Can Irmak Özinanır
Parçalanan Devrim Düşleri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Günlerinde Hüriyetten Şiddete
Bedros Der Mattosian
İletişim Yayınları, 2017
Tarihyazımında genellikle “II. Meşrutiyet’in ilanı” olarak anılan 1908 Devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan halklar için adeta bir bahardı. Sadece İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) öncülüğündeki Müslümanlar için değil, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Araplar, Süryaniler gibi pek çok halk için de 1908 bir özgürlük rüzgârının, dönemin diliyle Hürriyet’in habercisiydi.
- Abdülhamid’in padişahlığı döneminde 33 yıl süren istibdat, Hürriyet’in ilanı ile son bulmuş, kamusal alan daha önce hiç olmadığı ölçüde genişlemiş, birden pıtrak gibi çoğalan gazete ve dergilerin yanı sıra sokaklar ve eylem alanları kamusal tartışmanın mekânları hâline gelmişti. Özerlikten sosyalizme, kadın haklarından liberalizme pek çok fikir canlı bir şekilde tartışılıyordu.
Devrim, aynı zamanda modern bir ulus-devletin oluşumuna da işaret ediyordu. Bu, hem giderek tektipleşerek Türk ulusuna dönüşecek olan Osmanlı ulusunun, hem de imparatorluk içinde yaşayan diğer hakların uluslaşma sürecinin birbirleriyle rekabet eden hatta zaman zaman çatışan biçimde var olması anlamına geliyordu. Milliyetçilik akımının etkili olmaya başlaması ve Osmanlı içindeki halkların giderek ulusal bilinç edinmeleri 1908 ile başlamamıştı, ancak 1908’e halkların etkin katılımı ve doğan özgürlük havası ulusların inşasında niteliksel bir dönüşüm yaratmıştı. Dönemin kuşkusuz en etkili siyasî aktörü olan İTC’nin giderek belirginleşen merkeziyetçi ve milliyetçi politikası diğer halklar arasında devrim ile ortaya çıkan umudun hızla sönümlenmesine yol açtı. Süreç, Hıristiyanlar başta olmak üzere pek çok halkın Anadolu topraklarından sürülmesi, katledilmesi veya soykırıma maruz kalması ile son bulacaktı.
Halkların coşkusu
Bedross Der Matossian, Parçalanan Devrim Düşleri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Hürriyet’ten Şiddete başlıklı kitabında hürriyetin Osmanlı halkları açısından nasıl bir düş kırıklığı ile sonuçlandığını Ermeni, Yahudi ve Arap toplumlarını odağa alarak gözler önüne seriyor. Kitabın en kuvvetli yanı, devrimin Osmanlı’da yaşayan halklarda yarattığı coşkuyu, yaşanan canlı tartışmaları, devrim sürecini akıcı bir şekilde ortaya koyarken, bir yandan da yazarın seçtiği tanımla etnik grupların bu heyecanının nasıl yitip gittiğini gösterebiliyor olması.
1908 Devrimi’ni, Fransa 1789, Japonya 1868, Rusya 1905 ve İran 1905-1911 devrim dalgalarından etkilenen bir hareket olarak ele alan Der Matossian, dönemi tüm karmaşıklığı içinde anlamaktan yana bir tavır benimsiyor. Dönem hakkındaki akademik çalışmaların bir kısmının etnik milliyetçiliğin yükselişini öne çıkararak 1908’i nihayetinde geriletici bir faktör olarak ele aldığını belirten Der Matossian, diğer tarafa ise olumlu bir projenin başlangıç noktası olarak görüp romantikleştiren çalışmaları yerleştiriyor. Der Matossian’a göre bu iki yaklaşım da devrimin karmaşıklıklarını göstermekte yetersiz kalmaktadır. Yazar, devrimin aynı anda hem meşrutî ve parlamenter bir sistemi kurma hedefi bakımından olumlu bir tezahür, hem de etnik ve siyasî çatışmaların açığa çıktığı olumsuz bir olay olarak ele alınması gerektiğini savunuyor.
Der Matossian’a göre devrimci idealler ile devrim sonrası pratikler arasında ciddi bir kopukluk vardır: “Devrim hedeflerine ulaşılmasını imkânsızlaştıran faktör bu hedeflerin muğlaklığı ve çelişkileri kadar, gerek devrim liderlerinin gerek imparatorluktaki etnik grupların çoğunluğunun imparatorluğun yeni siyasî çerçevesi üzerinde bir uzlaşıya varmaktaki isteksizliği olmuştur.” Devrim süreci her ne kadar Fransız Devrimi’nin eşitlik, özgürlük, kardeşlik idealleri ile başlamışsa da, İTC öncülüğündeki Jön Türkler eşit bir yurttaşlık isteğini pratikte savunamamıştır. Türkler dışındaki etnik gruplar arasında milliyetçiliğin yükselişi ile de Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok uluslu ve eşit vatandaşlığa dayalı bir parlamenter sistem kurmak imkânsız hâle gelmiştir.
Yazar, çalışmasını temel olarak Ermeniler, Yahudiler ve Araplar arasındaki tartışmalar üzerine kurmuş ve geniş bir coğrafyada 1908 devriminden 1909’daki 31 Mart Olayı’na kadar yaşananların izini sürerken 19. yüzyılda kitaba konu olan halkların Osmanlı İmparatorluğu içindeki gelişimi üzerine bir giriş yapmış. Devrimden sonra Ermeni halkının karar mercii olarak öne çıkan ve Patrikhane’nin gücünü elinden alan Ermeni Millet Meclisi’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk sosyalist partisi olan Sosyal Demokrat Hınçakyan Partisi’nin, farklı Ermeni devrimci gruplarının birleşmesiyle kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (Taşnaksutyun) oluşumunu ve bu dönemde Ermeni örgütlerinin izlediği farklı stratejileri; Yahudiler arasında gelenekçi fikirlerlerle, Aydınlanma’dan etkilenen Haskala hareketi arasındaki gerilimi, Siyonist fikirlerin Yahudiler arasında etkiler uyandırmaya başlayışını; I. Meclis’te temsil şansı bulan Arap halkının, Meclis’in feshi ardından Mısır’da nasıl bir entelektüel ve siyasî ortam yarattığını, meşrutî bir rejim içinŞura-yı Osmani Cemiyeti’nin kuruluşunu, bu entelektüellerle Hamidiye rejimi ile ilişkili tüccar ve bürokratlar arasındaki çekişmeyi kitabın giriş bölümü özetliyor. Bu bölüm okunduğunda Osmanlı topraklarında bir tane ulus tasavvuru olmadığı, meşrutiyete dönük fikirler hepsinde yankı bulsa da bu fikirlerin aynı zamanda her bir halkın kendi içindeki güç ilişkileri ile şekillendiği anlaşılıyor.
Devrim kutlamalarında birlik ruhu ve paradoks
Osmanlı’da yaşayan halklar açısından 1908 Devrimi’nin nasıl bir coşku ve beklenti yarattığını, bu halklar açısından öne çıkan liderleri ve devrimin sembolik dilini “Devrim Coşkusu” başlıklı bölümde pek çok farklı örnekle ortaya koyan yazar devrimin ilk günlerindeki birlik havasını etnik gruplar açısından öne çıkan liderler ve devrim kutlamalarındaki ritüellerin analiziyle gösteriyor. Der Matossian’a göre devrim kutlamaları yeni kamusal alanın başlangıcına da işaret etmektedir, ancak bu kamusal alan her zaman şenliklerdeki türden bir işbirliğini yansıtmamış, etnik siyasî grupların millî bir siyasi kültür yaratmak için rekabet ettikleri bir çekişme alanı olarak şekillenmiştir.
Hürriyet’in ilânı sadece İstanbul’da değil, İzmir’den Kudüs’e, Van’dan Beyrut’a, Adana’dan Kudüs’e çok geniş bir coğrafyada kutlanmıştır. İTC’nin aktif rol üstlendiği kutlamalarda Fransız Devrimi’nin “liberté, égalite, fraternité” sloganı “hürriyet, uhuvvet, müsavat” şeklinde karşılığını bulmuş, yanına bir de “adalet” kelimesi eklenmiştir. Aynı sloganı Ermenice, Rumca, Ladino, Türkçe, Arapça gibi pek çok dilde görmek mümkündür. Devrimin kullandığı sembolik dil, farklı dinler, farklı diller kullansalar ve farklı milletlerden olsalar da bir araya getirmeyi amaçlıyordu. Müslüman, Hıristiyan ve Musevi din adamlarının biraradalığı hem sokaklarda, hem de dönemi resmeden kartpostallarda sıkça kullanılan temalardan biridir. Devrimde aktif bir rol oynayan askerler de bu semboller arasında geniş yer bulmuştur. Ayrıca, doğrudan Fransız Devrimi’nin lügatinden alınan “eski düzen”in (ancien régime) devlet adamları kötülenirken, Padişah’ın kendisi bir meşruiyet sembolü olarak sahiplenilmeye devam etmiştir. Der Matossian, iktidarların semboller ve ritüeller olmadan güç uygulamaya devam edemeyeceğini hatırlattıktan sonra, devrim sonrasında kamusal alanın birleşik ve kapsayıcı bir kimlik yaratmak üzere sembol ve ritüellerin üretimini devletin ve hükümdarın elinden aldıkları tespitini yapıyor. Der Matossian’a göre devrim kutlamaları sırasındaki ritüeller farklı etnik grupların dünya görüşünün oluşumunda önemli bir rol oynamıştır.
Devrim kutlamalarında yapılan konuşmalar da hem her bir etnik grubun kendisini inşa süreciyle devrim arasında özgün bir ilişki kurduğunu, hem de farklı etnik gruplar arasındaki ortaklık ruhunu göstermektedir. Kitapta aktarılan Adana Episkoposu Muşeğ Seropyan’ın kutlamalar esnasında yaptığı bir konuşma bu kutlamaların ruhunu yansıtır: “Ermeni ve Türk şehitlerin döktükleri kan ve ordunun desteği sayesinde, istibdadın son bulduğu ve adaletsizliğin bittiği bugün… artık, yeni bir kardeşlikle sağlıklı bir devlet yapısının etrafında toplanmış Osmanlılar olabiliriz. Hürriyet ve adalet sağlıklı bir bedenin çocukları, aynı zamanda rehberleridir. Onları koruyalım ve muhafaza edelim.”
Der Matossian, bir yandan Osmanlı milleti oluşturmaya dönük bir sembolizm ortaya çıkarken, etnik grupların rakip kamusallıklarının da kısmen bu kutlamalar sırasında oluşmasının 1908’in politikası açısından bir paradoks yarattığını savunuyor.
Gazeteler, sokaklar, meclis
1908’le farklı kamusallıkların ortaya çıkışı sokaklardan Meclis-i Mebusan’a kadar uzanan bir etki yaratmıştır. Bu kamusallığın vücut bulduğu yer sokaklar ve meclis ise, burayla etkileşim hâlinde ruhunu ona üfleyen mecra da kuşkusuz gazetelerdir. Gazeteler, hem rekabet hâlindeki politik güçlerin ve etnik grupların birbirleriyle, hem de bu öznelerin kendi içlerindeki çatışmalarının ve uzlaşmalarının önde gelen alanı olmuştur. Der Matossian da sokaklardan seçimlere, seçimlerden meclise ulaşan kamusal tartışmayı ve buna bağlı olarak etnik grupların şekillenişini tasvir ederken dönemin gazetelerine büyük bir önem veriyor.
Gazetelerin incelenmesi 1908’in Türkler için olduğu kadar Ermeni, Yahudi ve Arap halklarının kendi aralarında da güç ilişkilerinde radikal bir dönüşümün ortaya çıktığını gösteriyor. Gazeteler ve farklı alanlarda yürüyen tartışmalardaki ana temalar 1908’i ve takip eden süreçte etnik grupların kimliklerinin nasıl kurulduğunu anlamak açısından önemli veriler sunuyor. Belki en ilginci, bugün hâlen sürmekte olan bazı tartışmaların köklerine ilişkin ipuçları ortaya konuluyor oluşu.
Hürriyetin nasıl tanımlanması gerektiği, bu fikrin içinin doldurulması mücadelesi gazetelerdeki tartışmaların önde gelen temalarından birini oluşturuyor. Hürriyet’in tanımlanmasında en temel tartışmalardan biri eşit yurttaşlık fikri olarak görülüyor. Eşit yurttaşlık kendilerini “millet-i hâkime” olarak gören baskın grubun bazı üyeleri tarafından kuşkuyla karşılanıyordu. Bu grubun başta İTC olmak üzere üyeleri, Osmanlı yurttaşlığını daha önceki rejimler tarafından farklı etnik gruplara tanınan bazı ayrıcalıkların feshine indirgiyor, bu ayrıcalıklardan yararlanan etnik grup mensupları ise bu durumu meşrutiyet ilkelerine aykırı görüyordu. İTC’nin tavrı katı bir merkeziyet savunusunda ortaya çıkıyor, etnik gruplardan gelen adem-i merkeziyet ve özerklik talepleri kabul edilemez görülüyordu. Merkeziyetçilik ile adem-i merkeziyet arasındaki tartışmanın 1908 sonrası devletin politik sisteminin ne olacağı konusundaki tartışmanın kalbinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta kitaptaki tartışmalardan yola çıkarak bugün hâlen özerklik talebinin devlet tarafından kabul edilemez görülüşünün izi bu tartışmalara kadar sürülebilir. Bu tartışma bir yandan İTC liderleri ile Prens Sabahattin gibi liberaller arasında sürerken, bir yandan da etnik grupların hem kendi içlerinde hem de Türk partileri ile kurdukları ilişkilerde belirleyici olmuştur.
Prens Sabahattin tarafından formüle edilen adem-i merkeziyet formülü Ermeni politikacıların çoğu tarafından savunulmuştur, ancak adem-i merkeziyete karşı çıkan veya sadece Ermeni cemaati içinde uygulanmasını savunanlar da vardır. Yahudi toplumunda ise adem-i merkeziyet farklı şekillerde tartışılıyordu. Sefarad Yahudilerinin basını adem-i merkeziyet mesafeli yaklaşırken, Aşkenaz Yahudilerinin Siyonist fikirlerden etkilenen basını adem-i merkeziyet daha yakın bir tutum benimsemiştir. Ancak Filistin’deki Arap çoğunluk sebebiyle tam bir özerkliğin Siyonist davaya veya orada yaşayan Yahudilere zarar verebileceği de öne sürülen fikirler arasındadır.
Arap bölgelerinde de adem-i merkeziyet temel tartışmalardan biriydi. Tartışmalar, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı Nizamnamesi ile elde edilmiş ayrıcalıkların kaybedilip kaybedilmeyeceği üzerine yoğunlaşmıştır. Kimileri bu Nizamname’nin Lübnan’ı ayrıcalıklı kıldığını ve anayasanın bu bölgede geçerli olmadığını savunurken, Liberallerin başını çektiği bir grup da anayasanın uygulanması ve adem-i merkeziyetin benimsenmesini savunuyordu, aynı tavır Meclis’e vekil yollayıp yollamama konusunda da sürüyordu.
Seçimlerdeki müzakereler de genellikle adem-i merkeziyet konusunda sürdü. İdarî adem-i merkeziyet, etnik-dinî imtiyazlar, millî eğitim ve nispî temsil gibi fikirler etnik grupların programlarının en önemli maddelerini oluştururken, İTC katı merkeziyetçiliğiyle bu maddeleri sürekli olarak reddetti. Aynı zamanda seçimlerde devrimdeki rolünü ve nüfuzunu kullanarak adayların belirlenme sürecine her düzeyde dâhil oldu ve Şam vilayeti dışında ciddi bir dirençle karşılaşmadı. Seçim sonucunda İTC meclisin en etkili gücü olmuşsa da, Ermeni ve Rumlar başta olmak üzere baskın etnik grup olmayan halklar arasında ciddi bir huzursuzluk inşa etmiş oldu. Ayrıca her şeye rağmen farklı halklardan veya İTC’ye muhalif vekiller de meclise girmişti. Bu muhalefet İTC’nin sınırsız güç kullanımını engellemek için yoğun çaba sarf etti. Meclisteki tartışmalar kamusal alanda da yankı buldu. Artık politika sokaktan meclise kaymıştı, ama bu eskisi gibi kapalı kapılar ardında gerçekleşmiyordu. Ermeni vekillerin Doğu Vilayetleri’ndeki asayiş sorununun, yani Ermeni halkına yönelen saldırıların çözülmesi yönündeki çabalarına karşı koyan İTC, aynı zamanda toplanma hakkının kısıtlanması yönünde de çaba sarf etti. Arap vekiller Hicaz Demiryolu, Filistin’deki Yahudi yerleşimi gibi konular dışında fazla bir muhalefet göstermezken, Ermeni vekiller pek çok konuda önemli bir muhalefet sergiledi.
Der Matossian’ın kitabında parlamentodaki tartışmalar ve bu tartışmaların arka planı yine baskın gruptan olmayan etnik grupları merkeze alarak canlı bir şekilde aktarılıyor. Kitap, temelde bu tartışmaların her bir grubun kendi kimliğini kurmasındaki etkisine odaklanıyor.
Karşı-devrimi “fırsata çevirmek”
İTC’nin muhalifleriyle parlamentoda ve gazetelerde yürüttüğü tartışma bir süre sonra şiddet aracılığıyla sürmüş, İTC’ye muhalif gazetecilerin öldürülmesi huzursuzluğu yükseltmiştir. Bu sırada Volkan gazetesi etrafında doğan İslamcı muhalefet (İttihad-ı Muhammed) de İTC’yi sıkıştırmaya başlamıştır. Liberal Ahrar Fırkası ve çeşitli subaylarla da işbirliği yapan İttihad-ı Muhammed Cemiyeti 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) Birinci Ordu’yu harekete geçirerek, Sultan lehinde sloganlar atan ve şeriatın yeniden kabul edilmesini talep eden bir ayaklanmayı hayata geçirebilmiştir. İTC için büyük bir darbe olan 31 Mart ayaklanması Hürriyet’in kendisine karşı bir karşı-devrim girişimi olmuştur. Der Matossian’a göre bu karşı-devrim sadece İTC için değil diğer etnik gruplar için de bir darbeydi. Hareket Ordusu’nun içinde veya dışında baskın olmayan etnik grupların üyelerinin Anayasa’yı ve Hürriyet’i savunmak için neden bölükler oluşturduklarını ve karşı-devrime karşı savaştıklarını anlamak mümkündür.
İTC, Ermeni, Yahudi, Rum ve Arap pek çok unsurla yan yana gelerek 31 Mart’ı bastırmayı başardı. Ancak İTC, karşı-devrimin bastırılmasıyla beraber çok daha saldırganlaştı. 31 Mart’a karşı beraber hareket ettiği pek çok adem-i merkeziyet savunucusu artık İTC’nin gözünde “devlet düşmanı” idi. Aynı günlerde Ermeniler için çok zor günlerin başladığının habercisi büyük katliamlar gerçekleşti ve İTC liderleri bu katliamlarda aktif rol oynadı. İTC yetkilileri daha sonra bu sorumluların yargılanmasında isteksiz davrandı ve sorumlulara hafif cezalar verildi. Binlerce kişinin hayatını kaybettiği Adana Katliamları, Ermenilerle İTC arasındaki ilişkiyi koparmasa da çok ciddi şekilde zayıflattı.
31 Mart sonrası II. Abdülhamid tahttan düşerken İTC özgürlükleri bastırmak üzere geniş kapsamlı bir faaliyete girişmiş, devrimin ideallerini ve Anayasa’nın kendisini çiğnemiştir. Bu durum başta Ermeniler olmak üzere etnik gruplardan gelen eleştirilerin yükselmesine yol açmıştır. İTC, 31 Mart’ı kendisi için “bir fırsata çevirerek” iktidarını sağlamlaştırmış, Der Matossian’ın tabiriyle imparatorluktaki tüm gruplar ve milletler açısından devrim düşlerinin parçalanmasına yol açmıştır. Bundan sonrası etnik grupların bastırılması ve Ermeni Soykırımı ile doruk noktasına varan süreç olmuştur.
Der Matossian’ın kitabı farklı milliyetçiliklerin gelişimi ile devrimci düşler arasındaki açıyı ortaya koyarken, bugünün tartışmalarını, devrimcilik ile milliyetçilik arasındaki ilişkileri farklı bir gözle değerlendirmemizi sağlayacak genişlikte bir anlatı ortaya koyuyor. Ufak bir uyarı yapmazsam bu yazı eksik kalır. Okuyucu, kitapta baştan sona hissedilen “bu tarih başka türlü yaşanamazdı” hissinin bugünün devrim düşlerini parçalamasına izin vermeden, bu eseri başka bir dünyaya giden yola ilişkin bir uyarı olarak okuyabilmeli.