılan yerlerde kuyruğa girmeden alışveriş yapmaya çalışıyordu. Çocuksuz kadınlar ya da madalya sahibi olmayan kadınlar onlara yer vermek zorunda bırakılıyordu. Bu duruma duyulan öfke ise giderek kabarıyordu.
Tavşanlar gibi
Bu “şerefle” dalga geçenlerin sayısı da hiç az değildi elbet. Kapalı kapıların arkasında “tavşanlar gibi” üremekten söz ediliyordu ve evlilik dışı doğan çocukların babalarının acaba “gizli üreme konseyi” üyesi mi olduğundan dem vuruluyordu. Çok çocuklu ailelere ise “Tavşanlar Tarikatı” üyeleri adı verilmişti.
Nazi Almanyası’nın 1945 yılında kayıtsız şartsız teslim olmasıyla birlikte, Annelik Madalyaları da sessizce tavan aralarında ve bodrumlarda bulunan sandıkların derinliklerinde kayboluverdi. Nazi dönemine ait hatıratlarda, bu madalyalara dair olumlu kayıtlara rastlamak ise hiç mümkün deği. “O zamanlar bunu reddetmek mümkün değildi” deniliyor genellikle. Ancak madalya talebiyle yazılan binlerce mektup ve dilekçe, bu iddiaların bir de aksi yönünün bulunduğunu ortaya koyuyor.
Bugünün çocukları, yarının asker cenazeleri
Erdoğan ile Hitler’in genç nüfus talebinin arkasında, kuşkusuz, sömürülecek genç işçi kuşaklarına duyulan ihtiyaç yatıyor. Ama her iki ülkede de yüksek işsizliğe rağmen çok çocuk talebi, sömürülecek kuşakların yanında, kapitalist efendiler için ölmeleri beklenen genç askerlere duyulan ihtiyacın yüksekliğini de ortaya koyuyor.
Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası, dünyanın en kanlı savaşında milyonlarca gencin hiç görmedikleri topraklarda birbirlerini boğazlamalarına neden olmuştu. Erdoğan liderliğindeki yerli ve millî koalisyon, son birkaç ayda 7000’den fazla insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Aslında durum ortada: Hitler gibi, Erdoğan için de, genç işçi kuşakları bugünün sömürülecek işgücü, yarının asker cenazeleridir.