İrvin Cemil Schick
Sevgili ülkemizde “isimlendirme fetişizmi” diyebileceğimiz bir hastalık var. Birçoğumuz sanıyor ki, bir şeyin adı değişince doğası da değişir. Örneğin birkaç yıl önce bir mecliste Amerikalı bir arkadaşa Türkiye’nin yakın siyasi geçmişini anlatmaya çalışıyorduk. Söz döne dolaşa 12 Eylül 1980 darbesine geldi. Tam olayı açıklamaya çalışıyorduk ki, misafirlerden kelli felli mühendislik eğitimli Türk bir bey “Ben ona darbe demiyorum” dedi.
Küçük dilimi yutacaktım. Yani askerler idareyi ele almış, hükümeti devirmiş, anayasayı askıya almış, siyasî partileri ve bütün dernek ve örgütleri kapatmış, sıkıyönetim ilan etmiş, binlerce insanı ve bu arada bütün siyasî liderleri hapse atmış… ve bu darbe değil, öyle mi? Her neyse, gözlerimi kan bürüdü, tartışmanın ondan sonraki kısmı pek hoş geçmedi, ama konumuz o değil. Adamın sözleri ilginçti. “12 Eylül darbe değildir, çünkü a, b, c” diye bir argüman sunsaydı tamam derdim, gelin tartışalım. Ama söylediği bu değildi. “Ben darbe demiyorum” buyurdu hazret. Sen ister darbe de, ister deme, bana ne? Bu ne değiştirir?
“Soykırım” kelimesi de benzer bir gariplik arz ediyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti, uzun yıllar 1915’te hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sonra savaş hali nedeniyle 300.000 kişinin öldüğü kabul edildi. Sonra gıdım gıdım ölü sayısı arttı, bir sürü başka ifşaatta bulunuldu. Gelip dayanılan yer, yani günümüzün “kırmızı çizgi”si, “soykırım” kelimesi oldu. Sözün kısası evet, Doğu Anadolu’daki tarihi Ermeni varlığı yok edildi, topraklarına mallarına el kondu, yüz binlerce insan telef oldu, ama “Biz buna soykırım demiyoruz.”
Bu durumda her sene milletçe kriz geçiriyoruz. “Amerikalılar ‘soykırım’ diyecek mi?” “Fransızlar ‘soykırım’ diyecek mi?” “Almanlar ‘soykırım’ diyecek mi?” Ve giderek daha da iğrençleşiyor her şey. Almanya’da “Evet, bu soykırımdır” anlamına gelen yasayı destekleyen Türk kökenli milletvekillerinin kanı sorgulanıyor Cumhurbaşkanı tarafından. Ne değişti bu arada? Hiç! Sadece adı kondu. Bazı insanlar “Biz buna soykırım diyoruz” dedi. Krizin çıkma sebebi bu.
Şimdi, Fransa’nın, Almanya’nın, Amerika’nın, bilmem hangi ülkenin parlamentosunun şu veya bu ülkede olup bitenler hakkında yasa koymasını ben tamamen anlamsız bir küstahlık olarak nitelendiriyorum. Bu ülkelerin hiçbirinin elleri temiz değil; ama TBMM onlar hakkında yasa koymuyor, çünkü bu TBMM’nin haddi değil. Cezayir’de olup bitenin bir soykırım olduğuyla bizzat Fransa’nın yüzleşmesi lazım. Türkiye’ninbu konuda tavır koymasının hiçbir anlamı yok.
Ama mesele o değil, mesele Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlâ, yüz bir yıl sonra, “Biz buna soykırım demiyoruz” saçmalığında ısrar etmesi. Bunun birçok nedeni var: milliyetçilik de var, “Ya tazminat vermeye mahkûm olursak?” korkusu da var, hattâ “Ya toprak talebinde bulunurlarsa?” paniği var. Bizsebepleri bırakıp şu soykırım kelimesi üzerinde duralım biraz.
Soykırım nedir? Bu kavramı tanımlamak bize mi kalmış? Hayır arkadaşlar, bize kalmamış, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin 31 Temmuz 1950’de imzalayıp taraf olduğu Soykırım Antlaşması bu işi zaten yapmış. Tanımı önce asıl metindeki gibi İngilizce olarak vereyim, sonra da kendi çevirimi. Soykırım Antlaşması’nın 2. maddesine göre soykırım şöyle tanımlanıyor:
…any of the following acts committed with intent to destroy, in whole or in part, a national, ethnical, racial or religious group, as such:
(a) Killing members of the group;
(b) Causing serious bodily or mental harm to members of the group;
(c) Deliberately inflicting on the group conditions of life calculated to bring about its physical destruction in whole or in part;
(d) Imposing measures intended to prevent births within the group;
(e) Forcibly transferring children of the group to another group.
Bu sözleri şöyle çevirdim:
…millet, etnisite, ırk yahut din [esasına göre tanımlanmış] bir grubu, grup olarak, topyekûn yahut kısmen imha etmeye yönelik aşağıdaki eylemlerden herhangi biri:
(a) Grup üyelerini öldürmek;
(b) Grup üyelerine ciddi bedensel veya ruhsal zarar vermek;
(c) Kasıtlı olarak gruba, topyekûn veya kısmen maddî varlığını imha edeceği hesaplanmış olan hayat şartları dayatmak;
(d) Grup üyelerinin çocuk doğurmasını önleyecek önlemler almak;
(e) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba geçirmek.
Bu tanıma bakıldığında, hem 1915’te işlenenlerin soykırım olduğu görüşünü desteklediği, hem de soykırım olmadığına dair iddiaları çürüttüğü anlaşılır. Biraz ayrıntıya inelim.
Soykırım modelini Nazi Almanyası’nın Yahudiler’e yaptığı olarak anlamak isteyenler, şöyle mantık yürütürler:
(1) “Naziler’in Yahudiler’i imha politikasının ırkçı bir felsefî temeli vardı; Osmanlılar’da ise böyle bir ırkçı temel yoktu.” Bu doğrudur. Ancak yukarıdaki tanımda görüldüğü gibi, ırkçı felsefî bir temel olup olmaması, soykırım tanımında herhangi bir rol oynamamaktadır.
(2) “Naziler buldukları bütün Yahudiler’i öldürmeye teşebbüs ettiler, işgal ettikleri topraklardaki Yahudiler’i de hedef aldılar; oysa Osmanlılar stratejik bölgeler dışındaki Ermeniler’i imha etmeye çalışmadılar, örneğin İstanbul ve diğer Batı şehirlerindeki Ermeniler kıyıma uğramadı.” Bu da doğrudur. Ama bir kere daha, grubun bütün üyelerini öldürmeye azmetmek gibi bir şart yukarıdaki tanımda yoktur.
Dolayısıyla bu iki sav da olayın soykırım olmadığına delalet etmemektedir.
Söz konusu olayların soykırım olmadığına dair öne sürülen başka bir sav da kasıt konusuyla ilgilidir:
(3) “Osmanlı liderleri soykırım gayesi gütmemiştir, yani burada soykırım için tanım icabı gerekli olan kasıt bulunmamaktadır.” Bu iddia en azından sorgulanabilir,zira döneme ait olan bazı yazışma ve demeçlerden pek âlâ kasıt olduğu anlaşılmaktadır. Ama bunu bir kenara bırakalım. Diyelim ki elinize bıçak aldınız, birinin kalbine sapladınız, sonra da “Öldürmek niyetiyle yapmadım, hakim bey” dediniz. Sizce beraat etme ihtimaliniz ne kadardır?
Yukarıdaki tanımın (c) bendine bakılırsa, günümüzde kullanılan “tehcir” hüsn-i tabirinin aslında soykırımla eş anlamlı olduğu anlaşılır. Çünkü yüz binlerce insanı köylerinden, kasabalarından, şehirlerinden çıkartır, yollara düşürürseniz, dağ bayır yürütür, çöllere sürerseniz; bu arada sağlık hizmetleri, beslenme, eşkiyadan korunma gibi ihtiyaçlarını karşılamazsanız ve o insanların birçoğu neticede yolda telef olursa… Bu, değerli arkadaşlar, soykırımdır. “Niyetimiz vallahi de billahi de onları öldürmek değildi” demek, birini kalbinden bıçaklayıp “Öldürmeye niyetim yoktu” demek kadar anlamsızdır.
Soykırım Antlaşması’nın (c) bendine bir daha bakalım: “Kasıtlı olarak gruba, topyekûn veya kısmen maddî varlığını imha edeceği hesaplanmış olan hayat şartları dayatmak.” Tehcir, bu tanımı aynen karşılamaktadır. Kadın erkek, çocuk ihtiyar demeden yüz binlerce insana yüzlerce kilometre yürütmek, hastalıktan kırılmalarına, aç kalmalarına, haydutların saldırılarına maruz kalmalarına göz yummak, maddî varlıklarını imha edecek olan hayat şartları dayatmak demektir. O halde bu soykırımdır.
Bir başka iddia da olanların “savaş durumu” içinde cereyan eden bir (İlber Ortaylı’nın deyimiyle) “mukatele” olarak nitelendirilmesi gerektiğidir:
(4) “Birinci Dünya Savaşı patlamıştı, Osmanlı İmparatorluğu hayat memat mücadelesi veriyordu, Ermeniler düşmanlarla işbirliği yaptı ama savaşı kaybetti; kendi düşen ağlamaz.” Yok arkadaşlar, buna kimseyi inandıramazsınız. Çünkü katliamı 24 Nisan 1915 tarihinde İstanbullu Ermeni aydınlarının tevkifatıyla başlatmak aslında keyfî bir karardır, 1880’li ve 1890’lı yıllardan beri Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Ermeniler’e karşı katliamlar cereyan ediyordu. Adana katliamı 1909’da vukubulmuştur örneğin, henüz Birinci Dünya Savaşı çıkmadan beş yıl önce. Yani 1915 olayın zirveye ulaşmasıdır sadece.
(5) “Savaş hali vardı, herkes birbirini öldürdü, Ermeniler de çekti, biz de çektik.” Doğrudur. Ama bu, devletin yüz binlerce insanı yerlerinden yurtlarından ederek ölüme mahkûm ettiği gerçeğini değiştirmez.
(6) “Onlar da bizi kesti.” Doğrudur. Ama bir devletin yaptıklarıyla şu veya bu komite veya çetenin yaptıkları aynı kefeye konamaz. Nasıl ki “İsrail Gazze’de katliam yaptı ama Hamas da birçok İsrailli öldürdü” argümanı hiçbir değer taşımazsa. Eğer çetelerin yaptıklarını devletlerin de yapmasını kabul edersek, bir devletle bir çete arasında ne fark kalır? Devletler için çıta her zaman daha yüksek tutulmalıdır. Kaldı ki, insanlığa karşı işlenen suçların başlıca özelliği, hiçbir mazeret kabul edilmemesidir. Yani Rwanda’da olsun, Bosna’da olsun, yahut Anadolu’da olsun, “Kitlesel katliam yaptık çünkü…” gibi bir cümle kurulamaz, zira soykırım gibi insanlığa karşı işlenen suçların “çünkü”sü olamaz.
Soykırım Antlaşması’nın tanımında bazı başka ilginç noktalar var. Örneğin (e) bendine göre “Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba geçirmek” de soykırım sayılıyor. Elbette bütün Ermeni çocuklarının ailelerinden alındığını kimse iddia edemez. Öte yandan bugün Anadolulu ailelerin ne kadar büyük bir kesiminde “Ermeni nine”ler bulunduğu göz önünde bulundurulduğunda, hayatlarını kurtarmak ve korumaya almak gayesiyle de olsa, Müslüman ailelerin Ermeni çocuklarını (özellikle de kız çocuklarını) alıp Müslüman-Türk olarak yetiştirmesinin de soykırımın bir boyutu olduğu unutulmamalı.
Sonuç olarak Ermeniler’in soykırıma uğrayıp uğramadığının cevabı çok basit. Anadolu’da bir zamanlar zengin, hareketli, nitelikli bir Ermeni varlığı vardı. Bugün Kayseri’ye, Erzurum’a, Van’a gittiğinizde “Ermeni mahallesi”, “Ermeni evi”, “Ermeni kilisesinden bozma cami” gibi izlerle sürekli karşılaşırsınız. Bunlar vardır ama Ermeni yoktur oralarda. Ne oldu o Ermeniler? Soykırım Antlaşması’nın tanımında “grubu, bir grup olarak” (group, as such) imha etmekten söz edilir. Yani o grubu oluşturan insanların her birinin teker teker öldürülmesi gerekmez, o grubun bir grup olarak varlığını sürdürmemesi söz konusudur. “Anadolu Ermenileri” dediğimiz grup artık yoktur. Ölenlerin miktarı toplamın %10’u da olsa, %100’ü de olsa, grup bir grup olarak yok olmuştur. Beyrut’ta, Marsilya’da, Los Angeles’te sağ Ermeniler olabilir, ama onlar kendi topraklarından kopartılmış, bir grup olarak yaşamak imkânı ellerinden alınmıştır. Bunun adı soykırımdır.
Şimdi, bazıları diyebilir ki,
(7) “Bu olayların adı ne olursa olsun, onları Osmanlı Devleti işlemiştir, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlamaz.”Bu sava iki şekilde cevap vermek mümkündür, biri hukukî, diğeri mantıksal. İkincisiyle başlayalım. Sabah akşam, yatıp kalkıp Osmanlı geçmişiyle övünen bir milletin “O katliamı biz işlemedik, Osmanlılar işledi” diye sorumluluktan kaçmasına kargalar bile güler. İstanbul’un fethinin 563. yılını kutlayan bir Cumhurbaşkanı, Ermeni soykırımının 101. yılında “bizi ilgilendirmez” diyemez. Yahut der de, ciddiye alınmaz. Hatasıyla, savabıyla Osmanlı geçmişine sahip çıkılmalıdır. Yalnız Kanunî Sultan Süleyman değil, Deli İbrahim de var bu ülkenin tarihinde; yalnız İstanbul’un fethi değil, Viyana bozgunu da var; yalnız 1492’de İspanya Yahudileri’nin himaye edilmesi değil, 1915 Ermeni kıyımı da. Bunların sadece iyilerini, güzellerini seçip diğerlerini inkâr etmeyi ciddiye almak münkün değildir.
Gelelim olayın hukukî boyutuna. Türkiye Cumhuriyeti uzak bir gezegende yalnız başına kurulmadı, dünyanın, insanlık topluluğunun bir ferdi olarak buracıkta kuruldu. Bu nedenle de bazı çok da cazipolmayan yükümlülüklerin altına girmek zorunda kaldı. Örneğin Osmanlı borçlarının ödenmesi 1954’e kadar sürdü. Türkiye Cumhuriyeti, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lausanne Antlaşması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olarak tanındı. Kısacası bugün “Osmanlılar da kimmiş?” sorusunu sormak mümkün değildir. Osmanlı Devleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin selefidir ve bunun sorumluluğunu Türkiye Cumhuriyeti taşımayı kabul etmiştir.
Bir de şöyle denebilir:
(8) “Hukukta ‘makable şamil’ (geriye dönük) kanun kabul edilmez. Osmanlı Ermenileri’nin imha edildiği dönemde henüz ‘soykırım’ kavramı icad bile edilmemişti. O halde Osmanlılar soykırım işlemiş olmakla itham edilmemelidir.”Şimdi azıcık daha mantıklı bir tartışma düzeyine erişmiş olduk. Evet, böyle bir sav ileri sürülebilir. Nasıl “insan hakları” gibi bir kavramın var olmadığı bir dönemde, eski Yunan’da kölelik olduğu için “insan haklarını ihlal ettikleri” söylenemezse, “soykırım” diye bir kavramın var olmadığı bir dönemde soykırım işlenmiş olamayacağı tartışılabilir.
İnsanlık (tabii daha ziyade İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkmış olan Batı ülkeleri) bu konuda zımnen de olsa şöyle bir karar vermiştir. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar söz konusu olduğunda geriye dönük kanunlar işler. Buna itiraz edilebilir, ama itiraz etmenin getireceği sonuçları gözardı etmemelidir. Şöyle ki, eğer bu ilkeden feragat edilirse, gelecekte işlenen ve bugüne kadar hayal bile etmemiş olduğumuz korkunç suçlara karşı savunmasız kalacağız. Bunu göze almaya değer mi?
Örneğin Yugoslavya’nın dağılması sürecinde Sırp milliyetçileri Boşnak kadınları kamplara hapsedip sistematik tecavüze maruz bırakmış, hattâ kasıtlı olarak hamile bırakarak “damarlarında Sırp kanı akan” çocuklar doğurmaya zorlamıştı. O zamana kadar “bir savaş aracı olarak toplu tecavüz” diye bir suç tanımlanmamıştı. Savaştan sonraki duruşmalarda bu bir suç sayıldı ve birçok insan hüküm giydi. Bu yapılmamalıydı diyen kaç kişi çıkar acaba?
Aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığa karşı kan donduran suçlar işlemiş olan Naziler “emirlere itaat ettikleri” savunmasıyla beraatlerini talep etmişti. Nürnberg duruşmalarında insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda bunun kabul edilir bir savunma olmadığına karar verildi. Verilmese miydi? Bu caniler ellerini kollarını sallayarak çıksa mıydı mahkemelerden?
Doğrudur, 1915’te henüz “soykırım” kelimesi icad edilmemişti,o kelimenin karşılığı olan “genocide” kelimesinin Raphael Lemkin tarafından icadı 1944 yılındadır. Ama Lemkin bu kavramı bizatihi 1915 Ermeni katliamını örnek alarak üretmişti. Yani 1915 kıyımının soykırım olduğuna hiç şüphe yoktur, çünkü o kavram zaten 1915 kıyımını tavsif etmek için yaratılmıştır. Belki “Hukukî bir sorumluluğumuz yoktur” denebilir, ama “Ahlakî bir sorumluluğumuz yoktur” demenin hiçbir şekilde imkânı yoktur.
Peki, o halde “soykırım” sözcüğünden neden bucak bucak kaçılıyor? Biraz “tarihsel namus” kaygısı var tabii, ne de olsa atalarımız Zemzemle yıkanmıştır. Ama onun yanı sıra en önemli neden tazminat korkusudur. Ki bu aslında halledilmesi en kolay meseledir, çünkü ahlak ile para arasında bir seçim yapmayı gerektirmektedir ve umulur ki bu seçim Türkiye halkı için fazla zorluk çıkartmayacaktır.
Bugün Türkiye’de yaşayan her insan, ırgatından milyarderine kadar, kul hakkı yemektedir. Çünkü Türkiye’nin mal varlığının önemli bir kısmı sürülmüş yahut öldürülmüş olan Ermeniler’in mal varlığı üzerine bina edilmiştir. Adı emvâl-i metrûke (yani “terk edilmiş mallar”) olan, ama gerçekte asılsahipleri sürülerekgasp edilmiş, çalınmış olan bu mal varlığının eski sahiplerinin (yahut çocuklarının, torunlarının) tazmin edilmesi asgarî bir ahlak meselesi olduğu gibi, Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkmak istemeyen her Müslüman’ın ısrarla talep etmesi gereken bir husustur. Dünyanın en büyük 15–20 ekonomisinden birine sahip olan, hava alanları, köprüler, deniz altında tüneller inşa etmekten geri kalmayan Türkiye Cumhuriyeti, birkaç milyar dolar da olsa soykırım kurbanlarına tazminat ödemekten elbette aciz değildir.