Sinan Özbek
Felsefenin son yıllarda önüne koyduğu yeni sorgulama alanlarından biri ekoloji etiği ve felsefesidir. Son otuz yılda bu alanda yapılan çalışmalar, soruna cevap verecek bir doygunluk noktası yaratmadı, aksine tartışma zenginleşerek sürdü. Tartışmanın başlangıçtaki sınırları, değişik felsefî akımların katılımıyla genişledi. Bu dallanıp budaklanan tartışma, sorunun sınırlarının da okurun gözünde kaybolmasını getirdi. Oysa kapitalist sanayi üretiminin iyiden iyiye yerleşmesiyle can alıcı bir boyut kazanan ekoloji sorunu, tartışmanın yapılabilecekleri de hayata geçirmeyi zorlamasını gerektiriyor.
Ekoloji felsefesi, insanlığın toplu olarak yok olma tehlikesi karşısında, harekete geçmek gerektiğini söylüyor. Yok olma tehdidi, halkla, ulusla ya da bir sınıfla sınırlı olmadığından hiçbir felsefi akım kendini tartışmanın dışında tutamıyor. Bütün bunlara rağmen ben, ekoloji felsefesinin babası olan filozofa dönmek istiyorum.
Hans Jonas, ekoloji sorununa da cevap verebilecek yeni bir etik geliştirebilmek için eski etiğin bu soruna neden cevap veremediğini göstermek ister. Jonas’a göre eski etik dört temel noktada karakterize olmaktadır. Eski etiğin bu dört başlıkta toplanacak özellikleri, ekoloji sorununa cevap üretememenin de nedenidir. Jonas, eski etiğin karakterini şu dört noktada özetliyor:
1) İnsanın kendi dışındaki dünya ile ilişkisi, tıp bir kenara bırakılırsa, etik olarak tarafsızdır.
2) Etik olan anlam, doğrudan doğruya insandan insana ve sonuç olarak da insanın kendi kendisiyle olan ilişkisindedir. Dolayısıyla bütün geleneksel etikler, insan merkezcidir.
3) Etik düzlemindeki edim insan varlığı ve onun temel konumu olarak görüldü ama biçim değişikliği yaratan technenin nesnesi olarak görülmedi.
4) Etik, önüne amaç olarak koyduğu olgularda da zaman ve mekân açısından kısa süreli bir bakış açısıyla sınırlı kalmıştır.
Jonas’ın buradan hareketle geçmiş etiklere yaptığı eleştiriyi bir kenara bırakıyorum. Bu eleştirilerden çıkarak gelecek etiğe ilişkin söylediklerinden faydalanıp düşünceyi sürdürmek istiyorum. Etiğin kısa süreli olduğunu, geleceği dikkate almadığını söylemek bundan sonra dikkatin gelecek zamana da çevrilmesi gerektiğini söylemektir. Bu, pratik ve politik olarak gelecekte iyi’nin ne olacağı üzerinde odaklaşma anlamına gelir. Kuşkusuz gelecek zamanlardaki iyinin ne olduğunu noksansız saptamak kolay bir talep değildir. Gelecek konusundaki belirsizlik birçok mistik yönelimin kaynağını oluşturur. İşte bu zorluğa rağmen Jonas, gelecekteki iyinin açık ilkelerle kuramsal olarak saptanması isteğini felsefesine yerleştirir. Beklenilen bir kehanet değilse peki bu nasıl yapılacaktır? Jonas, teknoloji alanındaki gelişmelerin gelecek zamanlardaki etkilerini kendine çalışma alanı olarak seçmiş bir yeni bilimim gerekliliğini bize anlatmaktadır. Jonas bu yeni bilime bir de ad veriyor: Karşılaştırmalı Gelecekbilimi (vergleichende Futurologie).
Yine Jonas, insanların korkularının göz önünde tutulmasının ahlaki eylem için önemli olduğunu da ekliyor. Ancak burada bir sorun vardır. Yeni etik korkulacak olanı tespit etmek mümkün değilken bunu sağlamak zorundaymış gibi görünüyor. Bu ne demektir? Yeni etiğin; korkulması gerekeni tespit etmek, bulmak mümkün değilken, bunun dünde ve bugünde analogları yokken, korkulması gerekeni bulup ortaya çıkarmak zorunda olması demektir. “Bu durumda düşünülebilen malum, tecrübesi edilmiş malum’un rolünü üstlenmelidir”. Bu durumda sadece tasavvur edilebilen fena, kötü tecrübe edilmiş olan kötünün önüne geçecektir. Bu, tasavvur edebildiğimiz kötüyü dikkate alarak eylemlerimize bir ölçü vermemiz gerektiğini söylemektir. Söz konusu bu tasavvur da kuşkusuz kendiliğinden oluşmayacak, bilinçle oluşturacaktır. Bunun nasıl mümkün olacağı pek de tatmin edici bir teoriyle ne yazık ki örülmüş değil. Bu konuda yapılacak spekülasyonları da bir kenara bırakıyorum. Ama Jonas’ın bize sunduğu düşünme tutamaklarından hareketle yeni bir kavramı tartışmaya sokmak istiyorum: Gelişmekte olanın ekolojik avantajı.
Bu kavramla anlatmak istediğim Jonas’ın gelecekte ortaya çıkacak kötünün geçmişte ve günde analokları yokken bunu gelecek için bilinçle tasavvur etme isteğinin gelişmekte olan ülkeler için ne anlama geldiği. Gelişmekte olan ülkeler birçok kötünün analoğuna aslında sahipler. Bunun için sanayi kapitalisti ülkelere bakmayı becermeleri yeterli görülüyor. Bu doğanın katledilmesinden nükleer tehlikeye kadar geniş bir yelpazede bize analoklar sunuyor. Kısa vadede sermaye biriktirmekle güdülenmiş turizm isteğinin doğanın betonlaşmasıyla turistsiz mekânları geride bırakmasına tanık olduk. Ucuz enerji sloganıyla temelleri atılan nükleer santraların nasıl kendilerinden kurtulmanın artık mümkün olmadığı canavarlara dönüştüğünü sanayi kapitalisti ülkelerde gördük. Sanayi kapitalisti ülkelerin iyi gözlenmesi hiç şüphesiz korunması gerekenler hakkında fikir verebilir. Bu analoklara rağmen gelişmekte olanların aynı hatalı yoldan gitmekteki ısrarı kesinlikle anlaşılabilir değildir…
Hans Jonas, Das Prinzip Verantwortung, Insel Verlag, 1979.