Sinan Laçiner
Çok sık atıfta bulunulan bir meseldir, ama tekrarında mahsur yok. Romalı senatör Marcus Porcius Cato’nun Roma İmparatorluğu’nun sorunlarının konuşulduğu senatoda her söz alışında “Kartaca Yıkılmalıdır” dediği, sözünü hep buraya bağladığı rivayet edilir. Kartaca, o dönemde Roma’nın en büyük düşmanıdır ve senatör Cato da her seferinde tekrarladığı bu sözüyle Kartaca yıkılmadan Roma’nın hiçbir sorununun çözülemeyeceğini, o yüzden diğer meselelerin tali ve önemsiz olduğunu vurgulamak ister.
Türkiye’de güncel siyasal mücadeleler açısından yıkılmadan huzura erilemeyecek Kartaca’nın, giderek saldırganlık ve otoriterlik dozunu arttıran ve bitimsiz gibi duran AKP/Erdoğan iktidarı olarak görüldüğü söylenebilir. Ancak Kartaca’yı yıkmayı “nasıl” ve “kiminle” sorularını ikincilleştirerek merkeze yerleştiren, Kartaca yıkılsın da nasıl yıkılırsa yıkılsın diyerek bir dönem askerî darbeyi bile davet eden, yıkılacak Kartaca’nın yerine neyin kurulacağını hayal etmekten bile vazgeçen bir muhalefetin ilkesellikten uzak, çaresiz görünümlü ruh hâli de Kartaca’nın ömrünü uzatmıyor mu zaten? Bu yazı, güncel göstergeler üzerinden bu soruya kafa yoracak.
Bir iktidar anlatısı olarak kültür savaşları
On dört yıldır süren AKP iktidarının ülke tarihinde görülmemiş bu siyasî başarısı, kuşkusuz tek bir faktöre indirgenerek değil birbiriyle bağlantılı ve çok katmanlı bir nedensellikler bütünü üzerinden açıklanabilir. Fakat söylem düzeyinde bu katmanları birbiriyle kesiştiren başat faktörün, AKP’nin kendisini iktidar değil de hep muhalefetmiş gibi sunmasına imkân tanıyan tarih ve güncel durum anlatısı olduğu ileri sürülebilir. Muhafazakâr popülist olarak adlandırılabilecek bu anlatıya göre AKP, cumhuriyet tarihi boyunca itilip kakılmış, ikinci sınıf kılınmış, iktidar konumlarına, diğer bir deyişle “merkez”e yaklaştırılmamış bir “çevre”nin sözcüsüdür. Sağ-muhafazakâr geleneğin tarihsel olarak tercih ettiği terimle bu çevre, aslında öncelikli vasfı Müslüman olmak olan “millet”in ta kendisidir. Merkezi bu milletten gasp edenler ise halkına yabancılaşmış, seçkin(ci) ve kökü dışarıda unsurlardır.
İçeride ve dışarıda çatlakların ve basıncı arttıran diğer unsurların yoğunlaşmasıyla giderek milliyetçilik dozu da artan ve “yeniden dünya liderliği” veya “100 yıllık parantezi kapatmak” gibi gerçeklikle bağı kopuk söylemler aracılığıyla “Osmanlı-Cumhuriyet çatışması” gibi bir kalıba da dökülen bu paradigma içerisinde “milletin düşmanları”, giyim ve yaşam tarzıyla batılılaşmış, eğitim yoluyla edindiği kimlik ve ayrıcalıklarla donanmış ve tüm bunları da “millet”e karşı bir sopa olarak kullanmış işbirlikçiler olarak tasvir edilir. Dolayısıyla bunların yenilgisi üzerine kurulacak olan AKP iktidarı, aslında doğrudan doğruya yüz yıldır “kendi öz yurdunda parya” kılınmış olan milletin iktidarıdır.
Sınıf savaşımını kültür savaşına indirgeyen bu aşırı basit şablon, klientalistik ağlarla bütünleştirilmiş sınıfsal ittifakları, kamu kaynakları üzerinden sermaye aktarımını ve bunlar etrafında şekillenen güç ilişkilerini perdeleyerek AKP’nin iktisadî planda neoliberal ve siyaseten sağ-pragmatik kimyasını görünmez kılmadaki başarısının yanı sıra, geniş ve yoksul halk yığınlarını mobilize ederek AKP içerisinde bütünleştirme imkânını, başka herhangi bir siyasal anlatıdan çok daha fazla sunabilmesi bakımından da son derece işlevseldi. Dolayısıyla tepe tepe kullanıldı, hâlâ da kullanılıyor. İç ve dış siyasal krizler bu anlatının yeni sürümlerle daha güçlü dolaşıma sokulmasıyla aşılmaya çalışıldı, hâlâ da böyle aşılmaya çalışılıyor.
Ayyuka çıkan hırsızlıkların ve yolsuzlukların örtbas edilmesi, ağır hak gasplarının ve doğa talanının gözlerden kaçırılması, muhalefetin terörle yaftalanıp kriminalize edilerek etkisizleştirilmesi, hukukun tümden araçsallallaştırılması, gücün tek elde yoğunlaştırılması ve savaş politikalarının yerleşikleştirilmesi, hep temelinde meşrulaştırıcı gücüyle bu anlatının yattığı komplo teorileri aracılığıyla mümkün kılınıyor ya da yenir yutulur hale getiriliyor.
Kültür merkezli anlatıya sol müdahale mi sol katkı mı?
İçerisinde hakikate dair parçacıklar barındırsa da bütünü itibariyle bir açık bir mistifikasyon olan bu söylemin üstün başarısı, yalnızca geniş toplum kesimlerinin kültürel evreniyle tutarlı olması bakımından iyi kurgulanmış ve basit yapısına dayandırılamaz. Zira bu anlatı, başından beri kendisini neredeyse sadece AKP’ye karşı olmak üzerinden konumlandıran “Kartaca Yıkılmalıdır” muhalefetinin yerleşik zihin kalıplarındaki hastalıklardan da beslenerek güçleniyor ve güncelleniyor. Bu düz anti-AKPci muhalifliğin de Kemalizmin şemsiyesi altında yetişmiş ve onun seçkinci/aydınlanmacı retoriğini oldukça içselleştirmiş bir solun yapısal arazlarını taşıdığı da çok açık.
Aslında epey bir süredir gündeme getirilse de özellikle geride bıraktığımız ay daha fazla öne çıkan ve sosyal medyada hayli köpürtülen Erdoğan’ın üniversite diploması meselesi, bu olgu üzerine düşünmek için eşsiz bir malzeme niteliği taşıyor. Öncelikle şahsî kanaatim, Erdoğan’ın dört yıllık üniversite mezunu olmadığı, dolayısıyla geçerli bir diplomasının da olmadığı yönünde. Eğer olsaydı, göstermek ne kelime, bunu sorunlaştıran muhalefetin adeta gözüne sokacaklarından ve bu “iftira”yı, muhaliflerin zaten her konuda yalan söylediklerinin belgesi olacak şekilde tüm iktidar pratiklerini aklayıcı bir malzemeye dönüştüreceklerinden kuşkum yok. Öte yandan gayet belgeli, kayıtlı bir biçimde tarihin en ağır yolsuzluklarına bulaşmış bir iktidar partisi ve liderinin cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda da yolsuzluğa bulaştığının belgelenmesi ya da böyle olup olmadığının sorgulanması, belli bir yere kadar elbette meşrudur. O “belli yer” ise, o muhalefetin “sol” olma vasfına ilişkin ilkeler olması gerekir.
Türkiye’de ülkenin yönetici konumlarına gelebilmek için üniversite mezunu olmak diye bir şartın aranmasındaki, herkesten çok hareket noktası işçi sınıfının/ezilenlerin/en alttakilerin iktidarı olan sosyalist solu rahatsız etmesi gereken seçkinciliğin hiç sorun edilmemesi bir yana, buna adeta can simidi gibi sarılınmış olması garabetin ilk göze çarpan kısmını oluşturuyor. Öyle bir can simidi ki, dergisindeki açık faşist manşetleri, yazıları, alenî Kürt ve Ermeni düşmanlığı ile bildiğimiz Gökçe Fırat isimli karanlık şahsın zırvalamaları, bir anda sosyal medyada paylaşım rekorları kırabiliyor. Onun aracılığıyla, diplomasının olmadığının kanıtlanması halinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının düşeceği, atadığı hükümetin de düşeceği, en nihayetinde de hep birlikte hapsi boylayacakları müjdeleniyor. Tüm büyük günahlarının en başında görülmemiş boyutta hukuksuzluğun yer aldığı bir iktidarın bu şekilde dağılıvereceğini öne sürebilen bu iddiaların ciddiyet ve dayanaktan ne kadar uzak olduğu açık. Yani Kartaca, en azından bu nedenle yıkılmayacak.
Kartaca’yı kim yıkacak? Ezilenler mi, solcular mı?
Sol adı altında alenen MHP’lileri imrendirecek seviyede ırkçılık yapan birine sarılacak kadar bu iddialara bel bağlamak, yaygın hayal kırıklıklarına, güçsüzlük algısına, yenilgi halinden acil ve kestirme çıkış bulma çabasına bağlanabilir ve muhtemelen bunlarla da ilgisi vardır.
Ancak muhalefetin yoğunlaştırılabileceği türlü çeşitli bağlam içerisinde en iştahla buna sarılınmış olmasının gerisindeki, yasal şartlardan bağımsız olarak eğitimli olmayı önemseyen tutumu, hatta yer yer “lideriniz eğitimsiz” vurgusundan duyulan hazzı da inkâr etmek pek mümkün görünmüyor. Zira “Kartaca Yıkılmalıdır” muhalefeti, başından beri en çok AKP kadrolarında ve tabanında saptadığı “eğitimsiz”, “kültürsüz”, “cahil” profile karşı kendi kültürel üstünlüğüne güveniyor, oradan güç alıyor, moral depoluyor. Bu yoksulların “kömüre makarnaya oyunu satanlar”, “hüloooğ”lar olarak tanımlanması, belli ki bu varsayılan kültürel (ama aynı zamanda sınıfsal) üstünlük algısını güçlendirerek bu “muhalif solcu”lara kendini daha iyi hissettiriyor. Bu yüzden ODTÜ öğrencileri, Gezi direnişçileri ya da sosyal medya kullanıcısı muhalifler, haklılıkları üzerinden değil “orantısız zekâları” üzerinden takdir topluyor.
Daha güncel bir örnekle, bir saray operasyonuyla indirilen Davutoğlu’nun yerine başbakanlığa atanan Binali Yıldırım, kendi kimliği ve pratikleri ya da o konuma getiriliş biçiminden çok, ortalama bir Anadolu kadını görünümü taşıyan eşi üzerinden vurulmaya çalışılıyor, eşinin sıradan fotoğrafları hep birlikte gülüp alay etmemiz için dolaşıma sokuluyor.
Oysa tüm bunlar, aslında AKP ve Erdoğan rejimini köşeye sıkıştırmak yerine güçlendiriyor. Zira baştan beri tabanına doğrudan “millet” diye seslenen ve muhaliflerini de çeşitli türden ajan, dış mihrak uzantısı ve “bu millete yabancı” unsurlar olarak resmeden Erdoğan, kendi portresini de o milletin içinden çıkmış, onların has evladı, “aynı onlar gibi” olarak çiziyor. Bu çizimin, tabanın AKP’nin de ötesinde doğrudan Erdoğan’a yakınlık ve aidiyet duygusu geliştirmedeki etkisini görmek için derin analizlere herhalde ihtiyacımız yok. Büyük çoğunluğu yoksul, dolayısıyla iyi bir eğitimden geçme imkânı bulamamış (ve bu arada dindar) kitlelerden oluşan tabanın Erdoğan imgesi etrafında bütünleştirilmesi bir ölçüde de bu söylem aracılığıyla sağlanırken, “Kartaca Yıkılmalıdır” muhalefeti bir anlamda bu söylemin cephaneliğine silah devşiriyor.
Kartaca’yı yıkacak “başarılı” stratejilerin çok ötesinde, ilkeselliğin gereği olarak sosyalistler, temsil iddiasını taşıdıkları işçi sınıfıyla, ezilenlerle, yoksullarla bütünleşebilmek için onların gerçekten kendi kurtuluşları olarak görecekleri bir siyaseti kurgulamak zorundadır. Bu siyaset, bir zorunluluk olarak Kemalist seçkincilikten ve onun kültürel/sınıfsal üstünlük algısından/kibrinden uzak olmalıdır. İşçi sınıfı ve yoksulların onları yoksul kılan yapısal eşitsizliklerin sonucu olarak genelde iyi eğitimli olmadığı, bu yüzden “eğitim şart”çı elitizme doğal olarak tepki ile yaklaştıkları veri alınmalıdır. Aynı şekilde, tüm dünyada olduğu gibi alt sınıfların “ezilen yaratığın iç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olarak gördükleri dinin açıklamalarını hayatlarının merkezine yerleştirdikleri, ancak bunun onları eşitlikçi bir dünya için mücadele seferberliğinin parçası kılmaya engel oluşturmadığının kavranması gerekir. Aynı yoksulların içine doğdukları ortamdan kaynaklı kısıtlardan, kozmetik endüstrisinin buyruklarını takip etmekten alıkoyan yaşam ve çalışma koşullarından ve daha bir dizi etmenden ötürü egemen estetik algılar çerçevesinde “güzel” olamayabileceği, olmak zorunda da olmadıkları gerçeği sindirilmelidir. Çünkü sosyalizm, güzel ve şık görünümlü, kültürlü ve yüksek tahsilli sınıfların değil, eli nasır tutmuş, yüzü kömür karasıyla kaplanmış olanların durduğu yerden ses verir.
Kartaca’nın yıkılması, Kartaca’nın iktidar formülünü oluşturan kültür savaşı parametrelerinin yeniden üretilmesiyle değil, ezilen sınıfların temsilinin Kartaca’nın elinden alınmasıyla mümkündür. Tüm bunları kavramaktan uzak, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, konforlu koşullarda amatör olarak solculukla iştigal edenlerin açık biçimde sorgulanması, belki de Kartaca’nın yıkımına giden yolun ilk adımıdır.