FATMA AKDOKUR AKTAŞ İLE SÖYLEŞİ
Bazı insanları “nerede bir hak ve adalet mücadelesi varsa o oradadır” diye tanımlarsınız. Fatma Akdokur Aktaş’ı tek cümleyle bu şekilde özetlemek mümkün. Başkent Kadın Platformu’nun kurucularından, Gezi eylemleri sırasında Mazlum Der’in yayınladığı ve çok tartışılan bildiri de dahil olmak üzere hak ve adalet talep eden birçok bildirinin imzacısı, mücadelenin bir parçası. Biz de kendisiyle 28 Şubat’tan kadın haklarına, yeniden başlayan savaştan daha iyi bir dünya için neler yapılması gerektiğine dair pek çok şeyi konuştuk.
Arife Köse: 28 Şubat’tan başlayalım isterseniz. Siz nasıl yaşadınız 28 Şubat’ı?
Fatma Akdokur Aktaş: 28 Şubat, öğrenci ve kamu/özel çalışanları olarak binlerce kadının büyük zorluklar yaşadığı bir tarih. Benim hikâyem onlardan biri belki, ama tek başına yaşanmış değil. Bu sebeple “biz”li konuşmak sanki daha doğru gibi görünür bana hep; maddî ve manevî anlamda meşakkatli yılları hatırlatan bir tarih. Ben o tarihle başlayan yılları, Türkiye’nin tecrübeli siyasetçilerinden Kâmuran İnan’ın nitelemesiyle anmaktan sanırım hoşlanıyorum. Hem durumun vahametini ortaya koyan hem de yasakçıların hâlet-i ruhiyesini ifade eden derli toplu, hoş bir ifade. Yasağa karşı lobi faaliyetleri çerçevesinde Meclis’e gittiğimiz bir gün bahçede karşılaştığımız Kâmuran Bey bize, “Bu defa el-Nino’ya yakalandınız, el-Nino’ya” demişti. El-Nino, anlamı “şımarık çocuk “ olan ve o günlerde ABD kıyılarını vuran bir kasırgaydı. Evet, gerçekten de başörtülü Müslüman kadınların hayatını alt üst etmek için mevcut devlet yapısının en üst makamından başlayan ve her konuşmanın, her yazının kadınların yüzüne bir tokat gibi indirildiği, ara kademelerde yer alanların asla bu şiddetin biraz olsun azalmasına katkı sağlamak gibi bir sorumluluk göstermediği bir şımarıklıklar dizisinin yürürlüğe konulduğu bir dönemin adıdır 28 Şubat.
O dönemde çok şey oldu. Buna dair arkadaşlarımızın birçok çalışması yayınlandı. Bir tanesi de Kadınların Diliyle 28 Şubat Hikâyeleri adıyla Hatice Güler Çelik arkadaşımızın değerli çabalarıyla oluşturduğu röportajlardan oluşan bir kitap. Yaşanılanlara dair merakları olanlar için zengin(!) sayılabilecek bir 28 Şubat edebiyatı var. Kendi hikâyem özelinde ben, o dönemde, İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak çalışıyordum. Üniversiteyle bağlantım da doktora öğrencisi olarak sürüyordu. Bu durumda olan başka arkadaşlar da vardı. Üniversiteye giremediğimiz için kayıt yenileyemediğimizden kayıtlarımız silindi. Başörtülü öğretmenliğe devam etmekten vaz geçmediğimiz için de memuriyetten çıkarıldık. Yasağın sonucu bu kadar kısa ve net, tabii yaşananlar hiç de o kadar kolay ifade edilemeyecek kadar girift, karmaşık. Şöyle, yasakçılara “sınırımı aşamazsın” diyerek durması gereken bir hat çizmek ve o hattı müdafaa çabasında olmak bir boyut… Yakın çevrenize, ailenize, eşinize-dostunuza bu öz savunuyu, kendi birey kimliğinize dair kurguladığınız hatt-ı hareketi ve anlamını, değerini anlatma çabası, bir başka boyut… Meslektaşlarınızın, fikren gönüldaş olduklarınızın sizden ürküp kendilerini de korumak adına mesafe alışları daha bir başka boyut… Askerler tarafından “brifinglenmiş hukukçular” nezdinde hukukî hak arayışlarınız daha da başka… Hani derler ya “deli bir kuyuya bir taş ata, kırk akıllı çıkaramaya” durumları. Ben 28 Şubat’taki yasakları ve sonuçlarını suya atılan mürekkebin halka halka etrafa yayılması misali, yasaklar ve tehditler karşısında bizimle bir şekilde ilişkisi olan olmayan insanların, kendine göre vaziyet alıp sizi kuşatması şeklinde açıklamaya çalışıyorum. Yani şunu söylemek istiyorum; yasaklar sizi genişleyerek kuşatırken insanların size karşı vaziyet alışları da o ölçüde yayılıp gelişerek sizi kuşatıyor. Bu durumun yalnızca başörtü yasaklarını yaşayanlara özel bir durum olduğunu da düşünmüyorum. Bu topraklarda kim “günün düşmanı” ise onlara karşı hep aynı tutum alışlar söz konusu. Bir başka ifadeyle, maalesef bu topraklarda “At sahibine göre kişner” sözü hep doğrulanıyor. Biraz acımasız mı oluyor, bilmiyorum, ama sanki bu “bizim” gerçeğimiz. 3 Kasım 2002 seçimlerinin ertesi günü ya da haftasıydı sanırım, gitmekten korktuğumuz, çekindiğimiz resmi kurumlardan birinde bir memur, “hadi iyisiniz iyi, gözünüz aydın, artık başörtülü çalışabilirsiniz!” demişti, meselâ; biz bile öyle bir ümit taşımazken… Yani bu topraklarda yöneticilerin dostu/düşmanı kimse, onlar hemen dostumuz, düşmanımız olabiliyor. Yanılabilirim, bir hakikat olarak söylemiyorum, ama yaşadıklarımızdan sanki böyle bir şeyler algılıyorum. Zira, “başörtüsü” gibi bu topraklarda kadınla bir şekilde özdeşleşmiş bir “olgu” bile, onu taşıyanlar ve inanç olarak kabul edenler tarafından dahi o süreçte “marjinal” görülebilmiş, bir “fobik” kimlik hâline gelmişti. Burada ben sıradan halkı suçlamıyorum. Her zaman şöyle derim, “Halk olmak zor, dostum”. Niçin mi? Paşa babalarımız, büyük harfle Devlet Baba’larımız savaşa mı karar verdi, ölüme gönderilecek “halk”; maden sahipleri “yaşam odası” külfetinden mi kurtarılacak, hadi ölsün halk; müteahhitlerin cebi mi dolacak, hadi sürülsün halk, hadi coplansın, biber gazı yesin, tekmelensin. Gerçekten de halk olmak zor. Ne yapsın, kendisi dövülmesin diye, “birilerinin” her ne zaman “düşmana” ihtiyacı olduğunu gördüğünde o “birilerinden” önce kendisi gardını alıyor ki, hayatta kalsın. Düşman bir gün “başörtülüler” olur, bir gün “Aleviler”, bir gün “Ermeniler, Rumlar” olur. Bugün ise “Kürtler”. Onun için fark etmiyor. Halkı anlıyorum, belki çaresiz. Fakat ne hikmetse, köşe başını tutanlar, geldikleri gelmek istedikleri her konumu, makamı “kendim için istiyorsam namerdim” yaklaşımı ile “halk için” talep eden ve savunanlar, o makamlarda “zor günler” için bir şey yapma sorumluluğunu hiç hatırlamadığı gibi, “ateşe odun taşıyıcı” oluyorlar ve maalesef, 28 Şubat’ta da öyle oldu. Müfettişlerin görüp tesbit etmesine fırsat kalmadan, “başörtülü öğretmenler listemiz efendim” diyerek ücretsiz doğum izninde olanların dahi isimlerini takdimde yarışan müdürler; gönderilen “acil, gizli” damgalı yazılar sıkı şekilde uygulansın diye takibe geçen “muhafazakâr, milliyetçi, mukaddesatçı, milli görüşçü” amirler, kaymakamlar, valiler…
Biz halka kızgın veya kırgın değiliz, hiç olmadık; ancak her “kademe”de “hizmet için” var olduklarını söyleyip “zor zamanlarda” o makamları kaybetmemek için “baş zalim olmakta” sakınca görmeyenlere kızgınız. Kendi “grubunu, cemaatini, okullarını” kurtarmak için “halkın çocuklarının okullarını” kurban etmekten, hedef göstermekten çekinmeyenlere kızgınız. Ancak şunu ifade etmeyi de bir hakkaniyet gereği görüyorum ki, çok fedakâr, özverili kadın-erkek, başörtülü başörtüsüz meslektaşlarımız, arkadaşlarımız da olmadı değil. Benim demem, “karar alma makamlarında” yer alıp da “hiçbir şey yapmayanlara”, her devrin “bürokratlarına”; 28 Şubat’ta “kahraman mürteci avcıları, irtica mücadelecileri” kesilip şimdi de “baş aktör başörtüsü savunucusu” kesilenlere. Onlar kendilerini çok iyi bilirler.
Bu hükümetin 28 Şubat’ın bütün izlerini sildiğini, bir daha gerçekleşmeyecek şekilde o dönemde yaşanan mağduriyetleri giderdiğini düşünüyor musunuz?
Hükümetin 28 Şubat’ın izlerini bütünüyle sildiğini düşünmüyorum. Şöyle ki, bizatihi 28 Şubat’ta hak ihlalleriyle karşılaşanların bütün mağduriyetleri giderilebilmiş değil; hâlâ özlük haklarında, maddî kayıplarında iyileştirilmelerin yapılması zorunlu durumlar var. Çok ortada bir örnek belki, ama meselâ bildiğim kadarıyla Merve Kavakçı’nın vekilliğine dair bir hak iade ve düzeltmesi yapılmadı. Bununla da ilişkin olduğunu düşündüğüm, genel hak ihlâlini telafi amaçlı bir change.org çağrılı bir kampanya da başlatıldı birkaç hafta önce. Arkadaşlarım yönlendirmişti, imza da verdim; her ne kadar gönülsüz de olsam. Bu işin bir boyutu. Diğeri ise, iade edilen hakların en temeli, belki de omurgası, “başörtülü okuma ve çalışma hakkı” yasal bir güvenceden mahrum, “hükümet şemsiyesi” ile güvencede. Bu, şu demek: mevcut hükümet giderse akıbet meçhul. Daha açık söylemek gerekirse, seçim kaybedecek AKP hükümeti, başörtülülerin kapı önüne konulmasını getirebilir.
Burada da birkaç parantez açmak lazım: Bana/bize göre temel bir hak ve özgürlük için yasa düzenlemesi abes bir durum. Yani “siz veya birileri şu özgürlükleri kullanabilir/siniz” diye bir yasa mantıkî, insanî, doğal, hukukî değil; bu durum, adına ne derseniz deyin, anlamsız ve tam da “bize göre”liğe dair bir hâl; ama bir gerçekliğimiz. Zira biz toplum olarak “yalnızca kendine Müslüman”ız. Öte taraftan bu düzenlemelerin olmaması, sizi mevcut iktidara mahkûm kılan bir sonuç da üretiyor. “Ya bunlar giderse, kız çocuklarımız okuyamaz; kadınlar olarak bizler çalışamayız; yeniden o günleri yaşayamayız” korkusuyla iktidara dört elle sarılma psikolojisi. Bu psikoloji nedeniyle, ne kendi coğrafyamızdaki ölümleri/öldürmeleri, savaşı, ne yanı başımızdaki Suriye yangınını, ne işçi ölümlerini sorgulamak aklımıza geliyor. Hani dedik ya, “yalnızca kendine Müslüman” hâlleri.
En önemli husus devlette yapısal bir değişikliğin gerçekleşmesi yönünde bir gelişme olup olmaması. Evet, darbelere karşı bir duyarlılık gelişti, evet hükümet çok önemli denebilecek adımlar attı. 2010 referandumunda “yetmez, ama evet” dedik. Peki, şimdi ne oldu; “pardon, hata etmişiz; bütün o borular vs. gerçekten “boru” imiş; o darbe günlükleri bir hayalden ibaretmiş; tabiidir askerlerin ihtilal hayalleri kurması; siviller gibi gezme tozma hayali kuracak değiller ya…” dercesine asker-sivil “yeni kahramanlar” ekranlarda arz-ı endam etmekte. Benim aklım ermez; bir şeyler ters gitti; ne adına ve ne uğruna bilemediğimiz bir biçimde “yetmez gelişmeler” geriye son sürat gidiyor; devlet baba ve muhibleri eski ahlâklarını kuşanıyor. Ümitsiz konuşmak istemiyorum, ancak görebildiğim kadarıyla devlet/(hükümet) yine o derin aklıyla dünün “mağdurlarını” bugünkü düşmanları için maşa gibi kullanıyor. Yarın mı, bulunur başka mağdurlar, haddi aşanları terbiye etmek için. Ben, dünün mağdurlarından biri olarak hiç kimsenin 28 Şubat’ı olsun istemiyorum. Bunun sağlanabilmesi için bütün toplumsal kesimlerin, bütün farklılıklarıyla barış, güven ve esenlik içinde yaşayacağı, kendilerini ifade ve temsil edebildikleri bir toplumsal sözleşme etrafında buluşabileceklerine inanıyorum.
Bir yandan Müslüman kadınların başörtüleri gerekçe gösterilerek hayatın her alanından dışlandığı bir dönem yaşarken diğer yandan da yine aynı kadınların iktidarın dilinde “benim başörtülü bacılarım” şeklinde ifade edilen ama o kadınların yerine yine erkeklerin konuştuğu bir süreç yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Bu iki durum arasında kalmak size nasıl bir mücadele deneyimi yaşattı? Hatta ‘Ne Paşaya Ne Hocaya Ne Kocaya’ diye bir sloganınız var. Belki bu slogan etrafında biraz anlatır mısınız o deneyimi?
Tabii, gerçekten de Türkiye’de bir Müslüman kadın olarak “Müslümanların” veya siyasal bir duruş sahibi “İslamcıların” yaptığı “yolculuğun” içinden geçerek bugüne gelinceye kadar pek çok tecrübe yaşadık. Biz “Müslüman” kimliğimizi bu yolculuk esansında siyasetle beraber geliştirdik. Belki benim yaşlarımdaki kadın-erkek birçok kişi için durum böyle. Dolayısıyla bu yolculuk sırasında nice engellerle karşılaştık, nicesini birlikte aştık, nicesinde de yalnız kaldık. 28 Şubat süreci sırasında çeşitli günler vesilesiyle sivil tepkilerimizi ifade amacıyla pek çok gösteri, yürüyüş ve toplantıya katıldık. Bütün bunlar sırasında farklı dünya görüşünde kadınlar ve erkeklerle dayanıştık. Kimilerinden “kabul gördük”, kimileri ise olabildiğince hoyrat ve dışlayıcı tutum sergiledi. Biz bütün bunları çok da önemsemeyerek, ama ısrarla birlikteliğimizi imkân ölçüsünde sürdürerek yola devam etmeye çalışıyorduk. Toplum olarak hepimizin bu dayanışmaya, birlikte yürümeye, birbirimizi anlamaya ihtiyacı vardı, ki hâlâ da olduğuna inanıyorum. Kim bilir, belki bu günlerde çok daha fazla yan yana olmamız lâzım.
İşte sanırım “Dünya yoksullukla mücadele günü” münasebetiyle yapılan böyle bir yürüyüş sırasında, “feminist” kadınların “ne kocaya ne hocaya itaat” sloganına biz bir figür daha ekleyerek “ne paşaya ne kocaya ne hocaya itaat” diyerek katılmıştık. Paşalar, yasak öncüsü idiler, onlara boyun eğmeyeceğimizi haykırıyorduk; hocalar -ki o zaman en önde Fethullah Gülen olmak üzere birçok “hoca” başımızı açmamızı öğütlüyordu, onlara uymayacağımız söylüyorduk; kocalarsa, malum birçok kadın sorunuyla ilintili oldukları için onlara da itaat etmeyeceğimizi ifade ediyorduk. Burada çok önemli iki nokta dikkati çekmekteydi aslında; biri kadınların “birey kadın” olarak özgür kimlik inşası; diğeriyse o yıllarda kadınların “inanç” merkezli böylesine zorlu bir kavgada bile çok azı hariç Müslüman erkek çoğunluk tarafından neredeyse yalnız bırakılması meselesi. Onun için kadın dayanışması çok önemli bir iş gördü o süreçte. Biz Başkent Kadın Platformu çatısı altında toplanmış kamu çalışanları ve onlara destek olmaya çalışan bir avuç vicdanlı kadın-erkek destekçiler olarak zorlu bir dönem yaşıyorduk. Çünkü “başörtülü kadınlar” o dönem dokunanın yandığı ateşten bir kor olmuştu. Hayırla yâd ettiğimiz “Hak-Yol Vakfı” ve platformumuzun ortak çatı altında faaliyet gösterdiği “ODTÜ-Mezunları Birliği Vakfı” dışında bize toplantılarımız için olsun kapısını açan o kadar az kuruluş vardı ki! Ama gelinen bugünlerde, inanın, o sizden kaçmak için bin bir yol bulanlar, şimdi “dindarlık şampiyonu”. Ama olsun, biz kadın olarak, ahiretin varlığına inanan Müslüman kadınlar olarak çok yol kat ettik; bunun için kimseye bir diyet borcumuz da yok. Ayrıca hâlâ yola devam ediyoruz. Çünkü yapılacak çok şey var.
AKP kadınlar üzerinden çok şey ifade etti bugüne kadar. Kürtajdan kızlı erkekli evlere, kadınların nasıl gülmesi gerektiğinden kıyafetlerine kadar çok sayıda açıklama yapıldı. sizce Hükümet kadınlar üzerine neden bu kadar çok konuşuyor?
Bu çok anlaşılır bir şey. Şöyle ki, hükümet partisi kendini programında “muhafazakâr” olarak niteliyorsa ve ilaveten mensupları da “dindar” bir kimliğe sahipse, hele bir de son yıllarda dile getirildiği üzere “dindar bir nesil” hedefleniyorsa, bu konuda en elverişli “malzeme” kadın, hatta yalnızca kadın değil “evde olması gereken kadın”. Hemen hemen bütün “kurucu” inşalar kadın merkezde olarak yürütülmek istenir. Bir “Cumhuriyet kadını” vardır, mesela; dolayısıyla neden bir “Yeni Türkiye’nin” bir başka şekilde kurgulanmış, baskılanmış, şekillendirilmiş kadını olmasın?
Kadın, sanırım, erkeğin “ötekisi”. Muhafazakâr erkeklerin çok daha fazla ötekisi; üstelik kendinden dahi beklemediği yükü yüklediği, kendisinde olması gereken faziletlerin çok daha fazlasını yansıtmayla onda görmek istediği, erkini en kolay şekilde icra edip gösterebileceğine gözünü kestirdiği bir “öteki”. Kim bilir belki de kendilerini değiştirip “iyileştiremeyenlerin” kendilerinden “iyilik” beklediği bir “öteki”. Unutulan bir şey var; artık ne kadınlar kendilerinin istedikleri gibi biçimlenmeye müsaitler; ne de kadının görüşleri ve talepleri dikkate alınmadan verilecek bir karar ya da konum kadınlar tarafından sorgusuz sualsiz benimsenebiliyor. Çok mu abartılı oldu; yok hayır, sanmıyorum. Müslüman kadınların dünyasına dikkatle bakan bu farklılaşmayı görür; belki de bunu görenler “mahalleyi toparlama” telaşı ile kadın üzerinden bir şeyler söylemeye, yapmaya çabalıyor… Yine söylüyorum, bu yaklaşımlar “muhafazakâr” politikanın neticesidir; ancak izleyebildiğim kadarıyla bu maya “Reçel Blog”, “Kadına yönelik şiddete karşı Müslüman kadın insiyatifi” ve benzeri yapıların olduğu sularda tutacak gibi değil. Yani gelecek güzel dünya için ümitli olabiliriz.
Başkent Kadın Platformu içinde de yer alıyorsunuz. Müslüman kimliği daha ön planda kadınların yer aldığı bu tür platformlarda “Evet, bu iktidarın pek çok yanlışı var, ancak yine de başörtümüzle bizleri çalıştırmayanlara, okumamıza izin vermeyenlere tercih ederiz” düşüncesi yaygın mı? Müslüman kimliği daha ön plana çıkan kadınlar AKP’yi nasıl konuşuyor?
Evet, maalesef söylediğiniz düşünce çok yaygın ve güçlü. Bana göre seçimlerde AKP oylarının yüksek düzeyinin önemli iki temeli var: Yerel yönetim başarısı, halka dokunan, halkın ihtiyaç hissettiği “değer görme” duygusunu onlara yaşatan çalışmalar. Ama belki çok daha öncelikli olanı, “inancına” karşı bir saldırı konusunda güvende olduğuna dair hissiyat. Hatta bu öyle bir hissiyattır ki, “Bakara, makara, kikiri” sözleri dahi bu güveni sarsmamıştır. Mevcut iktidar döneminde “cemaatlerle” işler yolundadır -her ne kadar Gülen cemaatiyle bir yol kazası yaşanmış olsa da- ezanlar istenilen yükseklikte (!) okunabilmektedir; İmam-Hatip orta kısmı açılmıştır; neredeyse her ilde bir İlahiyat Fakültesi kurulmuştur. Ve tabii her şeyden önemlisi, kadınlar tarafından geç olarak nitelendirilse de anlayışla karşılayabilirler, başörtüsü öğrenciler ve çalışanlar için serbest olmuştur. Eh, üstüne bir de “Cuma mesaisi” genişliği…
Bütün bunları çok değil on sene önce hayal etmek bile çoğu Müslüman için imkânsızdı. Hadi bir de buna biraz olsun ekonomik iyileşmeleri –Müslüman burjuva oluşumunu dışarda tutarak– ekleyelim. Bir de “din ve dinî değerlerle bir türlü barışamayan” bir CHP varlığını da dikkate alınca, genelde toplumun, özelde “Müslüman duyarlılığı fazla kesimlerin/kadınların” AKP etrafında toplaşması gayet anlaşılabilirdir.
Ancak benim anlayamadığım, belki de anlayıp kabullenemediğim çok önemli bir husus, bütün bu iyileşmelerin yalnız “benim dünyamdakiler” için olup farklı düşünen, farklı yaşayan insanların taleplerinin dikkate alınıp alınmadığı meselesi. Biz 28 Şubat’ta yasaklara karşı direnirken bizim özgürlüğümüzün ve “hayır” deme bilincimizin bütün yasakları değiştirip dönüştürebileceğini de göstermeye yarayacağına inanıyorduk. O hâlde şimdi ne oluyor da “ben özgürüm; bu özgürlüklerimi kaybetmemek için başka bütün hak, adalet, eşitlik, özgürlük, emek arayış ve taleplerini görmezden gelebilirim” düzeyinde kalabiliriz? “Bu topraklarda bir tek kişi bile “kendi” olamıyorsa, kendini ifade edip taleplerini dile getiremiyorsa bu benim özgürlüğümü eksik, anlamsız kılar” demekten bizleri alıkoyacak rahatlık ne ola ki? İşte daha önce de dediğim gibi “kendine Müslüman” olmaya en azından biz Müslüman kadınların hakkı yok, diye düşünüyorum. Biz hâlden anlamalıyız, zira 28 Şubat’ta damdan düşenlerdik.
Ama maalesef, başta da söylediğim gibi, üzgünüm: Müslüman kadınların önemli bir kısmı 28 Şubat travmasını atlatmakta zorlanıyor; dolayısıyla bu toprakların diğer evlatlarının acılarına duyarlılıkta istenen performansı gösteremiyor. Buna kendimi de dahil ederek konuşuyorum. Haksızlık etmemek adına şunu da söylemeliyim. Müslüman kadınlar AKP’nin yanlış ya da hatalarını görüyorlar. Bunu kendi aralarında konuşuyorlar. Ancak, “dışa karşı” yekvücut olmak gerektiğini de düşünüyorlar. “Dış” çevre o kadar AKP ve Erdoğan düşmanlığı yapıyor ki, bu bir öz savunma refleksi doğurarak safların istenmese de sıklaşmasına sebep oluyor. “Hiç mi işe yarar bir şey yapılmıyor?” sorusu önemli bir soru olarak görülüyor. Meselâ HDP’nin önceki seçimlerdeki “Seni Başkan yaptırmayacağız” sözü, tabiri câizse kana dokundu, sadece erkeklerin değil, kadınların da. Ki bu söz üzerinden kampanya bana göre de yanlıştı. Sonuçta siyaset dilinin uzlaşmasızlığı, derin ve tehlikeli kamplaşma bütün toplumu ve maalesef Müslüman kadınları da hakkaniyetli düşünüp tavır almaktan uzak kılıyor.
MazlumDer’in Gezi Parkı eylemleri zamanında yayınladığı ve sizin de imzaladığınız bildiride “Bu ülkede henüz Kürtlerle helalleşilmedi, Alevilerle barışılmadı, işçi ve yoksulların hakkı hâlâ gözetilmiyor, iş kazalarıyla ölümler devam ediyor, birileri devlet eliyle zenginleştirilirken toplumun önemli bir kesimi yoksullaştırılıyor. Her şeyin zenginlik ve güç ekseninde değerlendirildiği, siyasal güç ve ekonomik büyümenin kutsallaştırıldığı bir siyaset dili Müslümanların ahlakını yansıtan bir dil değildir” deniliyor. Öncelikle bu paragrafa hâlâ katılıyor musunuz? Biraz açar mısınız burada demek istediğinizi?
Elbette katılıyorum. Bu benim en temelde insan ve Müslüman kimliğimin gereğidir, diye düşünüyorum. Şunu belirtmek isterim. Ben bütün insanlarla, ırkı, dili, dini ne olursa olsun insan olmak bağlamında kardeş; özelde bu toprakta olanlarla yine ırkı, dili, dini, meşrebi ne olursa olsun komşu ve yoldaş olduğumu düşünüyorum. Belki de sevdiğim bir yazarın deyişiyle, tabii Yunus’u da atlamadan, “tanış olduğumu” kabul ediyorum. Kardeş olmak, komşu olmak, yoldaş olmak, tanış olmak… Bilmek, bilişmek, görmek görüşmek… Bunlar bir başkasına zarar vermeme, hakkını yememe, hayatına kast etmeme, emeğini sömürmeme engel olucudur; kendim haksızlık etmediğim gibi, haksızlığa uğradığında da yanında olmamın, tanış olmamın, yoldaş olmamın gereğidir. Eğer haksızlık yapan, zulmeden kardeşimse, onun kötülüklerine engel olmak da o kardeşime karşı sorumluluğumdur. Zalim bensem bana da komşum, yoldaşım, tanışım engel olmalıdır. Bence bildirideki paragraf gayet yerinde ve açık: Kürt kimliğinin Türk kimliği içinde asimile edilmesine, Alevilerin kendi kabulleri doğrultusunda inançlarını yaşamalarına engel olucu tutumlara, emeğin ve emek sahiplerinin hayatlarının hiçe sayılmasına itirazımızı dile getiren vicdanî bir bildiriydi. Tabii en önemlisi de, “dindaş” tanışlarımıza, komşularımıza “yerin üstü kadar yerin altı da var” demek isteyen bir bildiriydi.
Belki yukarıdaki soruyla bağlantılı olacak, ama Hrant Dink ve Tahir Elçi’nin arkasından düzenlenen bir toplantıda “Dünün mazlumları bugün dini afyon gibi kullanarak halka zulmediyor” diyorsunuz? Bu zulmü biraz açar mısınız? Kim, ne, nasıl yapıyor bu zulmü?
Öncelikle Hrant Dink ve Tahir Elçi bu toprakların ender şahsiyetleriydiler. Hayırla yâd ediyorum. Evet, böyle düşünüyorum; bir taraftan dinî özgürlükler bu kadar genişletilirken, diğer taraftan kendilerini “28 Şubat mağdurları” olarak takdim eden mevcut yöneticilerin son yıllarda farklı hiçbir kesimin hak talebini duymaması ve hatta bu talepleri şiddet yoluyla, gözaltılar, tehditkâr sözlerle baskılamaya çalışması başka nasıl izah edilebilir?
Kürtlerle olan savaş yeniden başladı ve ne yazık ki her gün ölüm haberleri alır olduk yeniden. Siz bu gidişatın durması için nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?
Gördüklerimiz, haberdar olduklarımız gerçekten dayanılır gibi değil. Bir de görülmeyen kısım var ki, hayal etmek istemiyoruz. Evet, kardeşlik ve benzeri sözler artık bir kıymet ifade etmiyor gibi olsa da, buralarda olanlar kendisine insan diyen herkes için utanç ve ıstırap verici. Olanlara karşı üç maymunu oynarsanız, dayanılır oluyor. Ve inanın çoğumuz bunu yapıyoruz; kimimiz çaresizlikten, kimimiz ne yapacağını bilememekten, kimimiz öyle veya böyle. Orada bir halk var; bir de egemenlik kavgası veren iki güç var, biri resmen egemen diğeri ise fiilen egemen olmak için çarpışan. Ben bu iki gücün de “halk, sivil insanlar, kadınlar/anneler, çocuklar” diye bir şeyi umursadığını sanmıyorum. Bir toprak parçası ve bir egemenlik savaşı… Hangi devlet oluş bu insanların cesetleri/ölümleri üzerinden yükselirse yükselsin, ne kıymeti var. Asıl olan insandır; “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diyenler de bu toprakların çocuğu. Ben temelde silahlara ve askerî güçlere karşıyım. Hiçbir “kutsal” amaç silahlar, bombalar ve bu kadar yıkımla hayat bulmaz, bulsa da bana göre saygınlığı olmaz. “Öldürmeyeceksin”, “zulmetmeyeceksin” uyarıları bana göre çok temel hususlar. Amaç, ulaşmak için kullandığınız araçları da dikkate almakla değerlidir. Gayr-i meşru araçlarla meşru amaçlar inşa edilemez, edilmemeli. “Amaca giden her yol meşrudur” deyip araçları sorgulamamak, bana göre gayr-i ahlakî ve dolayısıyla gayr-i meşrudur.
Kürtler konusunda ben kendime söyle diyorum: Sana ne oluyor da bir insanı anadilini kullanmaktan alıkoyuyorsun. “Haa, aranızda konuşun, ama okullarda benim dilimi kullanın.” Bu, üzerinde tartışma götürmeyecek kadar açık bir hak ihlalidir, müzakereye utanmam lazım. Bu utancı birkaç gün önce başka bir boyutuyla yaşadık. Meclis’te, oturum başkanı HDP’li Pervin Buldan “Dünya anadil günü” münasebetiyle Kürtçe bir tebrik mesajı okumuş. Kayıtlara ne diye geçmiş: “X dili”, yani bilinmeyen bir dil. Bize ne oluyor, bu ne aymazlıktır? Bu topraklarda yanı başımızda komşularımız, et-tırnak gibi bir beraber olduğumuz Kürt dostlarımızın dilini “X” diye kodluyoruz. Bu inkâr nereye kadar gidebilir? Biz Müslüman olarak her bir dili, ırkı Allah’ın ayetleri, varlığının işaretleri olarak gören ve inanan olarak böyle bir tavrı nasıl savunur, onaylayabiliriz?
Belki bu söylediklerim daha önce kardeş, yoldaş, tanış olmaklıkla ilgili şeylerin çok da yeterli ve çözüm üretici olmadığını hatırlatır gibi, yani çelişki veya meselenin çözümünü naif bir zemine taşımak gibi gelebilir size; ama bence değil. Bugün nerdeyse bütün kavramlar ve sözler kıymetlerinden soyularak çıplak, kuru birer laf hâline getirilmek isteniyor veya getirilmiş olabilir. Ama biz ısrarla hem o en güzel değerlerle yoğrulmuş kavramlara hem de onların hayatımıza kattığı kıymetlere vurgu yapmayı sürdürmeliyiz. Biz kullandığımız dil ve konuştuğumuz kavramlarla hayat buluyoruz. “Dil, bir milletin yurdudur” sözü, üzerinde tekrar tekrar düşünmemizi gerektirir değerdedir. Ve bu, bütün diller ve milletler için geçerlidir.
Ben kerli ferli yazarımız Alev Alatlı gibi, kendimi “sosyolojik tanımlamalara” kilitleyip henüz “ulus olamamışlar” gibi bir teknik arazla “Kürt ulusu” diyememek gibi bir çekincede değilim. Varsın onu bilim insanları tartışadursun. Bir yerde benim dilimden başka bir dil kullanan ve dilini kendine yurt kılarak var olmak isteyen insanlar varsa, ben ona sonsuz saygı duymakla yükümlüyüm. Değil mi ki “Dillerinizin ırklarınızın farklı farklı olması Allah’ın varlığının işaretlerindendir” diye seslenen Yüce Rabbim bana bu konuda nasıl düşüneceğimin ölçüsünü koymuşken. Ben sınırsız, sınıfsız, çatışmasız, barış içinde özgür insanlarla bir dünya hayal ediyorum. Ve bunun mümkün olduğunu düşünüyorum, yeter ki silahlardan uzak duralım. Sivil direnişlerle mücadeleye devam edelim.
– AKP bir süreden beri her şeyi “millî ve yerli” ekseninde tanımlamaya başladı. Millî ve yerli muhalefet, millî ve yerli akademisyenler, millî ve yerli milletvekilleri, millî ve yerli anayasa ve başkanlık istiyor. Siz bu “millî ve yerli” ekseni etrafında birleştirme konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu şapkadan tavşan çıkarma marifeti, sanırım. Brecht diyor ya “Efendiler, bu halkı beğenmiyorsanız kendinize yeni bir halk bulun.” Yapılmak istenen de tam böyle bir şey herhalde. Bu kadar millî bu kadar yerli AKP’li belediyelerimizin buldukları isimlere bakarsak bu millî ve yerlilikten ne anlaşıldığı fark edilebilir sanırım: Mall of İstanbul, Historia, Olimpia, Arteryum… Geçenlerde Cumhurbaşkanı’nın doğum gününü kutlayanlar şöyle tezahürat yapıyordu: “Happy birthday reis”! Ne kadar millî ve yerli değil mi? Çok eğlenceli doğrusu. Hamaset yaparak, hamasî söylemlerle bir yere varmak, ham hayal. İnsan onuruna yaraşır şartlar oluşturmak ve hiçbir kesim ya da kişinin dışarda tutulmadığı insanca bir yaşam sağlamak, eğer bir yönetim iradesi ortaya konuluyorsa, o yöneticilerin sorumluluğudur. Yoksa başka halklar bulsunlar bakalım!
– Bir yandan da genel olarak toplumda herkesin dile getirdiği, rahatsız olduğu ancak nasıl durduracağını pek bilemediği, her konuda yaşanan bir “kutuplaşma” söz konusu. Bundan çıkışın yolu ve bu noktada iktidara düşen sorumluluk nedir sizce?
Sanırım, son sözlerim bunu ifade eder nitelikte oldu. “Benim bacım”, “benim akademisyenim”, “benim hakimim, savcım”… Bunlarla bir yere varmak mümkün değil. Biz her birimiz, kadını erkeğiyle, büyüğü küçüğüyle, başörtülü başörtüsüzüyle, Türkü- Kürdü- Arabı- Ermenisi- Rumu- Yahudisi- Çerkesi- Lazıyla, Alevisi Sünnisiyle, dinlisi dinsiziyle, tarikatlısı cemevlisiyle, aklınıza gelen bütün “ayrı ve aykırısıyla” bu toprakların ve yeryüzünün misafirleriyiz. Birbirimizle dost, arkadaş, yoldaş olmak durumundayız. Bir şekilde yönetim sorumluluğunu üstlenenlerin bu çeşitliliği ve farklılığı dikkate alarak herhangi bir tarafgirlikte bulunmadan adalet, hakkaniyet temelli söz, uygulama ve çalışmalarda bulunmaları zorunludur. Hiç kimsenin hiç kimseye üstünlük taslamak gibi bir pozisyonu yoktur. Yönetim, belki daha doğru ifadesiyle yönetişim sorumluluğu yalnızca seçilmiş, atanmışların değil bütün bir toplumun “sorumluluğu”dur. Masa başında ya da koltuklarda olanların yanlışa düşmelerine engel oluculuk anlamında, bizler de “iyiliğin yaygınlaşması” konusunda mesuliyetlerimizi unutmamalıyız.