Ferda Keskin
Dr. Frederick Frankenstein: Şimdi, bana verdiğin o beyin var ya, Hans Delbruck’un beyni miydi?
Igor: Hayır.
Dr. Frederick Frankenstein: Ah! Çok güzel. Kimin beynini koyduğumu da söyler misin bir zahmet?
Igor: Söylersem kızmayacaksın ama.
Dr. Frederick Frankenstein: Kızmayacağım.
Igor: Abby, diye başlayan biri.
Dr. Frederick Frankenstein: Abby diye başlayan biri. Abby kim?
Igor: Abby… Normal.
Dr. Frederick Frankenstein: Abby Normal [abnormal] mı?
Igor: Neredeyse eminim, isim buydu.
Dr. Frederick Frankenstein: Ne yani, iki metre otuz santim boyunda, bir metre genişliğinde bir yarmanın içine anormal bir beyin yerleştirdiğimi mi söylüyorsun?
[Igor’u yakalar ve gırtlaklamaya başlar]
Genç Franskenstein filminden
“Anormal,” “patolojik,” “hastalıklı,” “sakat,” “sapık,” “sapkın,” hatta gündelik dilde “arıza,” “rahatsız,” gibi kelimelerden oluşan, rahatça genişletilebilecek ve kuşkusuz her dilde fazlasıyla karşılığı bulunabilecek bir söz dağarı insan davranışına dair geniş bir tahayyüle, yani davranışı kavramsallaştırmaya hizmet eden bir zihinsel ufka tekabül eder. İlginç olan ise, ister ahlakî, ister bilimsel, isterse de hukukî ve ne kadar geniş olursa olsun, bu tahayyülün kavramsallaştırmaya çalıştığı davranış biçiminin genellikle aynı kavram ile karşıtlık üzerinden düşünülmesidir: Normal.
Latince’de marangoz gibi zanaatkârların dik açıyı almak üzere kullandıkları gönye için kullanılan “norma” kelimesine kadar geri giden, Batı dillerine nispeten geç girmiş olan, insan davranışını nitelendirmek için kullanılması ise büsbütün yakın bir tarihe – aslında moderniteye – denk düşen bu kavramın toplumda da dik açıları tarif ve tesis etmek ve yamuk gideni gönyeye almak için kullanıldığını söylemek herhalde yanlış olmaz.
Devlet adamının görevi
Sosyolojinin kurucu metinlerinden biri olan Sosyolojik Yöntemin Kuralları başlıklı kitabında Durkheim, müspet ve nesnel bir bilim olarak tasarladığı sosyolojinin, olanı açıklama ve olacağı önceden söyleme dışında bir işlev taşımadığı ve dolayısıyla olması gerekene dair bir şey söylemediği için yaşama pratik hiç bir katkısı olmadığı eleştirisine cevap verirken, derhal ve behemehâl normal kavramına başvurur. Aslında Durkheim’a göre sosyoloji, toplumda normal ile patolojik, yani hastalıklı olgular (kendi verdiği örnekle, suç) ile sağlıklı olgular arasındaki ayrımı nesnel ve ampirik terimlerle yapabildiği için pratik hayata çok önemli bir katkıda bulunacaktır. Zaten sosyolojik yöntemin temel kurallarından biri tam da bu ayrım için tasarlanmıştır. Söz konusu katkının pratikte nasıl tebarüz ettiği ise ilgili bölümün son paragrafında gayet sarih bir dille açıklanır: Durkheim için devlet adamının görevi artık kitleleri belli idealler adına gaza getirip ileriye doğru şiddetle harekete geçirmek değil, aynen bir hekim gibi davranmaktır, yani hastalığın ortaya çıkmasını engellemek üzere gerekli hijyen ortamını sağlamak ve hastalık yine de patlarsa tedavi etmek için kolları sıvamak.
Durkheim’ın on dokuzuncu yüzyıl fizik ve tıp bilimlerinden derin bir şekilde etkilendiği gayet iyi bilinir. Dolayısıyla, aynı tıbbî metaforu sonuna kadar götürmekte sakınca yok. Tıp, patolojik olduğunu düşünüp de tedavi edemediği ne varsa son çare olarak ameliyatla kesip alır (hatta bildiğimiz kadarıyla tedavi kaynaklı gelirlerin düşük olduğu ekonomik kriz dönemlerinde hasta açısından masraflı ama hekim açısından kazançlı bir çözüm olan ameliyata başvurmak için bu kadar bile beklemez). O halde toplumda patolojik olup da tedavi edilemeyen için uygulanacak “nihaî” çözüm de aynı mı olmalıdır?
Bu soruya verilen pozitivist cevabın olumlu olduğunu teyit etmek için tarihe bakmak yeterli elbette. Patolojik olan bir fikrin, eğer fikir tedavi edilemiyorsa onu taşıyan beynin ve dolayısıyla bedenin, gerekiyorsa o bedenin ait olduğu insan kategorisinin ve en uç noktada tüm bir ırkın ameliyatla toplumsal bünyeden kesip alınması modernitenin yaşadığı en ağır travma olarak çoktan kayda geçti. Bunun için Nazi Almanya’sında Yahudilerin patolojik bir ırk olduğunu bilimsel olarak ispat etmeye çalışan yayınlara bakmak herhalde yeterli olur.
Ama benzeri bir örneği Sovyetler Birliği bağlamında vermek de kuşkusuz faydalı olacaktır: Brejnev döneminin önde gelen psikiyatristlerinden Snezhnevsky’nin ürettiği “yavaş ilerleyen şizofreni” kavramından hareketle politik muhalefetin bir tür şizofreni sendromu, yani patoloji olarak tanımlanmış olması bir vaka olsa da, nedense çok fazla bilinmez. Dolayısıyla, muhalefet illetinden mustarip olanların, yani patoloji teriminin tanımı itibariyle muhalefetin “acısını çeken” ve yardıma muhtaç olanların kapatılması veya tedavisi için bir dizi pahalı kurum, koskoca bir bilimsel söylem ve hatırı sayılır bir uzman kadrosunun Sovyetler Birliği’nde insanlığa on yıllar boyunca verdiği hizmetin kıymeti pek de bilinmemiştir! Türkiye’de ise Süleyman Demirel’in “sapık ideolojileri” düzenli olarak şikâyet eden ve Durkheim’ı örnek alan, daha sonra Kenan Evren tarafından devralınan devlet adamı tavrı kuşkusuz 12 Eylül darbesini gören kuşak tarafından gayet iyi hatırlanmaktadır.
Gerçekliği yönetmek
Ama önce Tanrı’nın ölümü, ardından ahlakın sükûtu ile malul olan ve hakikate ulaşmak için akıl ile bilimden başka yolu kalmayan aydınlanmış Batı medeniyetinin toplumu kapitalizmin veya devlet kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun olarak zapt-ı rapt altına almak için yaptığı normal/anormal-patolojik-hastalıklı ayrımı ile burada temellenen “normalleştirme” stratejilerinin kendiliğinden kabul görmediğini hatırlamak gerek. Tıp ve psikiyatriden cinselliğe, kriminoloji ve pedagojiden hukuka, felsefeden sanatlara kadar normali tanımladığı iddia edilen “norm”un gerçekliğe içkin bir kategori değil, gerçekliği bilinçte temsil etmek ve yönetmek üzere üretilmiş bir söylemin icadı olduğunu görmek için artık ideolojik pozisyonlardan fedakârlık etmek gerekmiyor.
Bu gözlemin ise iki düzeyde işlerlik kazandığı malum: Birincisi, insan davranışını bir öznel deneyim olarak kuran ve öznel deneyimin kendisi içinde normal/patolojik ayrımını kuran faaliyete karşı geliştirilen teorik bir direniş; ikincisi ise bugüne kadar hiçbir normalleştirme toplumunun “normalleşmiş” bir toplum kuramamış olmasını sağlayan spontane-pratik bir direniş.
Aslında her iki direniş biçimi de uzun zamandır kendi mecralarında devam ediyor. Sadece felsefe ve sosyal bilimlerde değil, yaşam bilimleri, tıp ve psikiyatride de patolojinin nasıl kurulduğuna dair biriken külliyat, insana dair bilgi alanlarının iktidar pratikleriyle iç içe geçiş biçimlerine dair tarihsel/analitik çalışma ve antipsikiyatri akımı gibi örnekler, çok farklı mecralardan geliyor ve çok farklı ön kabullerden hareket ediyor olsalar da, bu direnişin kalıcı unsurları haline geldi. Öte yandan, tıbbın moleküler düzeye inmesiyle birlikte insan bedenine yapılan müdahalenin alabildiğine genişlemesi, bu düzeyde elde edilen “veriler” yoluyla belirlenen sağlık politikalarının artık insanı “sade vatandaş” olmaktan çıkarıp “biyo-vatandaş” olarak tanımlaması ve bunun neoliberal yönetimselliğin ekonomi politiğinde oynadığı rol giderek daha belirginleşiyor.
Mevcut stratejik ihtiyaç ise hapishaneden okula, ordudan sağlık hizmetlerine kadar bir dizi kurum ve pratikte uygulanan normalleştirme teknolojilerine karşı toplumsal düzeyde ve çoğu zaman spontane olarak ortaya çıkan direnme pratikleri ile yukarıda sözü edilen çalışmaların buluşmasını sağlayacak düşünsel ve örgütsel zemini bulabilmek olmalı. Zira bu zemin aynı zamanda makro düzeydeki siyasî analiz ve strateji ile iktidarın gündelik hayata müdahalesini ifşa eden mikro analiz ve stratejileri birleştirme vaadini de taşıyor.