Atilla Aytemur
Başbakan Binali Yıldırım’ın imzasıyla geçenlerde Meclis’e verilen bir yasa tasarısı dikkat çekti. Kaldırılan “EMASYA Protokolü geri mi dönüyor?” sorularına yol açtı.
Oluşan kuşkular ve sorular haklı. Çünkü iktidara gelişinden bir süre sonra, içeride ve dışarıda meşruiyetini sağladığını düşünen Erdoğan ve AKP, Gül’ü de cumhurbaşkanı seçtirince, vesayet rejiminin kendisine batan çıkıntılarını törpülemeye başlayıp siyasetin alanını genişletme yönünde önemli adımlar atmıştı. Özellikle Kürt sorununda Kemalist zihniyet ve geleneksel devlet uygulamalarının dışına çıkıp kimliği tanıyıp sorunu “çoğulcu ve demokratik bakışla” çözme iradesi göstereceğini hissettirip herkeste reform beklentisi oluşturmuştu. Askerleri hedef alan Ergenekon ve Balyoz gibi davaların açılması, Emasya Protokolü’nun 2010 Şubat ayı başlarında kaldırılması ve başka birçok adımın atılması, o yönelimin sonucuydu.
“Millî orduya kumpas yapıldı”
Erdoğan ve AKP, ülke ve dünya kamuoyuna bunları fiyakalı bir şekilde “askerî vesayetin tasfiyesi” diye sundu. Karşılığında takdir topladı ve destek buldu. Şimdi ise tam tersini yaparak, o protokolü ve önemli maddelerini tahkim edilmiş olarak TBMM’den çıkarmanın peşinde.
Son yıllarda AKP’nin muktedirleşme süreci ve askerî vesayet güçleriyle ilişkilerini restore ederek “devletteki güven bunalımını” geride bırakma gayreti ibretle izleniyordu. Ergenekon davalarına “Millî orduya kumpas yapıldı” etiketinin yapıştırılmasıyla ilk işaret verilmişti ve bu tercihin arkası geldi.
AKP’nin bu noktaya gelişinin derin sebepleri var ve bunlar şüphesiz geniş bir tartışmanın konusu. Ama bu akımda devlete ve vesayet güçlerine doğru böyle bir değişimin gerçekleşmesine direnç gösterecek unsurların varlığı ve gücü konusundaki iyimser değerlendirmeleri şimdilik rafa kaldırmak gerekiyor. Ayrıca, şu olguların gelişmedeki rolünü belirtmeden geçmek olmaz: Gezi ve Artvin Cerattepe hareketleri, eski ortak Gülen ve cemaatiyle sürdürülen ölümüne kavga, güneyimizde yaşananların içeride yarattığı gerilim ve tıkanan Barış ve Çözüm Süreci. Özellikle 8 Haziran 2015’ten beri Kürt sorunu odaklı ve hayatımızı etkileyen çatışmalı ve kanlı süreç. Bazılarının her toplumsal tepkiden bir Gezi Direnişi çıkartma takıntısı gibi, herhalde iktidarda da bir saplantı halinde halk ayaklanması endişesi oluşmuş anlaşılan.
Olanlar oldu ve devletin genlerinde olan halkın önemli bölümünü iç tehdit unsuru olarak görme zihniyeti bu iktidara da sirayet etti ve fıtratında bu gelişmeye direnebilecek ideolojik ve ahlakî unsurların fazla bulunmadığı görüldü. Bu bağlamda, mağduriyetten muktedirliğe geçişin bu topraklara özgü hikâyesini AKP örneğinde görüyoruz. Öyle ki, biraz sesini yükselteni ve farklı olanı ötekileştirmesi, geniş vatandaş kesimlerini kendi iktidarına karşı iç tehdit unsuru olarak algılaması, muhaliflere devlet güçleri ve iktidar yanlısı medyanın anında bütün şiddetiyle çullanması, AKP’nin siyasal tornistanını ve Emasyatik çözüm arayışlarını daha anlaşılır kılıyor. Muhtemel bir halk tepkisine karşı, fiilî başkanlığın, çevre ve kişisel akıbetlerinin güvencesini demokrasiye ve adalete sarılmakta değil, belli ki buralarda görüyorlar.
Protokolün içeriği
Protokolün kendisine gelince, gizli ve yasası olmayan, iki önemli devlet kurumu arasında imzalanmış ve üzerinde durmayı hakeden önemli bir içeriğe ve Türkiye çapında örgütlenme ve geniş bir uygulama sahasına sahipti. Ortaya çıktığı koşulları ve yaklaşık yirmi yılı bulan uygulama hikâyesini ele almak, Türkiye’deki vesayet sistemini ve AKP’nin bu sistemle kurduğu inişli çıkışlı ilişkiyi incelemek de bize verimkâr bir zemin sunabilir. Erdoğan ve partisi vesayeti kontrol altına mı aldı, yoksa vesayetin elverişli parçası mı oldu, belki zamanla daha iyi anlaşılacak. Bu çerçevede yakın geçmişe kısaca göz atmamız uygun olabilir.
Hatırlanacağı gibi, Mart 1994 yerel seçimleri şaşırtıcı olmuş ve Erbakan’lı Refah Partisi’nin iktidara yaklaşması iyice duyulur hâle gelmişti. Aralık 1995’teki Genel Seçimlerde ise 158 milletvekiliyle birinci parti oldular. Onu iktidar koalisyonu içinde görmek Türkiye’nin geleneksel vesayet odaklarının kolay kabullenebileceği bir şey değildi. Epey zorlamayla Mesut Yılmaz’lı ANAP ile Tansu Çiller’li DYP’nin bir koalisyon hükümetinde buluşmasını sağladılar, ama devamı gelmedi. Güven oylaması iç tüzüğe uymayınca Anayasa Mahkemesi marifetiyle bu koalisyon çöküverdi. Erbakan’ın önerisiyle başbakanlığı sırayla ve eşit sürelerde yapma mutabakatıyla RefahYol koalisyon Hükümetinin yolu açılmıştı. Başbakanlığı önce Erbakan, ardından Çiller yapacaktı.
Vesayet odakları için en istenmeyen durum doğmuştu. Devletin düşük yoğunluklu ve bol faili meçhullü savaş yürüttüğü Kürt isyancılar yetmezmiş gibi, bunlara bir de toplum içinde epey geniş bir tabana sahip olan, Atatürk Cumhuriyeti ve değerleriyle tarihen problemli siyasal İslamcılar hem koalisyon hükümetine girmiş hem de başbakanlığı almışlardı. Cephe genişlemiş, risk artmış ve katlanılması zor bir durum doğmuştu.
Asker hareketleniyordu. Muhtelif rütbeliler orada burada olay ve açıklamaların, bazen hakaretin veya tehditin aktörü oluyorlardı. Erbakan kimi zaman görmezden gelerek kendi tabanını tatmin edecek bazı adımlar atmayı sürdürmek istiyordu. Vesayet güçleri ise daha fazla tahammül gösteremedi. Dönemin ifadesiyle, “Erbakan’ın koalisyon uçağı havada ikmal yapıp kumandayı Çiller’e devretmeden”, 28 Şubat 1997 MGK bildirisini takip eden aylarda, Cumhurbaşkanı Demirel’in de müstesna katkısı ve koordinasyonuyla hükümet düşürüldü. Darbenin postmoderni böyle gerçekleşti. Hükümeti devralmak için aportta bekleyenler ise aldıkları icazetle vesayetin rotasında yürümeye çoktan hazırlanmışlardı. EMASYA Protokolü işte böyle bir dönemde Genelkurmay ile İçişleri Bakanlığı arasında imzalanıp hemen yürürlüğe sokuldu. Hedefinde iç tehdit unsuru olarak gördüğü demokrasi güçleri, Kürtler ve siyasal İslamcılar vardı. MGK kararları bu duruma işaret ediyordu.
TSK geleneksel zihniyetinin öngördüğü şartlar oluşunca, İç Güvenlik Doktrini’ni değiştirme ihtiyacı hissetmiş ve nüfusun çok büyük bölümünü iç tehdit olarak değerlendiren bir yönelime girmişti. Diğer vesayet kurum ve aygıtlarının yanı sıra, 81 vilayette ve hemen bütün alanlarda örgütlenme ve uygulama imkânı veren EMASYA bu amaçla devreye girmişti. İç tehdidin bertaraf edilmesi artık askerin koordinasyonu ve kumandası altında olacaktı. OHAL böylelikle olağanlaşıyor ve yaygınlaşma imkânı buluyordu.
EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolü, vesayeti pekiştiren, sivil siyaseti daraltan ve baskı altına alan, yasası olmayıp da yasalar üstünde bir organizasyon ve uygulama gücüne sahip militarist yapılanmayı hedefliyordu. Askerin serdiği halıdan yürüyerek başbakanlık koltuğuna oturan Mesut Yılmaz döneminde, 7 Temmuz 1997’de 27 maddelik bu gizli protokol imzalandı. Protokol, gerekli görülen durumlarda, iç asayiş olayları ve güvenlik durumlarında askerin nasıl devreye gireceğini düzenliyordu. 5442 sayılı İller İdaresi Kanunu ile Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu da hemen akabinde buna uyarlandı. İllerdeki Alay Komutanlıkları’nda bulunan garnizonlar birer EMASYA merkezi oldu. Artık ipler askerdeydi ve bütün istihbarat oraya akıyordu.
Kürt illeri Cumhuriyet’in kuruluşundan beri zaten farklı bir rejim görmemişlerdi. Oraya uyarlanması zor olmadı. Batı illerinde de yeterince işledi. Andıçlar birbirini izledi. İnanç ve etnik kimliğine göre vatandaşı ve siyasal pozisyonlarına göre de muhtelif sivil örgütleri fişlemek rutin işleri oldu. Militarizmin postmodern yılları böyle yaşandı.
‘Korku dağları sarmış’
On üç yıl uygulanan protokolü 2010 Şubat’ında övünerek kaldıran AKP, şimdi tam tersini yapıyor. Kendi vatandaşlarını iç tehdit olarak gören zihniyeti bu kez daha da güçlendirerek, 7 Haziran 2016’da TBMM’ye “Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” olarak getirdi.
Halbuki bir zamanlar AKP’yi devirmek için “Balyoz Eylem Planı” hazırladığı ileri sürülen askerlerin EMASYA’yı model aldıkları basında yer almıştı. O dönemde Erdoğan’ın “Bu bir protokoldur, yasa değildir, kesinlikle kaldıracağız” diyerek “vesayete ve militarizme karşı bayraktarlık” yaptığı günler hatırlardadır. Mağdurluktan muktedirliğe terfi edenlerin, nüfusun en az yüzde 50’sini potansiyel tehdit olarak görmeye başlaması ve tahkim edilmiş EMASYA’lardan medet umması gerçekten ibret verici.
Bu durumda, demokrasi ve insan hakları değerlerine sadık parti ve milletvekilleriyle toplumsal muhalefet bu tasarının yasalaşmasını engelleyemezse, şimdiye kadar olanların kat be kat fazlasıyla yüzyüze gelinmesi kaçınılmaz olacak. Askerî ve sivil personeli operasyonlarda işleyecekleri suçlar nedeniyle dokunulmazlık zırhına kavuşturmayı hesaplayanlar, şimdiden başta HDP milletvekilleri olmaz üzere muhaliflerin dokunulmazlıklarını kaldırdı. Medya ve düşünce özgürlüğünü kuşatıp gazeteciliği yapılamaz hale getirdiler. İktidarın tahakkümü yüzünden hakimlere ve mahkemelere güven sıfırlandı. Vatandaşın her türlü tepkisi devletin kolluk kuvvetleri ve iktidar güdümlü sokak güçleriyle bastırılmak isteniyor. Bırakalım konutlara ve iş yerlerine mahkeme kararı olmadan girilmesini, kapitalizmin “kutsal” mülkiyet hakkı bile risk altında.
Mağdur muktedir olunca, vesayet rejimiyle helalleşmesi de meğer böyle oluyormuş. İyi de, ne kadar erken ‘korku dağları sarmış’!