Savaşı kim başlattı? Hükümetin “PKK başlattı” iddiasını kabul ettirme çabaları o kadar yoğundu ki, konu bütün yaz gündemden düşmedi. Bilgi kaynakları, gazete ve televizyonlar hükümetin elinde olduğu için, PKK’nin durup dururken Mardin’de iki polis öldürerek savaşı başlattığını sürekli okuduk, sürekli dinledik. Şu sorular sorulmadı: Niye başlattı peki? Ne çıkarı vardı PKK’nin? Ne oldu da iki yıllık çatışmasızlık durumunu bozdu?
Sorular sorulmadı, çünkü verilebilecek bir cevap yok. Siyasî, silahlı, yurtdışı ve İmralı cepheleriyle tüm Kürt hareketinin barış talep ettiği ve bu talebin Kürt halkı tarafından kitlesel bir şekilde desteklendiği o kadar açık ki, PKK’nin barış sürecini niye baltaladığını anlatmakta hükümetin en deneyimli düşünür ve kalemşörleri bile çok zorlandı. En fazla, “Terörist bir örgüt zaten teröristtir” anlamına gelen “açıklamalarla” yetinmek zorunda kaldık. Bu “terörist” örgüt iki yıldır niye teröristlik yapmıyordu, bu “terörist” örgütün lideri yıllardır niye “terör” çağrıları değil de barış çağrıları yapıyor, açıklanamadı.
Cumhurbaşkanı’nın 28 Şubat 2015’te duyurulan Dolmabahçe mutabakatı hakkındaki şu sözlerini de açıklayan olmadı:
“Ben ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ ifadesini asla kabul etmiyorum. Çünkü o toplantı bir mutabakat toplantısı olamaz. Niye? Çünkü ortada bir hükümet vardır, diğer tarafta grubu olan bir siyasî parti vardır. Burada neyin mutabakatını, kimle, ne için sağlıyorsun? Öyle bir şey olmaz. Bölücü örgüte sırtını dayamış olanlarla bir mutabakat asla yapılamaz, böyle bir şey düşünülemez.“
Oysa, mutabakatın on maddesi sadece barış sürecinde değil, cumhuriyet tarihinde bir zirve noktasını temsil ediyordu. Sadece içeriğiyle değil, bizzat ilan edilme koşulları ve basına yansıyan resimleriyle de mutabakat büyük umutlar uyandırdı. Haklı olarak uyandırdı, çünkü barışa en yakın olduğumuz ândı.
Cumhurbaşkanı’nın “bu resmi beğenmedim” dediği sahne, barış yolunda Abdullah Öcalan’ın belirlediği bilinen kilometre taşlarının Başbakanlık Konutu’nda HDP heyeti ve Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan tarafından okunmasıydı. Maddelerin yazarı, okundukları yer ve okuyan kişilerin kimliği hem Kürt hareketine güven telkin eden nitelikteydi hem de Türk devletinin her zamanki tepeden dayatma tarzından ilk kez farklıydı. İçerik ise, sadece Kürt sorununun çözümü doğrultusunda değil, demokrasi, yeni anayasa gibi tüm toplumu ilgilendiren konularda da temel tartışma/anlaşma konularını belirliyordu.
Mutabakatın önemini iki taraf da biliyordu, biliyor. Örneğin, heyet üyesi Pervin Buldan, Erdoğan mutabakatı reddettikten sonra şöyle diyordu: “Dolmabahçe Sarayı’nda deklare edilen ve mutabakat sağlanan 10 madde Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini ilgilendiren, barışını, kardeşliğini, eşitliğini ve özgürlüğünü ilgilendiren mutabakattır. Fakat başından beri sayın Cumhurbaşkanı bu mutabakattan haberdar olmasına rağmen ne yazık ki bayram sabahı yaptığı açıklamayla birlikte başta bu mutabakat olmak üzere seçimlerde HDP’ye oy veren 6 milyon insana da hakaret etmiş durumdadır. On maddelik mutabakat Türkiye’nin barışıdır, geleceğidir. Bu mutabakat üzerine ipotek koymak Türkiye’nin barışı engellemek anlamına gelecektir.“
Yalçın Akdoğan ise, çok ilginçtir ki, Erdoğan’ın “Öyle bir şey olmaz… böyle bir şey düşünülemez” sözlerinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışırken, tam tersini yapmayı becerdi! Şöyle dedi: “Dolmabahçe’de okunan ortak metin falan değildi. Onlar Öcalan’ın çağrısını okudular, ben de hükümetin duruşunu ifade ettim. Buna bir mutabakat değil, süreçte bir irade beyanı veya yol yürüme iradesi denebilir. Ortada muhtevası kabul edilmiş maddeler yoktu, siyasetin tartışması gereken kavramlar vardı. Ben o gün söyledim, siyaset kurumu bu başlıkları tartışır. Buradaki genel çerçeve bunların konuşulabilir olduğu.” Akdoğan geri kalanımızın konuştuğu Türkçe’yi mi konuşuyor, onunkinin farklı anlamları mı var, bilemiyorum, ama mutabakat hakkında kullandığı “bir irade beyanı”, “yol yürüme iradesi”, “siyasetin tartışması gereken kavramlar” ve “bunların konuşulabilir olduğu” ifadeleri pek de “Öyle bir şey olmaz” anlamına gelmiyor, Erdoğan’ın sözlerini doğrulamıyor.
Dolmabahçe’den kısa bir süre sonra, Öcalan ile HDP heyeti arasındaki görüşmeler sona erdirildi. Erdoğan zaten sert ve savaşkan söylemini giderek daha da sertleştirdi. Barış iradesi olsa, mutabakatı yine reddedebilir ama Dolmabahçe’nin ruhuna uygun konuşabilirdi. Konuşmadı, arı kovanına göstere göstere çomak sokmayı sürdürdü. Savaşa gidildiği belliydi; gidildi.
Niye savaş?
Savaşı seçimlere, Erdoğan’ın seçim politikalarına, HDP’yi barajın altında bırakma çabalarına bağlayanlar oldu. Erdoğan bunları da düşünmüş olabilir, ama bunlardan daha temel, daha derin bir neden var. Bu neden, yurtiçindeki gelişmelerden kaynaklandığı kadar Suriye’den kaynaklanıyor.
Türkiye devleti yıllardır güneydoğu sınırında bir Kürt devletine göz yummak zorunda kalmış durumda. Kuzey Irak’taki devletin oluşumunu ve varlığını Amerika desteklediği için, Türkiye bir şey yapamadı. Hatta durumu kurtarabilmek için Barzani yönetimiyle nispeten iyi ilişkiler kuruldu. Ama sınırın hemen ötesinde bir Kürt devletinin (bu devlet PKK ile pek dost olmasa bile) Türkiye için bir tehdit (hem doğrudan bir tehdit, hem Türkiye Kürtleri üzerindeki özendirici etkisi açısından bir tehdit) olarak algılandığından emin olabiliriz.
Bir yıldır, güney sınırlarının tümünün Kürt devletleriyle olması durumunu yaşıyor Türkiye. Üstelik Suriye’de ortaya çıkmaya başlayan Kürt devleti, Irak’takinden farklı olarak, bizzat PKK’nin yönetiminde. Ve tepeden tırnağa silahlı. Ve yine Amerikan desteğine sahip. Ve Kobanê savunması sırasında bütün dünyanın saygısını kazanmış bir yönetim. Birkaç ay öncesine kadar PKK, güç, prestij, meşruiyet, başarı açılarından tüm tarihinin en yüksek noktasına ulaşmış bulunuyordu. Kürt halkının devlet kurmasını, güçlenmesini, dünyanın gözünde “terörist” olmaktan çıkmasını engellemeyi amaçlayan Türkiye devleti açısından ise, durum tam bir kâbus, tam bir başarısızlıktı. Hükümetin Rojava konusundaki tavrı, yardım etmemesi, yardımları engellemeye çalışması, Erdoğan’ın düşman söylemi hep bundan kaynaklanıyor. Yazın PKK’ye açılan savaş bundan kaynaklanıyor.
Bu nedenledir ki Türkiye, Ortadoğu politikalarının tümünü terk edip Temmuz ayında Amerika ile anlaşmak (teslim olmak) zorunda kaldı. IŞİD’e karşı savaşa katılma ve İncirlik üssünü Amerika’ya açma karşılığında Kürtlere saldırma izni alındı. Erdoğan’ın Obama’yla görüşmesinin hemen ardından Kandil’in bombalanması başladı ve yurtiçinde de PKK’ye karşı savaş sertleşti.
Selahattin Demirtaş bir konuşmasında şöyle dedi: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Rojava benim kırmızı çizgimdir. Kellem gitse Rojava’da bir oluşuma izin vermem ve ne pahasına olursa olsun müdahale ederiz’ anlayışıdır bugünkü savaşı derinleştiren. Savaş sadece Türkiye’deki iç siyasetle ya da HDP ile ilgili değil. Önemli bir yönü 1 Kasım seçimlerine yöneliktir, fakat ‘Savaşı sadece seçim için çıkardılar’ diye düşünüyorsak 2 Kasım günü savaşın bitmesi lazım. Erdoğan 2 Kasım’da da savaşı bitirmeyecek çünkü asıl mevzu Kürtlerin Ortadoğu’da bir statü elde etmesini engelleme girişimidir.”
Şimdi ne olacak?
Kısacası, savaş Suriye’de ve dünya kamuoyunda güç kazanan PKK’yi geriletmek, zayıflatmak amacıyla devlet tarafından başlatıldı. Devlet, PKK’yi imha edemeyeceğini, Kandil’i bombalamanın bir işe yaramadığını biliyor olsa gerek. Barış süreci zaten bunu biliyor olmalarından (çaresizlikten) kaynaklandı. Buna rağmen, yurtiçinde Dolmabahçe mutabakatı zirvesine tırmanan, Suriye’de ikinci bir Kürt devleti kurmayı başaran Kürt hareketine karşı önlem almak, saldırıya geçmek, bir şey yapmak gerekiyordu. “Saray’ın savaşı” sloganı günlük siyaset düzeyinde makul ve yararlı olabilir, ama bu savaşın gerekliliği konusunda hükümet ile devlet arasında tam fikir birliği olduğu açık.
Bundan sonra ne olacağı daha şimdiden belli. Otuz yıldır beceremediği gibi, bu sefer de devlet PKK’yi yenmeyi beceremeyecek. Bu sorunun askerî yöntemlerle çözülemeyeceği gerçeği devletin kafasına bir kez daha kakılmış olacak. Öyle veya böyle, tekrar masaya oturmak zorunda kalacaklar.
Ama bu arada, Türkiye’de yaşayan herkes yüksek ve gereksiz bir maliyet ödemeye devam edecek. Bu maliyeti bir yandan bizzat savaşta kaybedilen insan hayatları şeklinde, bir yandan da savaşın yarattığı karanlık şiddet atmosferinde yaşanan Ankara katliamları şeklinde ödeyeceğiz.
Tüm bu ölümlerin hesabını AKP hükümetinden tarih soracak mıdır, bilemem. Ama bizim sormamız gerekir. Savaşa karşı çıkarak, barış için çalışarak.
DOLMABAHÇE MUTABAKATI
- Demokratik siyaset tanımı ve içeriği;
- Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması;
- Özgür vatandaşlığın, yasal ve demokratik güvenceleri;
- Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar;
- Çözüm sürecinin sosyo ekonomik boyutları;
- Çözüm sürecinde demokrasi güvenlik ilişkisinin, kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması;
- Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri;
- Kimlik kavramı, tanımı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi;
- Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması;
- Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa.
1 Yorum
Pingback: Sayı 17: İçindekiler | Altüst Dergisi