Yıldız Önen
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şubat 2016’da Güney Amerika gezisinden dönerken, uçakta gazetecilere, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durum böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı… Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Bir yerden sonra böyle gitmez. Hassasiyetlerimizi Türkiye olarak korumak zorundayız” dedi.
Bundan 13 sene önce 1 Mart 2003’te sadece Türkiye açısından değil, küresel savaş karşıtı hareket açısından da çok önemli bir zafere imza attık. Meclis’te oylanan Irak savaş tezkeresi yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için reddedildi. Meclis’te tezkere görüşmeleri yapılırken Türkiye’nin dört bir yanından gelen yaklaşık 100.000 aktivist Ankara’da dev bir savaş karşıtı gösteri yapıyordu. Ankara sokaklarından Meclis’e kadar gelen “Savaşa Hayır!” sloganları altında yapılan oylamaya 533 milletvekili katıldı, 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy kullanıldı. Salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere reddedilmiş oldu.
Tezkerenin öyküsü
Tezkerenin reddedilmesinde, yaklaşık 200 örgütü bir araya getiren savaş karşıtı hareketin rolü belirleyiciydi. Savaşa Hayır Platformu’yla başlayan savaş karşıtı hareketin inşası, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun şekillenmesiyle zirve noktasına çıktı. Müthiş bir hareket inşa etmiştik. Daha önceki hiçbir harekete benzemiyordu. Bu benzersizliğin bazı nedenleri ve sonuçları vardı.
Birincisi, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketi inşa edenler, küresel antikapitalist hareketin aktif bir parçası olmak, o hareketten öğrenmek gibi temel bir enternasyonalist yaklaşıma sahipti. Küresel savaş karşıtı hareketin parçası olmak, Türkiye’de işlerimizi çok kolaylaştırdı, milliyetçi eğilimlerin hareketin belirleyici gücü olmasını engelledi.
Hareketin ikinci özelliği, devletin temel saflaşmasına meydan okuyan niteliğiydi. 28 Şubat darbesinin ardından inşa ettiğimiz yeni savaş karşıtı hareket, düşmanları tarafından “İslamcı-manken-solcu koalisyonu” olarak niteleniyordu. Hareket, devletin toplumu laik-dindar olarak bölme girişimine ciddi bir darbe indirdi.
1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin bir sonucu daha oldu. Türk devleti, tezkere reddedildiği için Irak Kürdistanı’na askerî müdahalede bulunamadı. Tezkeresinin reddedilmesini sağlayan savaş karşıtı hareket Kürt halkının özgürlük mücadelesine belirleyici bir yardımda bulunmuştu.
Tezkere bu kadar kutuplaşmış bir siyasal iklimde nasıl reddedildi, savaş karşıtı hareket nasıl başarılı oldu, bu soruları doğru cevaplayabildiğimiz ölçüde yeni başarılar kazanmamız mümkün olacaktır.
Egemen siyasal kültür
Türkiye siyasetinde kutuplaştırıcı, sorunları ikili açmazlara dönüştürmeye eğilimli bir tarz egemen. Pek çok siyasî konuda, egemen sınıf ve devleti yönetenlerin, egemen bloğun derinleştirdiği kutuplaşmalarla (sağ-sol, laik-dindar, Türk-Kürt, Alevi- Sünni) ilerleyen bir siyasal kültür var. Kutuplaşmalar dönemlere göre değişiklik gösterebiliyor. 12 Eylül darbesi öncesinde sağcı ve solcu olarak ortaya çıkan kutuplaşma, 28 Şubat darbesinde laik-dindar ekseninde var oldu. Kutuplaşmalar askerî darbe dönemlerinde keskinleşirken, diğer dönemlerde daha mutedil bir biçimde de olsa varlığını sürdürdü. 28 Şubat sürecinde “laik” örgütlerin birçoğu askerî müdahalenin yanında, “dindar” siyasî partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının karşısında yer aldı.
Savaş Karşıtı Hareketin platformu olan Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nda, kurumlar, bireyler ve örgütler geçici bir koalisyon oluşturdu. Müslüman, solcu, liberal, sosyal demokrat, feminist kurum ve bireyler bir araya gelerek toplumdan yükselen savaş karşıtı tepkinin sözcüsü oldu. Türkiye siyasal kültürüne hakim olan kutuplaşmalar kısmen de olsa geriletildi.
Koordinasyon’da bir yandan İslamî kesim 28 Şubat sonrası diğer siyasî gruplarla birlikte iş yapma şansı elde ederken, öte yandan solcular, sosyal demokratlar, sendikacılar, kurum temsilcileri İslamî kesimi ilk kez bu kadar yakından tanıdı. İslamî kesimlerin en azından bir kısmının o dönemde savaşa karşı ve muhalif olması, Müslümanları genel bir kategori olarak ötekileştirenleri kısmen değiştirdi. Beraber iş yapmak, önyargıların kırılmasına katkıda bulundu. Özellikle laik-dindar kutuplaşmasının azalmasının sonucu, 1 Mart tezkeresine karşı toplumun farklı kesimleri bir araya geldi, birlikte eylemler yaptı. Ancak Koordinasyon dağıldıktan sonraki süreçte laik-dindar kutuplaşması devam etti ve 2007’de Cumhuriyet mitingleri döneminde yeniden keskinleşti.
Koordinasyon döneminde savaş karşıtı hareket altı ayda toplam 524 etkinlik düzenledi. Bu hem Türkiye hem dünya ortalamasının çok üstünde bir rakamdı. Koordinasyon siyasal katılımı yaygınlaştırdı. Faaliyetlere kurumların yanı sıra, bireysel katılım da yüksek oldu. Eylemlere katılan insanların önemli bir kesimi, hayatlarında ilk kez bir eyleme katılıyordu. 1 Mart mitinginde katılımın dörtte biri hiçbir siyasî örgüte ya da STK’ya üye olmayan bağımsızlar kişilerden oluşmuştu.
Koordinasyon’un işleyişi
Savaş karşıtı hareket öncesi muhalif hareketler genelde belirli görüş ve düşünceye sahip kurum ve bireyler üzerinden yürümekteydi. Grevler, işçi eylemleri, Zonguldak yürüyüşü gibi hareketlerde sendikaların etkinliği söz konusu idi. Kadına şiddeti protesto eylemlerinde kadın örgütleri başı çekiyordu. Başörtüsü eylemleri İslamcı kesimin öncülüğünde gelişiyordu. Koordinasyon ise, savaşa karşı bunların çoğunu ve onların yanı sıra o zamana kadar siyasetle ilgilenmemiş kesimleri siyasal alana çekti, geniş bir siyasal yelpaze içindeki grup ve bireylerin ortak eylemini gerçekleştirdi. Tümüyle barışçıl ortamlarda ve özgün şekillerde gerçekleştirdiği eylemlerle, hem toplum nezdindeki sempati ağını geliştirdi, hem de meşruluğunu güçlendirdi.
Savaş karşıtı hareket, siyasal katılım modeli olarak önceki muhalif hareketlerden farklı bir tarz ortaya koydu. Türkiye’deki muhalif hareketler anti-militarist ve pasifist değildi. Bu hareketler olumlu anlamda anti-emperyalist ve anti-Amerikancı idi, ancak eylemleri ve sloganları şiddet içerebilmekteydi. Koordinasyon ile birlikte muhalif hareketler anti-militarist bir özellik de kazandı. “Ölmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız!” tarzındaki sloganlar kamuoyunda öne çıktı. Soğuk ve sıkıcı siyah beyaz dövizlerin, yumruklar havada sloganların atıldığı, askerî disiplin ile yürünen eylemlerin yerini, lolipop denilen renkli dövizlerin kullanıldığı, insanların çocuklarıyla birlikte yürüyebildiği, bazen koşarak bazen oturarak devam eden eylem biçimleri aldı.
Savaş karşıtı hareketin karar mekanizmalarında bireyler öne çıktı. Türkiye’de 2000’lerin başında, Prag ve Cenova’daki anti-kapitalist hareketlerden etkilenen bireyler, gruplar, kampanyalar bir araya geliyor ve bu kampanyalarda yeni bir siyaset yapma biçimi oluşmaya başlıyordu. Buralardan edinilen deneyimlerin sonucunda, Koordinasyon’da da bireyi öne çıkaran, siyasal grupları bireyle eşit düzeye çeken, karar almada doğrudan demokrasiyi işleten, kadın erkek eşitliğini ve LGBTİ katılımını sağlayan bir siyasal katılım tarzı uygulandı. Örgütsüz bireylerle örgütlü yapıların bir arada çalışması sağlandı. Doğrudan demokrasi, pozitif ayrımcılık gibi kavramlar hayata geçirildi, karar alma süreçlerine herkesin aktif olarak katılması sağlandı.
Savaş karşıtlığına toplumun desteği
Koordinasyon’un en önemli özelliklerinden biri, toplumda pek de yüksek sesle ifade edilmeyen savaş karşıtlığına bir ses kazandırmış olmasıydı. Tabanın savaş karşıtlığı fikrine yoğun ilgisi, Koordinasyon’un büyümesinde etkili oldu. Koordinasyon’un ilk eylemi olan 1 Aralık mitingine katılımın yüksekliği, çeşitliliği ve coşkusu, örgütleyenleri bile şaşırttı. Hareket halktan gelen güçlü “savaşa hayır” sesine dayanıyordu. 29 Aralık 2002’de Çağlayan mitinginde yapılan bir konuşmada “Gücü yetmiyorsa, ABD başkanıyla tartışırken kendisine güvenmiyorsa, hükümet halka sorsun! Halk savaşa hayır diyor” deniyordu. Savaş karşıtı hareket halkın sesini duyurabildiği oranda güçlendi. Koordinasyon’un eylemlere başladığı Ekim 2002’de yüzde 80 olan savaş karşıtlığı hareketin en önemli dayanağı oldu. Koordinasyon’un eylemlerinin en çok olduğu Mart 2003’te ise savaş karşıtlığı yüzde 90’ları aşıyordu.
1 Mart tezkeresine karşı mücadele deneyimi, daha sonraki dönemlerde oluşturulan pek çok platforma ve benzeri faaliyete örnek oldu; kendinden sonraki eylem birliklerinin önünü açtı. Gezi gibi hareketler savaş karşıtı hareketin deneyimlerinden yararlandı.
Yine savaş kışkırtıcılığı
Aradan 13 yıl geçti, “İslamcı-manken-solcu koalisyonu”ndan geriye çok fazla bir maddî güç kalmadı. Şimdi yine çok ciddi bir savaş kışkırtıcılığı sürecinden geçiyoruz. 2001’de Afganistan’ın işgalini savunanlar, 2003’te Irak’ın işgalinden çıkar umanlar, Türkiye’yi savaşa sokacak 1 Mart tezkeresinden medet umanlar, Meclis’te sınır ötesi müdahale tezkerelerine el kaldıranlar, ırkçılıktan ve mezhep savaşlarından beslenenler bugün de savaş kışkırtıcılığı yapıyor.
Bugün yeni bir saflaşma yaşanıyor ve bu saflaşmaya uygun yeni bir savaş karşıtı koalisyona ihtiyacımız var. Saflaşma, Erdoğan’ın ifade ettiği “millî ve yerli” olanlarla, bu çizginin öbür tarafında kalanlar arasında. Bu, savaşçı, militarist, Kürtleri en hafif tabiriyle dışlamayı ve etkisiz bırakmayı hedefleyen bir saflaşma.
Bugün etkili bir savaş karşıtı hareket inşa etmek isteyenler 1 Mart’tan şu dersleri çıkartmalı: Yeni bir savaş karşıtı hareket, millî ve yerli değil, demokrat ve evrensel bir eksende, savaşlara koşulsuz karşı çıkan, Kürt halkının eşit koşullarda kardeşlik talebini sahiplenen bir koalisyonun ürünü olarak inşa edilebilir.
Ortadoğu’nun bütününde barışın sağlanması için öncelikle içerde barış adımlarının atılması gerekir. Silahlar susmalı ve barış müzakereleri bir an önce başlamalıdır.