Ebra Usta
Modern devlet, bireyi var olan sisteminin devamının bir parçası ve hatta mümkünse devamlılığını sağlayan, stratejisine katkı sağlayan bir araç olarak görmek ister. Dolayısıyla, bunun sağlanması için de bireyin “sürekliliği” sağlamasını engelleyebilecek noktalarını -düşünce, ideoloji, hareket, içgüdü gibi- kontrol altına almayı varoluşunun doğal bir süreci olarak bir görev gibi görür. Bunun için her zaman doğrudan eylemleri değil, tehlike oluşturabilecek potansiyel gördüğü her şeyi çeşitli şekillerde engellemeye çalışır.
Özellikle 1970’lerde, şarkıların yasaklanmasının arka planına baktığımızda devletin bu “potansiyelden” çekindiğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle arabeskin yasaklanmasının ardında müzik de “makbul vatandaşın” bir parçası olarak görülmüş ve “Arap ezgileri taşıyan” bir müziğin bu makbul vatandaşın bir parçası olamayacağına karar verilmişti. Bu “gecekondu” müziği, yeni makbul beyaz Türk için yeterince “elit” görülmemişti. Bunun yanı sıra, bu müziğin içinde barındırdığı “isyan” da var olan iktidar için yeterli boyutta bir tehdit olarak algılanmıştı. Bu sebeple arabesk, 12 Eylül darbesinden sonra her ne kadar icra açısından daha rahat bir ortam bulduysa da, sözlerindeki isyankâr tavrı önemli ölçüde kaybetmiş ve içeriğini düzene isyandan ziyade, terkeden sevgiliye isyana yönelmiştir. “Başkaldıran” müzik değişmiş, hatta ANAP seçim propagandasında bile kullanılabilecek hâle gelmiştir. Sonuç olarak, arabesk, politik olarak işçi ve gecekondu kesiminin bir anlamda başkaldırma pratiği iken, iktidarla “barışınca” isyankârlıktan iktidarın bir parçası olmaya doğru evrilmişti.
Arabesk, yasaklandığı dönemde, duruşu itibariyle politik olarak devletin zaten karşısındaydı. “Yoz müzik” olması ve “isyan etmesi” bunun için yeterliydi. Fakat devletin yasak politikasından nasibini alan tek grup arabesk icracıları değildi.
Arkadaşım eşek
Barış Manço, Türkiye’nin politik olarak en keskin uçlarının oluştuğu dönemlerde bile politik bir figür olmayı reddetmiş, hatta açıkça bir ideolojiye ait olmadığını belirtmişti. Hatta bir konserinde “Hey Koca Topçu” adlı parçayı bozkurt işareti yaparak isteyen sağcı bir grubu sol yumruğunu göstererek protesto ettiği de bilinir. Bunun yanı sıra Manço, Türkiye toplumu gibi farklılığı günlük hayatında çok da benimsemeyi tercih etmeyen bir toplum tarafından “değişik” giyim tarzına, uzun saçlarına, taktığı bir sürü kocaman yüzüğe, kısacası fazlasıyla “farklı” görüntüsüne rağmen hayli sevilmişti. Öte yandan, birçok şarkısıyla kardeşliği, dostluğu, paylaşmayı öğütlemiş, “Adam Olacak Çocuk” gibi bir program yaparak çocukları “adam” etmeyi kendi görevlerinden biri olarak görmüş, hatta bu programla çocuklara ıspanak yemeyi, arabanın arka koltuğunda oturmayı ve diş fırçalamayı sevdirmeye çalışmış, aile yaşantısıyla dahi “örnek” teşkil etmeye çalışmış, ismiyle müsemma bir ilişki politikası benimsemeye gayret etmiş ve oluşturulmak istenen “ideal” vatandaş tipine gerek televizyon programları gerek şarkılarıyla uygun bir kişilik sergilemiştir. Buna rağmen sansüre uğramaktan kurtulamamıştır.
“Lambaya Püf De” şarkısı önce erotik bulunduğu için yasaklanmış, sonra da bir iddiaya göre Barış Manço’nun şarkının enstrümantal versiyonu ile tekrar talepte bulunmasına rağmen tekrar reddedilmiştir. “Arkadaşım Eşek” şarkısı “İnsanın arkadaşı eşek olamaz, kuzu daha uygun bir hayvan” şeklinde bir uyarıya maruz kalmış, “Ölüm Allah’ın Emri” şarkısının pop müzikte zurna kullanılamaz bahanesi ile, “Bir Bahar Akşamı” şarkısının ise yoz bulunup “Bir pop şarkıcısı Türk Sanat Müziği okuyamaz” gerekçesi ile yasaklanmıştır.
Modern devletin cinselliği kontrol etmek ile yakından ilgilendiğini biliyoruz. Gelişen eğitim sistemi, iş-üretim süreci ve modernitenin getirdiği “makbul insan” sürecinin sağlıklı işleyebilmesi için cinsellik devlet tarafından kontrol edilmesi gereken tehlikeli, hayvanî bir içgüdü olarak görülür. Cinselliğin kontrol edilmemesi durumu ise “ilerleme” ve “üretimde” ciddi aksamalara sebebiyet verebilir. Bu noktada devlet yasaklamayı norm koyma vazifesi ile üstlenir. Yani yasaklamak, normlaşarak topluma yayılır ve artık yasaklanan kelimeler ve şeyler sakıncalı hale gelir.
Türk halk müziğinde fazlasıyla sıradan kelimelerin arkasına erotik anlamlar yüklendiğine şahit olduğumuza göre, Lambaya Püf De’nin sözlerinden çok da erotik anlamlar çıkarmamak mümkündür. Fakat burada bambaşka bir hikâye olduğuna dair bir rivayet de var. Hulusi Tunca, Barış Manço: Uzun Saçlı Dev Adam (Epsilon, 2005) kitabında Lambaya Püf De’nin hikâyesini şöyle anlatır:
IV Murat zamanında içki ve tütüne konulan yasak, tam anlamıyla uygulanmaz ve birçok evde içki alemlerine gizli gizli devam edilir. Kolluk kuvvetlerinin evlere yaptığı baskın duyulur. Bir evde sarhoşun biri, içkinin verdiği rahatlıkla “Lambayı söndürün” anlamında “Lambaya püf de” der. Fakat arkadaşı, aldığı alkolün etkisiyle “Püf” diyemez, “Oh” der. Bir diğeri onu ikaz eder: “Oh deme püf deee”. Bu sırada lamba söndürülür. Fakat perde açıktır. Bir başkası evde bulunan kızlardan birine perdeyi çekmesini söyler. “Perdeyi çek kııız” emrine uyan kız, perdeyi fazla çeker ve hemen uyarılır: “Açma da ört kııız!” Derken kolluk kuvvetleri eve baskın yapar. Önce “Kol basıyor” derler, sonra da “Kol sarıyooor.”
“Hayvanî” içgüdüler
Bu hikâye ne kadar doğru, bilemiyorum. Barış Manço’nun şarkıya tarzıyla erotik bir anlam verdiğine ise sanıyorum şarkıyı dinleyen herkes ikna olur. Fakat ne olursa olsun, Türkçe’nin “sıradan” sözcüklere erotik anlam verebildiğini birçok tabirden ve şarkıdan anlamak mümkün. Bu “gizleme” de bizzat yasakların bir sonucudur.
Cinselliğin bu denli sıkı denetiminin, konuşulmasının ayıplanmasının ve hayatın bir parçası olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılmasının da modern bir şey olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, Lambaya Püf De ve birçok şarkıda o “tehlikeli” mesajın verilmesi doğurabileceği ihtimallerle tıpkı arabeskteki “isyan” potansiyeli gibi modern devlet açısından zararlı sonuçlar ortaya çıkarabilir. O kadar ki, bu sonuçlardan korunma kaygısı Yıldız Kenter’in bir filminde bir sahnenin tecavüze uğrayan bir kadını canlandırmasının “devlet sanatçısı tecavüze uğrayamaz” açıklamasıyla reddedilmesine kadar gitmiş; tecavüzü bile şiddet olarak değil de cinsel bir aşağılama olarak değerlendiren, “devlete” bir saldırıyla özdeşleştiren bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu kontrol mekanizmasının sadece cinselliğe değil, “modern” bireyin oluşumunu engelleyecek, “hayvanî” tüm tavır ve içgüdüler için geçerli olduğunu da söylemek gerekir. İktidar tarafından ideal yemek yeme, konuşma, giyinme ve davranma biçimleri belirlenir, bunun dışında kalan neredeyse her şey medeniyete uymayan şeyler olarak topluma kodlanır. Oluşturulan medeniyet ise, kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi normların halk tarafından tekrar ve yeniden üretilmesini, var olan statükonun devamını sağlar.