Mehmet Ö. Alkan
Dünyada kendi ülkesindeki bir şehrin fethini kutlayan başka bir devlet var mı, bilmiyorum. Üstelik bunu fethin üzerinden yaklaşık 500 yıl sonra icat etmiş olanına rastlamak herhalde imkânsızdır. Türkiye’deki gibi “kurtuluş günleri” olmakla birlikte, farklı isimlerle fetih kutlaması yapılabileceğini varsayarak uzun taramalar yapmama rağmen dünyada ikinci bir örnek bulamadım. Ancak tarihte buna benzer bir iki misal var. Mesela Mekke’nin fethi, İslam tarihinde çok önem verilen bir olay ve Fatimiler döneminde “Yarımadanın Fethi Günü” adıyla kutlanmış. Bir başka istisnaî örnek, Rusların 12 Haziran 1828’de fethettiği Anapa için benzer bir kutlama günü kabul etmeleri.
Yıllar önce Refah Partisi ve onun adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın sürpriz bir şekilde 27 Mart 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazanmasının üzerinden henüz iki ay geçmişken muazzam bir fetih kutlaması yapılmıştı. Günümüzde de, gerek Erdoğan’ın gerek AKP’nin en çok önem verdiği kutlamaları sıralasak herhalde Fetih Kutlamaları/Şenlikleri birinci sırada gelir. Erdoğan’ın belediye başkanı olmasından bu yana, başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde de en önem verdiği kutlama, bir tür siyasî gövde gösterisine dönüşen Fetih Şenlikleri olmuştur ki, bu konuda hiçbir masraftan kaçınılmamaktadır. Şenliklere son yıllarda bizzat ordunun da –protokolün ötesinde– aktif olarak dahil edilmesi manidardır.
Aslında Türkiye sağının tamamı, milliyetçi, İslamcı veya muhafazakâr olsun, İstanbul’un fethi ve Ayasofya konularında çok hassastır. Peki, AKP –ve genel olarak sağ– İstanbul’un fethine neden bu kadar önem veriyor? Sanırım bu sorunun cevabını Cumhuriyet tarihinin seyrindeki ideolojik çekişme ve çatışma alanlarında/fay hatlarında aramak gerekir. Bu nedenle genellikle aynı anda zuhur eden İstanbul’un fethi kutlamaları ile Ayasofya’nın camiye çevrilmesi talepleri iç içe geçmiş iki konu olarak karşımıza çıkıyor. Adeta bir madalyonun iki yüzü gibi…
Savaşlar, başkent İstanbul’un taşınma ihtimali ve fethin icadı
İstanbul’un fethi, II. Meşrutiyet döneminde başkent İstanbul’un kaybedilme ihtimalinin ortaya çıktığı Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde hatırlanır. Kutlamalar İttihatçıların Türk-İslam sentezine dayanan eklektik ve pragmatik ideolojisine ve “mefâhir-i millîye”ye uygun şekilde, dönemi için büyük bir ayin/tören şekilde icra edilir. İttihatçılar bu konuda sanıldığından planlı hareket etmişler, mesela II. Abdülhamid yerine padişah olan Sultan Reşad’ın, Fatih Sultan Mehmed’i hatırlatırcasına V. Mehmet, onun ölümüyle yerine geçen Vahideddin’in ise VI. Mehmet adıyla tahta çıkarılmıştır. Fetih kutlamalarının icadı da İstanbul’un kaybedilme ve başkentin Anadolu’ya taşınma ihtimalinin ortaya çıktığı Balkan Savaşları sırasında, sonra da Birinci Dünya Savaşı arifesinde gündeme gelir. 1912’de Balkan savaşıyla ordunun bozguna uğrayıp iki hafta içinde Edirne’nin kaybedilmesi ve Çatalca’ya kadar gelen Bulgar ordusunun yarattığı tedirginlik o güne kadar yüksek sesle dile getirilmeyen Payitaht İstanbul’un taşınması konusunu gündeme getirir.
O günlerde von der Goltz Paşa’nın başkentin nakledilmesinin askerî ve güvenlik açısından iyi olacağını dile getirilmesiyle basında yoğun bir tartışma başlar. En Can Alacak Nokta: Payitahtın Nakli Meselesi adıyla 1913’te A. Ziver imzasıyla bir kitap hazırlanır. Bu hararetli tartışma, İstanbul’un terkedilemeyeceği ve başta tarihsel nedenler olmak üzere başkent olarak kalması gerektiği fikriyle sonuçlanır. Ancak hem Birinci Dünya Savaşı’na hazırlık hem de Çanakkale Savaşları, yani İstanbul’a neredeyse birkaç saat mesafede yaşanan bir tür ölüm kalım savaşı –İstanbul halkına pek duyurulmasa da– yöneticileri çok tedirgin etmiş ve işte İstanbul’un kaybedilme ihtimalinin belirdiği sıralarda Fatih’in İstanbul’u fethi tam sayfa gazete haberleriyle hatırlanmış ve görkemli kutlamalar başlamıştır.
İttihatçıların mutantan İhtifal-ı Millî kutlamaları
İttihatçıların 1910 yılından itibaren fetih kutlamaları tertipledikleri anlaşılıyor. İlginçtir, kutlamalar için 11 Haziran gününü seçmişlerdir. Bunun nedeni fetih gününü Miladî takvimle 29 Mayıs değil, Rumî takvimle 29 Mayıs olarak kabul etmelerinden kaynaklanır. Dolayısıyla, iki takvim arasında o sırada 13 gün fark olduğu için, Rumî takvim 29 Mayıs’ı gösterdiğinde, Miladî takvim 11 Haziran’ı göstermektedir. Hatta tercih edilen genellikle 11 Haziran haftasının Cuma günüdür ki, Ayasofya’da kılınan namaz bu kutlamalara eşlik etmiştir. Dönem basınını taradığım kadarıyla (mesela Tanin (Senin), Tasvir-i Efkâr, İkdam…), 1910, 1911, 1912 ve 1913 tarihlerindeki kutlamaların basına yansımadığı görülüyor. Bir ihtimal ben de kaçırmış olabilirim veya daha dar kapsamlı bir “ihtifal” olması da mümkün.
Ancak 1914’te dördüncüsü düzenlendiği belirtilen ihtifal, gerçekten ince planlanmış, müthiş görkemli bir kutlama olarak karşımıza çıkıyor. Fatih Camii ile Ayasofya arası tören alanı olarak tespit ediliyor. Yeniçeri kıyafetindeki üç kişinin öncülüğündeki tören kıtasının, Ayasofya’dan Fatih’in türbesine hareketi, yollardaki tezahüratlar, ziyaret, konuşmalar, marşlar eşliğinde okul öğrencilerinin de katıldığı büyük bir kutlama tertipleniyor. Aynı şekilde 1915’te de Çanakkale savaşının yarattığı heyecan içinde kutlanıyor. Hatta 1914 yılında çok daha görkemli bir tören olduğu anlaşılıyor. Zira düşman ilk kez bu kadar yakına geliyor ve İstanbul’un düşme ihtimali beliriyor, İstanbul’un önemi hiç olmadığı kadar dinî ve millî temalarla öne çıkartılıyor. 1916 İhtifalin altıncı senesidir. (“Feth-i İstanbul’un 463 üncü Devr-i Senevisi” Tasvir-i Efkâr, 12 Haziran 1916, s. 4). “Sultan Fatih Hazretlerinin fethi müteakip İstanbul’da ilk cuma namazını Ayasofya’da eda buyurdukları günün sene-i devriyesine müsadif Rumî Haziranın üçüncü Cuma günü” bir tören düzenlenir. 1917 itibariyle fethin 464. senesi “ihtifâl-i millî” olarak kutlanırken iç sayfaya düşmüştür. “Fatih Sultan Mehmed Han İhtifali”, Tasvir-i Efkâr, 11 Haziran 1917, s. 2).
Fetih kutlamalarının 1918 yılı itibariyle en azından basında yer almadığı anlaşılıyor. Benim taradığım ve daha önce fetih kutlamalarına hep yer vermiş olan Tasvir-i Efkâr’da fetih yıldönümü öncesi ve sonrasıyla (Mayıs’ın son haftasından Haziran’ın son haftasına bir aylık) herhangi bir haberin yer aldığını görmedim. İşgal İstanbul’undaki baskı ve sansürün buna izin vermemesi de ihtimal dahilindedir. Bu arada Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasını izleyen hafta beklenen olur ve İstanbul 1918’de işgal edilir…
İstanbul’un “kurtuluşu” versus İstanbul’un “fethi”
Mondros Mütarekesi sonrası işgal edilen İstanbul, Millî Mücadele sonrasında 6 Ekim 1923’te işgalcilerden teslim alındı. Millî Mücadele’nin ilk anlarından itibaren birinci amaç olan hilafet/saltanat merkezinin ve başkentin kurtarılması gerçekleşmişti. (Tam da bu amaç gerçekleşmişken, hemen bir hafta içinde İstanbul yerine Ankara başkent ilan edildi!) Ankara ve Cumhuriyet İstanbul’un fethine değil, kurtuluşuna ve dolayısıyla kurtarıcısı/halaskârı olan Mustafa Kemal Paşa’ya önem verecektir.
Gerçekten de Atatürk’ün döneminde İstanbul’un fethi değil, kurtuluş günü olan 6 Ekim kutlanır, hatta kutlamalar yeni Cumhuriyet rejiminin sembollerinden biri hâline gelir ve “İstanbul’un Bayramı” olarak ilan edilir. Mesela Cumhuriyet gazetesinde 10 Ekim 1931’de verilen haberde törenlerin Dolmabahçe Meydanı’nda büyük bir kalabalık eşliğinde yapıldığı anlatılır. Fethi unutmak, bir anlamda saltanatı unutmak, saltanat döneminden uzaklaşmaktır. Kurtuluşu kutlamak ise Cumhuriyet ile özdeşleşen Atatürk’ü hatırlatmak demektir.
Tam bu sıralarda Ayasofya’nın müzeye çevrilmesiyle başta İslamcılar olmak üzere Türkiye sağının Cumhuriyet’e ve laikliğe yönelik tepkisi başlar. Bu tepki ve çatışma günümüze kadar gelecek ve Ayasofya gibi Hıristiyan dünyasının en eski ve bir numaralı ibadethanesi “kılıç hakkı” olarak “Müslüman” zaferiyle camiye çevrilmişken, müzeye çevrilmesi hakkın gaspı ve bir yenilgi olarak yorumlanacaktır. Fetih kutlamalarının tek istisnası kapatılan Türk Ocağı’nın bu geleneği sürdürmesidir. 1951’deki bir haberden kapatılan Türk Ocağı Müdürü İhsan Tuğcu’nun, 1932’den başlayarak 29 yıldır her sene bir fethi anma töreni tertiplemekte olduğunu öğrenmek mümkün (“İstanbulun 498inci fetih yıldönümü”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 1951, s. 1).
İstanbul Üniversitesi’nin fetihle yaşıt olduğunun keşfi
Atatürk döneminde, 1937’de yayımlanan bir yazıdan anladığım kadarıyla, İstanbul’un fethinden Türkiye ile Yunanistan’ın yakınlaşmasına zarar gelmemesi için vazgeçildiği izlenimi edindim. Yazıda Yunanistan’da başlayan İstanbul’un fethi için “İstanbul’un esareti” ifadesini kullanan yazı dizileri, haber, yorum ve anmalara Türkiye basınında tepki geldiği dile getiriliyor. Yazılarda Yunanistan başvekili General Metaksas’a Yunanlıların bu tür davranışlardan vazgeçmeleri için çağrılar yapılıyor. Çağrıda Türkiye’nin Türk-Yunan dostluğuna zarar gelmemesi için İstanbul’un fethi törenlerinden vazgeçtiği belirtilip ilişkilerin iyiliği için zarar getirecek faaliyetlerden kaçınılması gerektiğine işaret edilerek: “Mesela, biz İstanbul’un Fatih tarafından zaptını tes’id ediyor muyuz? Evvelce yapılan İstanbul’un fethi ihtifalinden bile vazgeçtik” cümlesi okunuyor. (“Hem Nalına Hem Mıhına: General Metaksas’tan Bir Rica”, Cumhuriyet, 27 Ocak 1937, s. 3).
İstanbul’un fethi kutlamaları nasıl ki Birinci Dünya Savaşı yıllarında icad edildiyse, unutulan ve hatta bilinçli olarak hatırlanmayan bu icadın gündeme gelmesi de İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Bunda biraz da Atatürk’ün ölümü ve İnönü’nün cumhurbaşkanlığı ile beraber başlayan Osmanlı tarihi ve zaferleriyle barışma girişiminin payı vardır. En azından Atatürk’ün sağlığında kimsenin İstanbul’un fethini kutlama konusunu gündeme getirmeye cesareti olmadığı anlaşılıyor.
Millî Şef dönemiyle birlikte Atatürk döneminde reddedilen Osmanlı-Cumhuriyet sürekliliği konusunda bir yumuşama ve rahatlama meydana geliyor. Öte yandan savaş yine İstanbul’un fethini hatırlatıyor ve 500. yıl çalışmaları başlıyor. Mesela Yeni Adam dergisinde ”Fatih ve İstanbul Fethi’nin 500üncü Yıldönümü Münasebetiyle Türkler Ne Yapmalı” başlıklı bir yazı yayınlanıyor. (Yeni Adam, No: 393, 9 Temmuz 1942).
Dolayısıyla Millî Şef dönemiyle birlikte din ve milliyetçilik yeni bir senteze uğrar. Her ne kadar tarafsız kalmak fikri hakimse de, muhtemel savaşta ölecek gençlerin “şehit” mertebesine erişmesini sağlayacak İslamî bir meşrulaştırmanın önceki dönemden daha fazla kullanılması dikkat çeker. Dinî yayınlarda belirgin bir artış hemen göze çarpar. Militer milliyetçilik öne çıkar. Hatta bu arada İttihatçı geçmişle bile bir barışma gündeme gelir. Mesela 25 Şubat 1943’te Talat Paşa’nın cenazesi Türkiye’ye getirilir ve büyük bir devlet töreniyle Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne defnedilir. Ertesi yıl 1944’te Beşiktaş’a Barbaros Anıtı yapılır.
Tam bu tarihlerde İstanbul Üniversitesi’nin de 1453’te kurulduğu keşfedilir! Halbuki İstanbul Üniversitesi 1863 yılında kurulmuşken ve 1933 Üniversite Reformu ile kuruluş tarihi 1933 olarak kabul edilmişken, 1940’ların başında İstanbul Üniversitesi’nin de fetihle yaşıt olduğu vurgusu öne çıkar ve kuruluş tarihini 1453’e kadar geri götürme gayreti dikkat çeker. 1943’te İstanbul Üniversitesi Yayınları arasından Cemil Bilsel’in İstanbul Üniversitesi Tarihi adlı kitabı çıkar ve ilk kez resmî olarak Üniversite’nin kuruluşunu İstanbul’un fethine kadar geri götürür. Halbuki tam da 1943’te İstanbul Üniversitesi’nin 1933 yılında kurulduğu kabul edildiğinden 10. yıl kutlaması ve açılış törenleri yapılmaktadır!
“Komünizm” versus “milliyetçilik” ve fethin 500. yılı
Fethin hatırlanması ve kutlanması sıcak savaşın bitip soğuk savaşın başladığı iki kutuplu dünyaya da uygun düşer. ABD, “komünizme” karşı “panzehir” olarak kendisine bağlı bütün coğrafyalarda milliyetçiliği ve sol düşmanlığını teşvik eder. Bu bağlamda, Cumhuriyet’in başından beri ihmal edilen “iftihar edilecek geçmiş” ve ecdad yeniden hatırlanır. İlk akla gelen İstanbul’un fethi ve Fatih’tir. Bu durum CHP’nin 1947 kongresine de damgasını vurur. Aynı dönemde muhafazakâr ve milliyetçi CHP’liler 1925 yılından beri kapalı olan türbelerin açılmasını ister. Özellikle bir süreden beri talep edilmekte olan Fatih’in türbesinin açılması büyük bir heyecan yaratır.
Çok partili siyasal hayata geçişle birlikte 500. yıl heyecanı artar, yayınlar başlar. DP’nin iş başına geldiği 14 Mayıs 1950 seçimlerinin ardından fethin 500. yıldönümüne yönelik eserlerde belirgin bir artış göze çarpar. Elbette 1953 yılı bu konuda en çok yayının yapıldığı yıldır. DP, CHP’nin 1940’ların başında başlattığı 500. yıl kutlamalarını daha da ciddi olarak ele alıp büyük bir kutlama planlamakla birlikte, Türkiye-Yunanistan ilişkilerindeki olumlu hava ve üst düzey karşılıklı ziyaretler büyük bir şevkle hazırlanılan kutlamalara “gölge düşürür.” Hatta bu durum 1940’ların başından beri heyecanla beklenmekte olan fethin 1953 yılındaki 500. yılı törenlerinin aşama aşama bazı bölümlerinin iptal edilmesini getirir. Törenler Türkiye-Yunanistan ilişkilerine zarar gelmeyecek şekilde yeniden planlanacak, hatta son dakika değişiklikleri bile olacaktır. Bu durum sert eleştirilere neden olur. Ancak ilişkilerin bozulmaya başladığı 1955 yılı gövde gösterisine dönüşse de, 6-7 Eylül olayları ertesi yılki kutlamaların dozunu düşürür.
Milliyetçilerden İslamcılara Ayasofya ve tarihi hesaplaşma
Daha önce de belirttiğim gibi, İstanbul’un Fethi ile Ayasofya tartışmaları iç içe geçmiş iki konudur. O nedenle Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilme isteği ile İstanbul’un fethi kutlamaları neredeyse birbirine yaşıttır. Osman Yüksel Serdengeçti’nin 1952 yılında Serdengeçti dergisinin 17. sayısında yayınladığı “Ayasofya” adlı şiiri bu konuda adeta bir İslamcı manifesto niteliğindedir. Böylece başlayan ve uzun yıllara yayılan bir tartışma söz konusudur.
Önce milliyetçi muhafazakârların, sonra da İslamcıların öncülüğünü üstlendiği Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi kampanyalarının iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi, İslamcıların laiklikle ve Cumhuriyet ideolojisiyle hesaplaşması ve ona meydan okumasıdır. İslamcılar, bir komplo teorisi olarak, Ayasofya’nın daha Lozan’dan başlayarak İngiliz ve Yunanlılara (dolayısıyla Hıristiyanlara) verilen gizli bir taviz ve sözle müzeye çevrildiğini düşünmekte, bunun da kararını veren Atatürk’ü açıkça suçlayamadıkları için dolaylı olarak eleştirmektedirler. İkincisi, Hıristiyanlığa karşı İslamiyet’in elde ettiği “en büyük galibiyet” olarak düşünülen İstanbul’un fethi sonrasında bir hak olarak camiye çevrilmiş bir eserin müzeye dönüştürülmüş olmasını, rekabet halindeki Hıristiyanlığın bir tuzağı olarak görmekte ve “Hıristiyan Batı’nın” asıl amacının günün birinde Ayasofya’yı kilise olarak açmak olduğunu düşünmekte ve tepki duymaktadırlar. (Radikal Hıristiyanların bir kısmının da Ayasofya’yı bir gün kilise olarak görme umutları ve fethi bir matem günü olarak anmalarını, hatta bu amaçla yapılan Ayasofya ziyaretlerinin yarattığı gerginlikleri hatırlamak gerekir.)
Milliyetçilerle İslamcılar arasında 1950’lerde paylaşılamayan fetih konusu İslamcıların “zaferi” ile sonuçlanır. Bu değişim 1960’lı yıllarda Millî Türk Talebe Birliği’nin milliyetçilerin hakimiyetinden İslamcıların hakimiyetine geçmesiyle kendini belirgin bir şekilde gösterir. Mesela şimdiki TBMM başkanını 1967’de Ayasofya’nın camiye çevrilmesi için yapılan gösterilerinin başında görmek şaşırtıcı değildir.
İstanbul’un fethinin kutlanması ve Ayasofya’nın ibadete açılması konusu 1960’lı ve 1970’li yıllarda hep sıcak tutulur. Millî Görüş’ün ideolojik dayanak ve ayinlerinden biri Fetih Töreni ve şenlikleridir. MNP, MSP ve Fazilet Partisi siyasî propagandasının başlıca temalarından biri olarak “Fetih Töreni”, “Fetih Şenlikleri”, “Fetih Yürüyüşü” gibi isimlerle mitingler düzenlenir. 1960’lar, 70’ler ve 80’lerdeki İslamcı dergilerin kapaklarında neredeyse her yıldönümünde İstanbul’un fethi hatırlatılır. 1994’te Erdoğan’ın Büyükşehir Belediye başkanı olmasıyla İstanbul’un Fatih’ten sonra adeta ikinci kez fethedildiği düşünülür. İslamcılar, fetih kutlamalarını ve Ayasofya’nın ibadete açılması gösterilerini ideolojik bir ayin olarak, kendi destekçilerini zinde tutmak için sürekli sıcak tutmaktadırlar.
Şimdi, anlaşılan o ki, geriye yıllardır hazırlığı yapılan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kalmıştır. Bu bir –başkanlık– seçim vaadi, gecikmiş bir intikamın alınması veya zafer olarak gündeme gelmesi yetiştiği dönemde edindiği başlıca misyonlardan biri olarak muhtemelen Erdoğan’ın en büyük isteklerinden biridir. Mümkünse Cuma gününe rastlayan bir “1 Haziran” günü büyük bir törenle Ayasofya’yı camiye çevrilmiş olarak ibadete açmak ve Cuma namazı kılmak için elinden geleni yapacaktır. Yetiştiği dönemin kendisine yüklediği bu misyonla tarihe geçeceğini düşünüyor olmalıdır. Bu yeni ve durdurulması çok zor bir çatışmanın da başlaması demektir.
İstanbul Roma’nın, Bizans’ın, Latinlerin, Osmanlıların başkenti ve Ayasofya Ortodoksların, Katoliklerin, Müslümanların ibadethane olarak yıllarca kullandığı eşsiz bir yapıdır. Yapıldığı andan itibaren efsane olmuş bir eserle karşı karşıyayız. İstanbul gibi bir dünya başkentinin en değerli yapılarından biri asırlardır ayakta ve ayakta olmasını da Mimar Sinan’a borçlu. O Mimar Sinan ki, rekabet ettiği tek ve başlıca yapı olan Ayasofya’yı önce tahkim edip ayakta kalmasını sağlıyor, sonra da onunla rekabete girişiyor. Süleymaniye ve Selimiye bu rekabetin eserleri.
Cumhuriyet ile beraber müzeye dönüştürülmesi Ayasofya’nın mimarî değeri kadar kültürel ve sanatsal değerinin de ortaya çıkarılmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla müzeye çevrilmesi, dünyaya malolmuş, dünya mirası listesine hiç tereddütsüz girmiş bu yapı hakkında verilebilecek en isabetli karardır.
Son olarak belirtmek gerekir ki, İstanbul ile ilgili bir kutlama yapılacaksa Mayıs ayı buna en uygun aydır, zira Konstantinos’un isteği ve iradesiyle kurulmuş olan bu şehrin büyük açılışı da, Fatih Sultan Mehmet tarafından fethi de Mayıs ayındadır. Gayrıciddi militarist mizansenler yerine, her sene Mayıs ayının son iki haftası dünyaya açık kültürel, bilimsel ve sanatsal bir İstanbul Şenliği/Festivali/Kongresi olarak kutlanabilir.