Ümit Aktaş
Batı’da, Batı’nın kendi geleneği içerisinde ortaya çıkan sekülerizm ya da laikliğe karşı İslam dünyasında laikliğin resmî bir yönetim biçimi olarak benimsendiği yegâne ülke olan Türkiye’de laiklik, birçok konuda da olduğu gibi, devletin kendi (batılılaşmacı) stratejisi doğrultusunda karar verdiği ve şekillendirdiği bir uygulama biçimidir. Ancak yeni devletin resmî ideolojisi olan Kemalizm, laik yönetimlerde olmayan bir biçimde, dinî işlere ait yönetimi de elinden bırakmayarak Türk tipi laikliğin, “biz bize benzeriz”in farklı bir örneğini vermiştir.
“Kendimize benzemek” ile ilgili bu iddia, elbette ki boş ve kof bir iddiadır. Çünkü birçok konuda başka toplumları aptalca taklit eden bir ülkenin, bazı kritik mevzularda bu iddiayı ortaya atması, aslında düpedüz devletin ceberutluğu sonucu ortaya koyduğu dayatmacı zihniyetin üstünü örtmekten başka bir şey değildir. O da halka olan daimi güvensizliğinden, daha doğrusu bir devlet olarak kendine güvensizliğinden ve ipleri elinden kaçırmama kaygısından kaynaklanır. Çünkü bu topraklarda devlet olmak halka değil de iç ve dış güç odaklarına dayanmayı esas aldığından, biraz da ip cambazı olmaya benzemektedir.
Dolayısıyla Türkiye’de devletin en korktuğu unsur halktır ve işte o yüzden mümkün tüm siyasal aktörler ve etkenler ısrarla devletleştirilmeye çalışılır. Diyanet mevzuu da bunlardan biridir. Öyle ya, madem laiksin, çek elini dinden, diyanetten, bırak insanlar dinlerini nasıl yaşarlarsa yaşasın, sana ne! Ama kazın ayağı öyle değildir. Çünkü devlet açısından, bu “cahil” halk her konuda eğitilmeli ve yönetilmelidir. Yönetmek ne kelime, güdülmelidir. Hatta onlara nasıl inanacakları bile öğretilmelidir, aydınlatılmalıdırlar. Din yoluyla etraflarına öylesine kalın çizgiler çekilmeli ve duvarlar örülmelidir ki, kıpırdayamasınlar, uslu çocuklar, muti vatandaşlar olsunlar.
“Dinî işler”
İslam’ın özgün geleneğinde bu tip kurumlar yoktur. Dinin öğrenimi kadar uygulaması da halkın kendi gayretleriyle yürütülür; yürütülebilecek bir yalınlıktadır çünkü. “Dinî işler” diye bir şey olmadığı gibi, hele bunun para ile ifası başlı başına bir sorundur. Kadılık ve imamlık gibi kurumlar bile ancak Abbasiler döneminde, yani oldukça geç tarihlerde oluşmuştur. O da yine bir tür devlet yapılanması ve kaygısı nedeniyle. Ama bunlar da bizdeki Diyanet kurumuna benzer nitelikte değildir.
Bu tip bir kurumu şekillendiren, Osmanlı Devleti ve onun özellikle dinin yönetiminde dayandığı Bizantinist gelenektir. Çünkü dinin yönetimi toplumun yönetiminin, toplumu belli bir ideolojiyle devlete bağımlı kılmanın vazgeçilemez esaslarındandır. Günümüzde de, laik devletin farklı iktidarlarının yönetiminde okunan Cuma hutbelerinin ideolojik niteliği, Diyanet’in bu işlevini açığa vurmaktadır. Sözgelimi 1925 yılında Şapka Kanunu çıkarıldığında, devlete bu konuda itaatin Allah’a itaatle eş anlamlı ölçüde kutsal bir amel olduğu belirtilmektedir.
Oysa İslam’da ruhbanlık kurumu olmadığı gibi, dinin uygulaması da her Müslümanın rahatlıkla ifa edebileceği basitliktedir. Müslüman toplumlar bunu devlete muhtaç kalmaksızın yüzlerce yıl sürdürmüşlerdir. Devletten bağımsızlık dinî bilinci daha yüksek ve arı kıldığı gibi, farklı uygulamaların özerkleşmesini de sağlamıştır. Aksi ise, baskıcı bir tektipleşmeye ve Müslümanların bizzat kendilerinin yapmaları gereken birçok görevin devlete bırakılmasına yol açmıştır. Mesela yoksulların gözetimi, toplumun dinî açıdan eğitimi, iyiliğe çağırma ve kötülüklerle mücadele gibi.
Ayrımcılık ve haksızlık
Cumhuriyet’le birlikte, daha garip bir tenakuz uygulamaya konulmuş; bir yandan devlet laikleşirken, öte yandan dinin yönetimi elden bırakılmadığı gibi, daha da sıkılaştırılmıştır. Üstelik bu yönetim, kendisini belli bir dine ve mezhebe (Sünni, Hanefi) hasrederek, apaçık ayrımcılık ve bu ayrımcılıktan kaynaklanan bir haksızlık da yapılmıştır. Çünkü Diyanet’in amacı topluma dinî hizmet vermekse, bu hizmet toplumun sadece belli kesimine hasredilmemelidir. Buradaki temel kaygı hizmetten ziyade, toplumun belli bir kesiminden (Sünni ve Hanefi kesiminden) duyulan korkudur. Amaç bu kesime hizmet etmekten çok, bu kesimin denetimini elde tutmaktır, çünkü Türkiye siyaseti daha çok bu kesimin tercihleriyle biçimlenmektedir.
Böylece kendisini tuhaf bir biçimde İslam dışı olan iki geleneğe, Bizantinist ve laik geleneklere dayandıran devlet, Diyanet aracılığıyla Hanefi toplumu, aslında bu mezhebin kurucusu olan Ebu Hanife’nin de karşı çıktığı bir yöntemle, yani devletleştirilmiş bir din mantığı ile yönetmektedir. Oysa din temelde bireyseldir ve kişinin kendi özgür seçimleri ve bizzat ifa edeceği ibadetlerden oluşur. Üstelik bu konuda en hassas olan mezheplerden biridir Hanefilik.
Laiklik açısından olduğu kadar Müslümanlık açısından da doğru olan, insanların dinlerini kendi bildikleri ve organize oldukları gibi yaşamalarıdır. Zaten bu konuda Diyanet’in topluma olumlu anlamda kazandırdığı bir şey yoktur. Beri yandan, Türkiye’nin bu en cesametli kurumu, gerek camilerden, gerekse hac ve kurban gibi organizasyonlardan ciddi kazanımlar elde etmektedir. Oysa üzerinde bir söz hakkının bile bulunmadığı camilerin inşasını da halkın kendisi yapmaktadır.
Dolayısıyla hem kuramsal dayanaklar hem de pratik yararlılık açılarından, dinî işlerin yürütülmesi için Diyanet gibi bir kuruma ve bu kurumun gözetim ve denetimine gerek yoktur. Dinin öğrenimi ve uygulaması, halkın kendi organizasyonlarıyla sürdürülebilir. Bu esasa daha uygun olduğu gibi, sivil toplumun etkinleştirilmesi açısından da daha doğrudur. Şüphesiz bazı sorunlar çıkabilecektir, ama şu anda Diyanet teşkilatının kendisi de başlı başına bir sorundur ve toplumsal alanda sorunlardan hali değildir.
Başıboşluk endişesi
Diyanet teşkilatının kaldırılmasına karşı koyanların ileri sürdüğü en güçlü gerekçe, ortaya bir başıboşluk çıkması endişesidir. Ama bu, devlete geri adım attırma çabalarının tümünde sarılınan ilk gerekçe ve savunma biçimidir. Çıkabilecek sorunların çözümü için devlet, daha uygun ve objektif denetleme kurullarını oluşturabilir elbette ve oluşturmalıdır da.
Beri yandan DİB’in bu görevini bihakkın icra ettiğini kim söyleyebilir ki? Mesela tekke ve zaviyeler resmen yasak olmasına rağmen, oldukça rahat bir biçimde varlıklarını ve faaliyetlerini sürdürmekte ve üstelik bunun için desteklenmektedir. Üstelik de bu yapıların birçoğu halka din adına hurafeler ve batıl inanışları öğrettikleri halde. Diyanet teşkilatının esasında bu tip faaliyetleri de denetlemesi ve topluma doğru olan dinî inanışları öğretmesi gerektiği halde, yalan yanlış birçok inanış rahatlıkla topluma vaz edilmekte ve toplum din adına birçok açılardan sömürülmektedir. Toplumsal sömürünün en kolay olduğu alan din alanıdır. İnsanlar kurban, zekât, hac, sadaka gibi dinî ibadetler kadar, iktisadî, kültürel ve siyasî alanlarda da din adına kolayca sömürülebilmektedir. Bunu engelleyen hiçbir kurum ve engel gözükmemektedir ortalıkta.
Bu açılardan en uygunu, Diyanet teşkilatının kaldırılması ya da tüm dinleri ve mezhepleri hakkaniyetli olarak temsil edecek bir biçimde özerkleştirilmesidir. Çünkü Diyanet teşkilatı, temsil ettiğini iddia ettiği dine aykırı olarak, adaletli bir biçimde davranmamakta, toplumun tümüne hizmet götürmemektedir. Ne gayrimüslimler ne de Aleviler (hatta Şafiler) Diyanet tarafından temsil edilmekte ve Diyanet’in hizmetlerinden ve ayrıcalıklarından yararlanmaktadır.
Diyanet camiasında kadınlar sadece çalışan olarak değil, hizmet alırken de ikinci sınıf bir statüye tâbi tutulmaktadır. Kadınlar camilere ya sokulmamakta ya da camilerin en ücra yerleri onlara tahsis edilmektedir. Alt katları ticarî amaçlarla yapılan camilerde üst katlara genellikle merdivenlerle çıkılmakta ama bunun için de özürlüler ve yaşlılar dikkate alınmamaktadır. Çocuklar çoğu kez camilerden kovalanmaktadır. Oysa geleneksel işlevinde camiler birçok toplumsal faaliyetin icra edilebildiği mekânlardır.
Camiler ve toplumsal faaliyetler
Devletin yapımına çok da katkıda bulunmadığı camiler, neredeyse birer devlet dairesi gibi sadece mesai saatlerinde (namaz kılma saatleri) açık olan ve sadece namaz kılınan birer büro gibi işlev görmektedir. İmamlar, örneklendiği papazlık kurumunun aksine, çokça kullanılan bir tabirle bir “namaz kıldırma memuru” olmaktan öte bir şey yapmamaktadır. Oysa kilise toplumsal konularda aktif ve sorumludur. Mesela bir sivil toplum kuruluşu camilerde toplantı ya da etkinlik yapmaya kalksa kovalanmaktadır. Oysa bu camileri inşa edenler genellikle sivil toplum kuruluşlarıdır. Üstelik günümüzde gereksiz sayıda ve haddinden fazla ihtişamlı ve abartılı bir biçimde inşa edilen bu mekânlar, oldukça işlevsizdir. Halbuki camilerin birçok toplumsal faaliyetlere tahsisi mümkün ve bu, camilerin inşa amacına da uygundur. Yoksullara ve evsizlere yardım ve hatta onların barındırılması, mahalle halkının çeşitli toplantıları (düğün, istişare, dayanışma), kültürel etkinlikler, eğitim faaliyetleri gibi birçok toplumsal etkinlik rahatlıkla camilerde yapılabilir.
İbadet için bu kadar ihtişamlı camilere (upuzun minarelere, yüksek kubbelere) gerek yoktur. Bunların birçoğu maalesef dinin ruhuna da aykırı bir biçimde sırf gösteriş için ve belli bir mimarî kaygı taşımaksızın yapılmaktadır. Bunun da ötesinde, herkesin çalar saatinin olduğu günümüzde, özellikle sabah ezanları, çocuklar, yaşlılar veya hastalar düşünülmeksizin gereksiz bir şiddette okunmakta ve bu durum birçok şikâyete konu olduğu halde, birçoğu samimi olan bu şikâyetler dikkate alınmamaktadır. Oysa kelimenin tam anlamıyla iman etmiş kişiler, bu konuda hiçbir şikâyete mahal bırakmaksızın başkalarının haklarını da dikkate almakla yükümlüdür.
Sözüm ona toplumda adalet ve hakkaniyeti öğretecek merci olduğu halde Diyanet’e ait Diyanet Vakfı’nın çıkardığı ansiklopedide de, “Kürdilihicazkâr makamı” maddesi yer alırken, “Kürt” maddesi bulunmamaktadır. Diyanet teşkilatı tarafından yayınlanan aylık dergide ise, geçtiğimiz yılın Nisan ayında birlikte yaşama kültürü kapak konusu yapıldığı halde, ülkemizde yaşanılan Kürt sorununa tek kelime ile atıfta bulunulmamakta, Kürtlerle, Alevilerle ya da gayrimüslimlerle bir arada nasıl yaşayacağımıza dair söz edilmemektedir.
Bu konularda verilen misaller hep tarihsel misallerdir (Medine, Endülüs, Osmanlı gibi). İyi de, tarihte ortaya konulan bu güzel örneklerin bugüne nasıl taşınacağından söz edilemeyecekse, bunların hepsi tarihte kalan hikâyelerse, bunlardan olumlayarak bahsedilmesinin anlamı nedir ki? Bu tip bir anlatım, sonuçta dini tarihte yaşanıp geçmiş “esatirül evvelin (eskilerin hikâyeleri)” durumuna düşürmez mi?
“Bu ise tam da Diyanet teşkilatının karşı durması gereken bir şey değil mi?” diyecektim ki, birden duraksıyorum ve “Yoksa asıl yapılmak istenen bu mudur?” demekten kendimi alamıyorum.