Murat Belge
İşçi sınıfının kafası ve pazularının orantıları üstüne bu yazıyı 1977’de yazmıştım. Bu arada, bu yıllarda, yalnız işçi sınıfının değil, “gerçekte-varolan-sosyalizm”in de pazuları (KGB’si, Kızıl Ordu’su, nükleer stokları v.b.) kafasını (eleştirel düşünce, entelektüel zenginlik, v.b.) küçük bırakacak bir şekilde büyümekteydi. Bu sistem 1989’da içe doğru patladı (“explode” değil, “implode” kavramına uygun olarak).
1977’de yazdığım bu yazıda değindiğim ama yeterince vurgulamadığım olgu, Marx’ın saptaması. “Marx her zaman, bilimin işçi sınıfının bir parçası haline gelmesini vurguladı” demişim. Bu konuda en belirgin metin Hegel’in Hukuk Felsefesi üstüne yazdığı yazıdır. Bunun sonunda “Proletaryanın aşkınlığı (Aufhebung) olmadıkça felsefe kendini gerçekleştiremez ve felsefe kendini gerçekleştirmedikçe (Verwirklichung) proletarya kendini aşamaz” demiş, yazıyı bununla bitirmişti. (Deutsch-Fransözische Jahrbücher, 7–10 Şubat 1844.) “Hegelci terminoloji”, “genç Marx” v.b., ama demek istediği şey yeterince net ve son derece doğru.
1977’de bu yazıyı yazarken daha açık söylediğim konular, işçi sınıfını sırf pazu gücü olarak tutup gidişata kendileri karar veren parti aparatlarıydı. Onların ikiyüzlülüğünü sergilemeye öncelik vermiştim. Marx’ın metnini tabii o zaman da biliyordum ve işçi sınıfının onun “felsefe” diye genelleştirdiği düşünce dünyasıyla ilişkisinin pek parlak bir biçimde gelişmediğinin farkındaydım. Ama o yazıda olayın bu yanına pek fazla girmedim, belki de girmekten kaçındım.
Bu sorunun tek bir cevabı mı var? Yani “düşünce dünyasıyla ilişki” kurma imkânları işçi sınıfından esirgendi mi? Yoksa işçiler kendileri de oraya girmek konusunda istekli davranmadılar mı? Yoksa, proletarya olarak yaşamanın koşulları, sosyalist olduğunu ilân etmiş bir toplumda bile, işçilerin aynı zamanda entelektüel olmasını engelliyor muydu?
Gene o yıllarda farkına varmaya başladığım ama bu kısa yazıya almadığım bir konu, üretimin ve üretimde emeğin mahiyetinin değişme sürecinde görülen olgulardı. Klasik “ücretli işçi” sayıca azalıyordu, çünkü onun yaptığı türden iş toplumda azalıyordu. O işi yapan “robotlar” üretilmeye başlamıştı. “Hizmet” sektörü, “beyaz yakalılar”, “kol emeği” ile “kafa emeği”nin karşılıklı ilişkileri… Bunlar ufukta belirmiş ve gitgide büyüyen yeni konulardı. Sosyalizmin “emek” derken neyi kastettiğini yeniden (ve inceden inceye) düşünmesi gerekiyordu.
Bu yazıda değindiğim, ellerinde ingiliz anahtarı, makinalaşmış kollarını savuran işçiler, o tarihte varolan sorulara verilmiş yanlış cevaptı; o “yanlış” sonunda bir sistem çöktü. Ama sorun bugün de var. İşin tuhafı, yanlış da olsa, cevap yok, cevap arama çabası da yok.
Bu yazıyı yazmama yol açan somut olgu gördüğüm bazı resimler oldu. Geçtiğimiz yılın 1 Mayıs günü için hazırlanmış afişlerdi bunlar. Özellikle bir tanesi üstünde durmak istiyorum. Ancak, belirli üslup farklılıklarına karşın, bu resimde vurgulamak istediğim özellik çok daha genel bir anlayışın bir parçası. Bu nedenle, tek bir resim üstüne konuşurken aslında bütün bir akımı eleştirmeyi amaçlıyorum.
Konumuz resim, ama üzerinde duracağımız noktanın plastik sanatların teknik yanlarıyla bir ilgisi yok. Sözkonusu resmin kendisinin de doğrudan doğruya dq.vet ettiği ve benim sormak istediğim soru, resimde somutlaşan fikir ile ilgili.
Bu, devrimci resmin belirli bir anlayışının temelinde yatan, bütün bu resim tarzının estetik ilkelerini ister istemez belirleyen bir fikir. Fazlasıyla bir “fikir” olduğu için, sözünü edeceğim resmi kelimelerle yeniden üretmem de mümkün olabiliyor. Başka türlü bir anlayıştan kaynaklanan bir resim, figüratif de olsa, herhalde kelimelerle anlatılamazdı. Ama bu resimler anlatılabilir. Hiç değilse, bence temel olan özellikleri bu şekilde “resmedilebilir.”
Gördüğüm 1 Mayıs afişlerinden birinde, işçi resimleri var. Arka arkaya durmuş iki işçi… Birer ellerinde ingiliz anahtarı gibi aletler görülüyor. Öbür elleri, daha doğrusu kolları, afişin öteki ucuna doğru uzmış. “Mücadele” kavramını vurgulayacak gerekli ayrıntılar -kaslar, sıkılı yumruklar v.b.- konmuş. Bu işçi figürlerinin iki çarpıcı özelliği üstünde konuşmak istiyorum. Birincisi kolların “güçlü” kaslarının, özellikle ele doğru yaklaşırken, makinayı giderek andırması. İkincisi ise, işçi figürlerinin “kol”ları ile “kafa”ları arasındaki orantı -daha doğrusu orantısızlık- çünkü kollar ve özellikle pazular kafadan çok daha iri.
Bu resmetme biçimi, yalnız bir sanat anlayışnı değil, aynı zamanda bir “işçi sınıfı anlayışı”nı da getiriyor. Böyle olunca, ister istemez bir devrim anlayışını ve bir sosyalizm anlayışını da özetliyor. Yukarıda dediğim gibi, bütün bu “anlayış”lar tek bir resimde cisimleşmiyor. Pek çok “devrimci” resimde aynı özellikleri görebiliyoruz. Denilebilir ki; bu tür bir “pazuya kuvvet verme”, işçi sınıfının gücünü simgelemek içindir, olabilir ama, ne türden bir güçlülük bu? Gerçekten Marksist bir estetiğe dayanan bir stilizasyonda, işçinin kolunun kafasından daha iri yapılmasının mümkün olmayacağı kanısındayım. İri gövde ve küçük kafa, Marksizme göre, toplumu ve insanlığı ileriye götürecek yapının simgeleri, göstergeleri olamaz. Tam tersine. Eski çağın dinozor ve brontozorusları da çok iri gövdelere sahip’tiler ve şüphesiz fiziksel bakımdan çok güçlüydüler. Ama kafaları küçüktü. Bu nedenle bu yaratıklar hayatla başedemeyip yokoldular. İşçi sınıfı geleceği var edecek sınıfsa bu onun kolunun değil, kafasının büyüklüğündendir.
Anlattığım tarz bir resimde, çok belirgin bir yapı ortaya çıkıyor. Ancak bu yapının sadece bir kısmını resimde görüyoruz. Bu tür resmin bir anlamı varsa, bu anlam, yapının resimde görülmeyen kısmının zihinde inşası ve görülen kısmına eklenmesiyle gerçekten oluşur. Nedir bu görülmeyen?
Abartılmış bir işçi figürü sözkonusu. Kolları, dolayısıyla fiziksel gücü abartılmış. Buna karşılık kafası, yani entellektüel gücü çok zayıf. Öte yandan biz, bu şekilde resmettiğimiz işçilerin geleceğin toplumunu kurmalarını bekliyor, bunun böyle olacağını söylüyoruz. Ama bu entellektüel zayıflıkla, işçi sınıfı böyle bir misyonu nasıl başarıya ulaştırabilir, ulaştıramaz. İşte yapının resimde görülmeyen kısmı bu noktada tesbit edilebilir. Resimde görülen pazulu kola, resimde görülmeyen “kafa” hükmedecektir. Bu kafa o kolu yönlendirecek, ikisi birleştiğinde geleceğin toplumu kurulacaktır.
Görülenle görülmeyenin oluşturduğu bu bütünlüğün resmi yapının zihninde bilinçli bir tasarım olduğunu söylemek istemiyorum. Bütün ideolojik tasarımlar gibi bu da, kendi birliğinin ögelerini bilinç düzeyinde eksik yansıtıyor; ancak bilinçdışı düzeyde bütünlük tamamlanıyor. İdeolojiye bilimsel bir gözle baktığımız ölçüde, yani ideolojiyi bilimsel açıklamanın bir nesnesi yaptığımız ölçüde, ideolojinin kendi içinde gizli kalam da ortaya çıkarabiliriz. İdeolojinin, ürünü olduğu bütünlüğe göre eksik, görülmeyen yanı, aslında o bütünlüğün gerçek niteliğinin en sağlam göstergesidir. Şimdi sözkonusu resim örneğinden giderek, bunun nasıl bir bütünlük olduğunu araştıralım.
Resimde işçi sınıfının güçlü, yani devrimci yam olarak gösterilen özellikler, aslında kapitalizmin işçi sınıfına verdiği yüklemlerdir. İşçi sınıfının kendisini öncelikle kurtarması gereken şeyler de bunlardır. Kapitalizm işçiye makinanın bir uzantısı olarak bakarken, devrimcinin de işçinin kaslarını makina olarak görmesi, devrimcinin olaya aynı sorunsal içinde baktığının kanıtıdır. “Kafa/kol” orantıları da böyle. İşçiyi yalnız koldan ibaret bir yaratık haline sokmak eğilimi kapitalizmin eğilimidir. Kapitalist sistem karşısında işçiyi güçsüz, savunmasız bırakan da budur. Bunun için, “işçi sınıfına bilinç dışardan gelir” denmiştir. Ama bu sözün anlamı da bilincin sürekli olarak işçi sınıfının dışında kalması olmasa gerek. Bir kere olur bu; sonra işçi aldığı o bilinci kendi büyütür yani, kafası da Razuları kadar büyüdüğü zaman gerçekten işçi sınıfı olur. Geleceği inşa etme görevine adaylığını ilan eder.
İşçi sınıfı iktidarından sonraki üretim artışını ileri sürmek, bu pazuların bunu temsil ettiğini söylemek de mümkün belki. Ama sosyalist bir toplumda işçilerin bu tek-yanlı gelişmelerini tasavvur etmek bence daha da yanlış. Zaten sosyalizm kavramının kendisiyle çelişen bir şey bu. Sosyalizmde işçi, üretimi arttırmaya koşulan bir nesnel güç değildir. İşçiyi, pratikte kapitalist toplumun işçisinin işlevleri çerçevesinde tutmak, ama buna karşılık sözde ve teoride, kapitalist toplumda verilmek istenmeyen payelerle donatmak sosyalizm olamaz. Mülkiyeti kamulaştırmanın da kendi başına sosyalizm anlamına gelmeyeceği gibi.
Sosyalist sanatın, bugün varolmasa bile, gelecekte olacağını bildiğimiz olumlu gelişmeler boyutunu vermesi gerektiği söylenir. Tartışılması gerekli bir önerme, ama doğruluğunu varsayalım şimdi. Sözünü ettiğimiz örnekteki işçi bir anlamda, geleceği ile resmedilmiştir denilebilir. Ama bu geleceğin, “pazuların evrimi” olarak kavranması yanlış bir şey. Gelecekte evrilecekleri herhalde başka yerlerde aramalıyız.
Konu kaçınılmaz olarak, işçi sınıfının devrimciliğinin kökeni sorusuna geliyor. Tarihin belli bir döneminde, bu sınıfın sayıca çokluğu (daha çoğalacağı da bekleniyordu), kurulu düzeni değiştirecek fiziksel güç potansiyeline sahip bulunuşu, daha çok dikkat çekebilirdi. Çoğu devrimci teorisyen, güncel politik uğraş içinde, bu özellikleri abartabilirdi. Ama Marx her zaman, bilimin işçi sınıfının bir parçası haline gelmesini vurguladı. Tarihi dönüştürecek kaldıraç, ancak bu buluşmayla oluşturulabilirdi.
Aydınlar, bilime en kolay tasarruf edebilecek konumdadır. Ama bu bilimle dünyayı dönüştürecek konumda değildirler. Temel sınıftan kopuk oldukları sürece, bilimleri, varolan sistemin devamını ve onarımını sağlar. Aynı şekilde, bilimden kopuk kalan proletarya da sistemi yürüten fiziksel güç olmaktan öteye gidemez. Ama konumu gereği, bilime en açık olan sınıf da proletaryadır. Yaptığı işin niteliği gereği zihni açıktır. Örneğin bir köylünün bilinç kısıtlılığı işçi için sözkonusu değildir. Özet olarak aydının bilimini hem öğrenebilir, hem de gerçekleştirebilir. Kolay, kendiliğinden olacak bir şey değil bu, ama olabilecek bir şey. Ve olduğunda dünyayı değiştiren bir şey. Bilim, işçi sınıfının politik pratiği içinde somutlaşır ve dünyayı dönüştüren güç haline gelir.
Bu nedenle işçi sınıfının sanatsal resmedilişinde vurgulanan, fiziksel güçten çök zihni potansiyel olmalıdır. İşçinin kendisi makinalaştırılmamalı, belki makinaya hükmedişi. gösterilmelidir. Konuyu plastik sanatlardan öteki sanatlara yayarak genelleştirdiğimizde de ilkelerimiz bunlar olmalı.
Birikim, Sayı 26, Nisan 1977