Cemal Yardımcı
Soyut kavramların belki tamamı içinde çelişkiler barındırır. Sonu gelmez bir sorgulamaya tabi tutulmalarının, tekrar tekrar tanımlanmalarının, yine de tariflere sığmamalarının nedeni budur. Kimi zaman çelişkileri görünür kılmak için kavramların tarif ettiği alanların sınırlarındaki bulanıklığını sergilemek yeterlidir. Kimi zaman “neye göre, kime göre?” sorusuyla hemen kendini açığa vuran, iflah olmaz göreliliktir çelişkilerin arkasında yatan. Kimi zaman ise kelimelerin tarihinin, farklı alanlarda farklı kullanımlarının tortusu şekillendirir çelişkileri.
Soyutlamalardaki çelişkileri, hatta zıtlıkları örten ve bir arada tutan ise geniş anlamıyla ideolojidir.
“Bundan doğal ne olabilir ki?” “Ee, tabii, çok normal!”
“Doğal”, “normal”: Bu masum görünümlü kavramlar da yukarıdaki değerlendirmenin dışında değil.
Keyfî bir sınır çizilmediği sürece doğa her şeyi kapsar. Bir şeyin doğal olmadığından söz ettiğimizde nesnel ve aşikâr bir saptama yapmış olmayız. Dünyayı ‘doğal’ ve ‘doğal olmayan’ olarak ikiye bölen keyfî bir sınır çizmiş, o şeyin çizdiğimiz sınırın doğal olmayan tarafında kaldığını ifade etmiş oluruz. Doğanın karşı kutbuna neyi koyduğumuz durumdan duruma değişir. Karşı kutba bazen canlı, organik olmayan her şeyi koyarız. Bazen insan eli ile değiştirilmiş her şey karşı tarafta kalır. Bazen karşıtlık doğuştan gelenle sonradan edinilen arasında kurulur. Doğal olmayanın alanını daha da daraltarak doğanın karşısına toplumu, kültürü, hatta en nihayetinde alışılmış olmayanı da yerleştiririz bazen. Bu son durumda, birinin “çok doğal” karşılayacağı bir şeyin bir başkası için “doğaya aykırı”, “fıtrata ters” ve suni olması çok anlaşılır. Ama aslında her durumda belirsizlik ve görelilik varlığını sürdürür.
“Normal” kavramının durumu daha da sallantılıdır. Muğlaklık kadar çelişki de barındırır bu kavram. Kelimenin kökeninin de gösterdiği gibi, bir “norma”, kurala, yasaya uygun olmaya işaret eder normal. Kendisini belirleyen norm ile birlikte düşünüldüğünde normal, kusursuz bir idealdir. Günlük dilde ise böyle bir idealin standartlarından fazla uzaklaşmayan her şeye normal deriz. Yani normal bir yönüyle bir kategoriyi belirleyen standartları niteler, bir yönüyle de her biri bu standartlardan şu ya da bu ölçüde uzaklaşan kategori üyelerinin neredeyse tamamı için kullanılır. Kategorinin içinde tuttuğumuz, ama norma uygunluk idealinden aşırı uzaklaşmış örnekler için kullanılan “anormal” ile kategori üyelerinin büyük çoğunluğunu niteleyen “normal”arasındaki sınır yine keyfî ve muğlaktır.
Ortak ideolojik çerçeve
Doğal ile doğal olmayanı, normal ile anormali ayıran sınırların muğlaklığına rağmen günlük dilde bu kelimeleri bir belirsizliğe düşme endişesi taşımadan rahatça kullanırız. Muğlaklığı görünmez kılan ve meramımızı aktarabilmemizi sağlayan, seslendiğimiz kişiyle paylaştığımız gizli varsayımlar, bakış açıları, değerler bütünüdür. Böyle bir ortak ideolojik çerçeveyi hiç gerektirmezmiş gibi görünen durumlarda bile, insanın zihinsel süreçlerini şekillendiren algılama ve anlamlandırma alışkanlıkları olarak tanımlanabilecek “derin ideoloji”devrededir.Bir bardak deniz suyunun mutfakta hazırlanmış bir bardak tuzlu sudan daha doğal olduğunu, haziranda bu kadar yağmurun normal olmadığını söyleten kimyasal ya da istatistiksel analiz değil, ideolojik çerçevedir.
Çoğu zaman ideolojinin iletişimi mümkün kılan yönü öne çıkar, belirsizlikleri gizleyen, nesnellikten uzaklaştıran yönü önem kazanmaz. Doğal ve normali alışılmışla, tercih ettiğimizle, iyi ve hoş olanla özdeşleştirmek gibi açıkça yanlış bir şey yapsak bile bu vahim bir sonuç doğurmaz. Camın plastikten daha doğal bir malzeme olduğu, normal olarak günde üç öğün yemek yemek gerektiği tartışmaya açıktır, ama genellikle tutkuları ateşleyen heyecanlı tartışmalara yol açmaz.
Ancak kimi zaman kıyamet tam da bu yüzden kopar: Normal işgünü kaç saattir? Doğal işsizlik oranı nedir? Maden kazaları madenciliğin fıtratında var mıdır? Normal cinsel ilişki nasıl tanımlanmalı? Eşcinsellik doğal mıdır? Tımarhaneye kapatılması gereken anormalleri nasıl saptamalı? Etoburluk mu doğaldır, vejetaryenlik mi?
Böyle konularda tartışmanın arkasında hakiki bir çıkar çatışması vardır. Bu çıkar çatışmalarıtoplumsal sınıfları, ya da benzer özellikler, tercihler, fikirlerin çevresinde bir araya gelmiş insan topluluklarını birbirleri karşısında konumlanmaya götürür. Neyin normal olduğu üzerine bir tartışma aslında toplumsal normları ve normallik algısını şekillendirme mücadelesidir. Doğallık tartışmalarının bir tarafında mevcut durumun doğal, yani olması gerektiği gibi ve değiştirilemez olduğunu savunanlar bulunur; karşı tarafta ise mevcut şartlar altında baskılanıp bastırılan ama doğal olduğu için kaçınılmaz olarak geri dönecek ve üste çıkacak güçleri temsil ettiğine inananlar yer alır.
Sahte ortak zemin
Çıkarlar ve tercihler çatıştığında işin doğrusu, normları ya da doğayı tartışmanın ekseninden uzaklaştırmaktır. Çünkü böyle bir yanılsama yaratmalarına rağmen, normlar ve doğa tartışan taraflar arasındaki ortak zemin değildir. Sahte ortak zemin görüntüsü, tartışma konusunu bulandırır, hakiki çatışma noktalarının apaçık sergilenmesini engeller. Tartışma konusu ister işsizlik oranı olsun, ister eşcinsellik, ne üzerinde uzlaşılabilecek tartışılmaz normlar vardır, ne de doğanın sunduğu değişmez paradigmalar. Doğa o akıl almaz çeşitliliğiyle, her tavrı, her fikri desteklemek için kullanabilecek örnekler sunar; normlar ise zaten mücadele alanının ta kendisidir.
Hakiki düğüm noktalarını ortaya koymak için teorik müdahale, yeni çözümler ya da uzlaşmalar yaratmak için siyasî müdahale gerekir. Her ikisi de öncelikle yanılsamaları bertaraf etmeye, tartışmalara netlik ve somutluk kazandırmaya yönelmelidir. Her ikisi de, doğallık, normallik ve benzer zihinsel kalıplardan uzak durmalıdır.
Teorik müdahalenin önyargılardan arınmış bir bakış açısı gerektirdiği genel olarak bilinen bir şey. Elbette gördüğünü görmezden gelmek, gerçekliği doğru bildiğin çerçeveye sokmak üzere eğip bükmeye çalışmak teorik bir çabada kabul edilemez. Ancak az bilinen, daha da az hayata geçirilebilen bir nokta daha var: Önyargılardan, ön kabullerden tamamen arınmak aslında mümkün değildir. Kişi dünya görüşünün kendisine sunduğu çerçevenin sadece bir bölümünün farkındadır. “Anlat bakalım” dendiğinde söze dökülen kısım dünya görüşünün oluşturduğu çerçevenin tamamı değildir. Üstelik bu söze dökülmeyen kısım en derine kazılmış, kendini en zor ele veren ve nesnel gerçeklik emretse bile en zor değişen kısımdır. Bu yüzden teorik bir çaba, araştırma nesnesine yönelik bir sorgulama boyutunun yanı sıra, her zaman kendi yöntemine yönelik bir eleştirel boyut da taşımalıdır. Doğal ve normal görünenin zihne düşürdüğü gölgeden tamamen arınmak mümkün değilse, bu eleştirel boyut asla tüketilemeyen bir nitelik taşır. Doğanın ve insan toplumunun normlarını kavramanın yolu, apaçık doğal ve normal olarak algıladıklarımızın sürekli sorgulanmasını gerektirir.
Aklın kör noktaları
Keyfî ve arızî niteliği ortada olanı eleştirmenin dışsal, toplumsal güçlükleri olabilir, ama zihinsel çaba açısından büyük bir zorluğu yoktur. Önceki dönemlerde doğanın ve toplumun düzenine dair hakim fikirlerin geleneklere, dogmalara ve otoriteye dayalı olması bu fikirlerin keyfîliğini daha görünür kılıyordu. Bir olguyu akılla kavramak isteyen kişi için rasyonel olmayan önyargıları saptamak, ayıklamak, hatta kendi inançlarını bile bu nitelikleriyle görüp teorik çalışma boyunca askıya almak daha kolaydı. Oysa kapitalizmin gelişimine paralel bir süreç içinde akıl her alanda temel referans haline gelirken, önyargıların, sorgulanmamış varsayımların, gerekçesiz kabullerin de rasyonellik kisvesine bürünmesine, görünmezleşmesine ve derinlere gömülmesine yol açtı. Bu yüzden sadece akla uygun görünenin değil, rasyonel sorgulama yollarının da sürekli eleştirel bir incelemeye tabi tutulması, geçen yüzyıllara kıyasla bugün daha zor, önemli ve vazgeçilmez. En doğal, en normal, en sıradan nitelikleriyle aklın yollarının sorgulanması artık akılcı yaklaşımın ayrılmaz boyutudur. Akıldan daha iyi başka yollar olduğu için değil, doğa ve tarih tarafından şekillendirilmiş haliyle insan aklının kör noktaları olduğu için.
Sadece meseleyi değil, meseleyi ele alış tarzını da sürekli sorgulamak, siyasî değerlendirme, eleştiri ve müdahale için de gerekli kuşkusuz. Ancak siyaset söz konusu olduğunda daha da fazlası söylenebilir. Siyasetin konusu, izi sürü güdülerine kadar götürülebilen, ancak bunlara indirgenmesi imkânsız olan toplumsal kurallardır. Bu kurallar alanında rasyonel kesinlikler doğa bilimleri alanında olduğu gibi bir işe yaramaz. “Bilimsel bir kesinlik” ile ancak işgününün 24 saati aşamayacağı söylenebilir. Tartışmanın can alıcı noktasına ilişkin ise bilim suskundur. İşgününün 8, 10, 16 ya da 6 saat olması gerektiğini söyleyen rasyonel bir ölçü yoktur. Marx’ın yıllar süren teorik çabasının ürünü olan ve son derece yüksek bir soyutlama düzeyine sahip Kapital’de, derin analizin yasal düzenlemelerin dökümünü içeren uzun parçalara ya da tarih anlatılarıyla bölünmüş olması tesadüf değildir. İşgününe dair 10. Bölüm tam böyle bir tarih çalışmasıdır. Çünkü çatışma konusu alanlarda tarih, hem meseleyi anlamaya çalışanlar, hem de çatışmanın tarafı olanlar için, “akılcı” analizlerden daha fazla “bilgi” yüklüdür.
Siyasî argümanlar, hem kanıtlardan etkilenen akla, hem de rasyonellikten uzak duygulara seslenir. İspata değil, iknaya yöneliktir. Bir fikrin ikna gücünü artırmak için bir yandan akla, mantığa uygun gerekçeler öne sürülür, bir yandan da temel insanî ilkelere, kimlik oluşturan bağlara, genel kabul gören geleneksel değerlere atıfta bulunulur. “İnsan doğasına, fıtrata uygunluk”, “normallik”, “herkesin sahip olduğu adalet ve vicdan duygusu” kaçınılmaz olarak her türlü siyasî söyleme sızar. Siyasî söylemi bunlardan arındırmak mümkün değilse, bunların göreliliğinin, muğlaklığının farkında olmak daha da önem kazanır. Siyasî karşıtının dilinde bu muğlaklığı yakalamak her zaman kolaydır. Bir “davası” olan kişi, bir aktivist, kalıcı bir etki yaratmak, toplumda iz bırakmak için kendi siyaset dilindeki muğlaklığın da bilincinde olmalı, tercihleri, arzuları, öncelikleri ile gerçeklik arasındaki ayrıma dair zihinsel berraklığı daima korumalıdır.