Roni Margulies
Bernardine Kielty’nin The Fall of Constantinople (İstanbul’un Düşüşü) adlı kitabı 1957 yılında Random House yayınevinin ‘World Landmark Books’ dizisinden yayınlanır. “Öğretmenler için ideal araç kitaplar…” der Bulletin of the National Association of School Principals (Ulusal Okul Müdürleri Derneği Bülteni) dizi hakkında. Elementary English (Temel İngilizce) dergisinde, May Hill Arbuthnot bu yargıya katılır: “Eşsiz ölçüde iyi hazırlanmış bir dizi; günümüzün genç Amerikalılarının eğitimine ve esinlenmesine önemli bir katkı”.
The Fall of Constantinople iyi niyetli, kültürler arasındaki farklılıkların bilincinde olan ve duyarlı bir yazar tarafından kaleme alınmış bir çocuk kitabı; kolay okunan, akıcı bir dille yazılmış ve iyi resimlendirilmiş; üstelik heyecanlı ve sürükleyici bir öykü anlatıyor: İmparatorlar ve Padişahlar, Roma’nın ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun şaşaalı yaşamı, uzak ülkeler, Haçlı Seferleri, diplomatik manevralar, savaşa giden prensler – kitapta on beş yaşlarında bir gencin ilgisini çekebilecek her şey var. Kitabı 1950’lerin sonlarında ve 1960’larda eline alan akıllı ve meraklı “Genç Amerikalılar”ın ilgilenip heyecanlanacaklarını, etkileneceklerini tahmin etmek kolay.
Ve bu gençler, kitabın altmış sekizinci sayfasına geldiklerinde şu paragrafı okumuş olacaklardır:
“Haçlı Seferlerinden biri Küçük Asya’nın çoğunluğunu fethetti ve kutsal Kudüs şehrini ele geçirdi. Ama Haçlılar şehri tutamadılar. Avrupa’nın soğuk, ıslak havasında pişmiş, sertleşmiş olan bu çetin savaçıları Doğu’nun yumuşak yaşam koşulları kısa sürede güçten düşürdü. Esrarengiz peçeli kadınlar, baharatlı Suriye yemekleri ve ılık, baştan çıkartıcı hava koşulları hepsini gevşetti. Damarlarındaki tüm cengâverlik süzülüp gitti.”
Ne? Bir dakika, bir dakika! Bu da nereden çıktı! Kitabın ilk altmış yedi sayfasında hiç böylesi önyargıların ipuçları bile verilmediği için, yüzyılların beslediği bu beylik ve banal imgeler bana bugün ne kadar çarpıcı geliyorsa, genç okuyuculara kırk beş yıl önce aynı ölçüde doğal, olgusal ve ‘hakiki’ gelmiştir.
Sürekli ve aşırı sıcakların bir yandan abartılı şehvet, arzu ve cinselliğe yol açtığı, bir yandan da insanda tembellik, atalet ve teslimiyet yarattığı düşüncesi Kielty’nin kendi araştırma ve gözlemleri yoluyla ulaştığı bir sonuç değildi elbet. Batı’nın Cinsel Kıyısı adlı kitabında İrvin Cemil Schick bu düşüncenin izlerini geriye doğru sürer, Montesquieu’den geçer ve Küçük Asya hakkında “Böylesi koşullarda cesaret, dayanıklılık, çalışkanlık ve hareketlilik ortaya çıkamaz… haz her şeyin önünde gelir” diye yazan Hipokrat’a kadar uzanır. “Haz” derken Hipokrat’ın gerçekte cinsel ilişkiden söz ettiği açık olduğuna göre, “dayanıklılık” ve “hareketlilik”ten mahrum olan Anadolu halkının sadece ‘ayaküstü’, zahmetsiz bir şekilde iş bitirdiğine inandığını varsaymak gerek; bölge nüfusu tükenmediğine ve Hipokrat insanların nasıl ürediğini bildiğine göre, bu işi hiç yapmadıklarını düşünüyor olamazdı herhalde. Bu iki zıt etki, azgın şehvet ve fiziksel tembellik, aynı ülkelerdeki, yani genellikle Akdeniz, özellikle de Ortadoğu ülkelerindeki aynı nüfus üzerinde ‘görüldüğüne’ göre, ya bazı insanlarda biri, bazılarında öbürü oluyor, ya da aynı insanda bazen biri, bazen öbürü oluyor olsa gerek.
Soğuk hava ve soğuk su
Hipokrat’tan Kielty’ye uzanan bu madalyonun öbür yüzünde, Kuzey Avrupa ülkelerinin popüler kültüründe yaygın olan, soğuk havanın ve soğuk suyun sağlığa yararlı olduğu, insanı dinçleştirdiği inancı var elbet. Örneğin, kitle turizminin, sıcak ülkelere ucuz paket turların 1960’larda yaygınlaşmasından önce, İngilizlerin tatillerinde gittikleri soğuk, yağmurlu, rüzgârlı kıyı kasabalarından biri olan Skegness’in bugün bile İngiltere’nin popüler görsel kültüründe yerini koruyan ünlü reklam afişi, Kuzey Denizi’nin fırtınalı, ıslak kıyılarında tatil yapmanın ne kadar “bracing” (canlandırıcı, dinçleştirici) olduğunu vurgular.
Hem ‘bilimsel’ hem popüler öncülleri çok eskiye dayanmakla, hiçbir özgünlük taşımamakla birlikte, Kielty’nin yukarıda alıntıladığım sözleri yine de çok çarpıcı. Birincisi, hiç düşünmeden, üzerinde durmadan, hiçbir ard niyete dayanmadan, sanki “Osmanlı Padişahı’nın adı Mehmet’ti” diyormuşçasına sorgulanamaz bir olguyu aktarıyormuş gibi kolaylıkla ve güvenle yazıldıkları için. İkincisi, bir çocuk kitabında yazıldıkları için. Bu sözleri okuyan genç Amerikalılar, hiç kuşkum yok, yine hiç düşünmeden, üzerinde durmadan, Küçük Asya’nın, Türkiye’nin esrarengiz peçeli kadınlarla dolu olduğunu, baharatlı Suriye yemekleri ile ılık, baştan çıkartıcı hava koşullarının ora insanlarının damarlarındaki gücü alıp götürdüğünü kabul etmişler, daha sonraki yıllarda da kendi çocuklarına anlatmışlardır.
Türklerin (ve daha genel olarak Müslümanların, Ortadoğuluların), bir yandan, hem genel anlamda hem de özellikle cinsel alanda ahlâksız oldukları, şehvet ve arzularının sınırsız olduğu ve bunlara hiçbir şekilde gem vurmadıkları, öte yandan tembel, hareketsiz, hırssız ve mütevekkil oldukları inancı Batı kültüründe öylesine köklü, öylesine yaygın ki, Bernardine Kielty’nin kitabına ve daha binlercesine çaktırmadan sızabiliyor.
“Esrarengiz peçeli kadınlar”
Batı’nın genel “Türk” imajı, bazen “terrible Turk” (korkunç Türk, bazen de “unspeakable Turk” (adı ağza alınmaz Türk), tümüyle olumsuz bir algıyı görselleştirir. Net, ikirciksiz, şerhsiz, ama’sızdır. Herhangi bir tereddüt, kötüyü mazur gösterecek herhangi bir iyi yan, hafifletici bir neden içermez. “Terrible Turk” korkunçtur, o kadar.
Tarih boyunca bu imajın biraz flu hâle geldiği, azıcık bulanıklaştığı tek alan, Korkunç Türk’ün kadınlarıdır. Doğu’nun kadınlarına baktığında, Batılı kendinden biraz daha az emindir; ne düşünmesi gerektiğini bilir, kınamalıdır, ama bu kınamaya başka ve daha karmaşık unsurların da karışmasını bir türlü engelleyemez.
Resmin ana hatları net ve kuşkusuzdur: basitçe, Doğu’da kadın şuh ve edilgendir, cinselliğinden başka bir özellik taşımaz, erkeğinin sınırsız cinsel arzularını tatmin etmek dışında bir amacı yoktur. Kılıç sallayan, kana susamış korkunç Türk imajını, haremde yaşayan kadın tamamlar.
Yirminci yüzyılın ortalarına kadar, tüm Ortadoğulu erkeklerin dört karısı olduğuna ve tüm kadınların hayatlarını haremde geçirdiğine her Avrupalı inanmış mıdır, bilmek zor, ama bilinçaltındaki imajın bu olduğu kuşkusuz. Ortadoğu hakkında yazan her seyyah, her romancı, her ressam, 1850’lerden itibaren Ortadoğu’yu resmeden her fotoğrafçı, haremi, harem hayatını ve “esrarengiz peçeli kadınları” aktarmıştır Batı’ya. Her seyahatname, her roman, her tablo, her fotoğraf aynı kadını resmetmiş, Batı’nın harem saplantısını tekrar tekrar pekiştirmiştir.
Harem hakkında yazılan ciddi ve nispeten gerçekçi her bir kitaba karşılık yüzlerce fantezi, yarı erotik, uydurma kitap (ve hatta sahte “anı” kitabı) yayımlanmış, bunlardan bazıları dönemin sınırları içinde (hatta bazen bu sınırları zorlayarak) adeta pornografi işlevi görmüştür. (Bugün bile, “Popüler Harem Kitapları” başlıklı bir internet sitesinde, baskısı mevcut olan 690 kitap bulunuyor: www.goodreads.com/shelf/show/harem).
Bu kadarı flu değil, çok net. İşlerin karıştığı yer, “esrarengiz peçeli kadınlar” imajının içerdiği kınama, küçümseme ve ahlaksızlık suçlamasına alttan alta eşlik eden kıskanma, imrenme, gözlerini alamama durumu, gizlice izleme isteği. Bir yandan korkunç Türk’ün kadınlara davranışı karşısında ahlakçı bir öfkeyle esip gürlerken, bir yandan da zar zor bastırılan bir ağız sulanması, gizlenmesi mümkün olamayan bir merak, Türk’ün erkekliğine duyulan kıskanç bir hayranlık.
Döneminde harem hakkında erotik/pornografik bir bakışla değil sosyolojik bir yaklaşımla yazılan bir avuç kitabın hepsinin Batılı kadınlar tarafından yazılmış olması zaten meseleyi ele veriyor: erkeklerin bakışı cinselliği aşamıyor, sosyolojiye izin vermiyor. Lady Mary Wortley Montagu (Life on the Golden Horn, Penguin Books, 2007), Lady Elizabeth Craven (A Journey Trough the Crimea to Constantinople, 1789), Julia Pardoe (The Beauties of the Bosphorus, 1839), Grace Ellison (An Englishwoman in a Turkish Harem, Gorgias Press, 2007) ve Lady Dorina Neave (Twenty-six Years on the Bosphorus, Grayson & Grayson, 1933, Romance of the Bosphorus: Reminiscences of Life in Turkey, Hutchinson, 1949) gibi kadınlar, Avrupalı gözüyle bakıyor olmanın verdiği önyargıları aşamamakla birlikte, tanıştıkları kadınları anlamaya, harem hayatını gerçekçi bir şekilde anlatmaya çalışır.
Avrupalı erkek için ise, bizzat “harem” kelimesi bile heyecan verici, iç gıdıklayıcıdır, bu sayfalarda örneklemeye çalıştığım imgeleri getirir gözlerinin önüne.