Doğan Akhanlı
Edebiyat, Irak ve Kürdistan kelimelerini aynı cümlede telafuz etmeye alışkın olmadığımız için, Süleymaniye’de on dokuz yıldan beri düzenlenen Galawezh Kültür Festivali’ne davet aldığımda heyecanlandım. Yıllardan beri tanıdığım Nabas ve 2010 yılında Türkiye’de tutuklandığımda Köln’deki dükkânını özgürlüğümü talep eden afişlerle donatan bir zamanların peşmergesi Azat Süleymaniyeliydiler.
Gideceğim ülke ile ilgili bilgilerimi tarttım. Çocukluk günlerimde Kürt kelimesini duyup duymadığımı hatırlamıyordum. Gençlik yıllarımda, duvarlara yazılmaya başlayan “Kürtlere Özgürlük” sloganlarına rağmen, Kürtçe ile doğrudan yüzyüze gelmem bir rastlantı sonucu gerçekleşmişti. Lise bitirme sınavları öncesinde, 18 yaşıma adım attığım günlerde, İstanbul’da keyfî bir tutuklamanın kurbanı olmuş, 1975 yılı yazını eski bir Kervansaray olan Toptaşı Cezaevinde tüketmiş, Şivan’ın gizlice cezaevine sokulan kasetlerindeki acılı isyankâr sesi ve ezgileri beni de etkilemişti.
Birgün, Almanya’dan ihtilal yapmak için Türkiye’ye gelen bir grubun üyelerinden olan ranza arkadaşım, teksir makinasıyla basılmış ve üzerinde “Yoldaş” yazan bir dergiyi yastığının üzerinde unuttu. Merak duygumu yenemedim ve dergiyi karıştırmaya başladım. Arka kapağında “Heval” yazıyordu. Derginin yarısı türkçe, diğer yarısı da çok fazla sayıda “x” ve “w” harflerinden oluşan bir dille yazılmıştı. Tek bir kelimesini bile anlamadım. Aynı ranzayı paylaştığım arkadaşım elimde dergiyle bulunca beni bir köşeye çekerek, bir daha asla izin almadan dergilerine el sürmememi tembih etti. Bir süre sonra derginin, önderleri idam edilmiş THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) adlı örgütün merkez yayın organı olduğunu, Heval’in de Kürkçe bir kelime olup “Yoldaş” anlamına geldiğini öğrendim. O güne kadar elime aldığım en gizemli, en çekici dergiydi ve daha hapisten çıkmadan kendimi THKO’lu ilan etmekte hiç sakınca görmedim. Yıllar sonra, askerî darbe yıllarında yeniden, ama bu kez niçin tutuklandığını bilen bir muhalif olarak 1985 yılı sonunda Metris Cezaevine götürüldüğümde, o dergideki Kürtçe yazıları yazan Ömer Özsökmenler ile karşılaştım.
Gelen davetiyeye göre 19 Kasım’da uçakla Süleymaniye’ye gidecektim, dönüşüm 24 Kasım’da Erbil’den olacaktı. Hayatım ve hatıralarımda çok önemli bir yer tutan Ömer Özsökmenler, 1990’lı yılların ortalarında Erbil’de hayatını yitirmişti. Yolculuğumun Ömer’le birlikte, Ömer’in geçmişine bir yolculuk olması kaçınılmazdı.
Kültür başkenti
20 Kasım sabahı uçak Süleymaniye’ye indi. Sabiha Gökçen büyüklüğnde bir yerdi burası ve süren savaşa rağmen silahlı güçler ortalıkta görünmüyordu. Kontroller herhangi bir havaalanından farklı değildi. Yazılar Arapça ve Latin harfleriyle, Kürtçe ve İngilizceydi. Pasaport kontrolünün yapıldığı yerde Talabani’nin fotoğrafı asılıydı. Çıkışta, Orhan Pamuk’u Kürtçe’ye çeviren Baker Şiwani beni bekliyordu. Serin bir sabahtı. Otele gitmek için Türkiye’den gelen konukları bekledik.
Gökyüzü açılmaya başladığında dört yanı dağlarla çevrili Süleymaniye şehri şekillenmeye ve gökyüzü mavisi, Sherko Fatah’ın adı anılmayan Sınırlar Ülkesi (Ayrıntı Yayınları, 2015) romanındaki gibi diğer bütün renkleri yutmaya başladı. Kaldığımız otelin penceresinden seyre daldığım balçık sıvalı tepelerin eteklerine kadar uzanan genç bir şehirdi. Belki güzel denemezdi, ama Güney Kürdistan’ın kültür başkenti olması bana yeterdi.
İran ve Arap edebiyatının ele alındığı, İran ve Arap dünyasından çok sayıda yazar ve sanatçının davet edildiği etkinliklere, “Kadın ve Edebiyat” başlıklı etkinliklere katılma şansımız, Türkçe’ye çeviri sorunları yüzünden gerçekleşmedi.
Yakınlarda acımasız bir savaş sürüyordu, ama sanki Şüleymaniye şehri çevresinde olup bitenlerden habersizmiş gibi günlük yaşantısından taviz vermiyordu. Her konu hakkında konuşuluyor, bir tek savaştan söz edilmiyordu. Oysa ben yola çıkarken Paris kana bulanmış ve bütün Avrupa şehirleri çoktan savaş tedirginliğinin içine yuvarlanmıştı. Otellerin, bankaların, bazı işletmelerin önlerinde korumalar vardı, ama bu kadarına Köln’de de alışmıştım zaten. Yurtdışından gelen konuklar nedeniyle belki de en sıkı önlemlerin alındığı yer, kültür festivalinin yapıldığı alandı. Yine de kontrollerin abartılı olduğu söylenemezdi. Bana ilginç gelen güvenlik görevlilerinin taşıdığı kalaşnikofların kullanıla kullanıla aşınmış ahşap kısımlarıydı.
Festivalin üçüncü günü Yaşar Kemal’e adanmıştı ve Süleymaniye’ye davet edilmemizin nedeni buydu. Türkiye’den davet edilen konuklar arasında yer alan Yaşar Kemal’in eşi Ayşe Baban’ın kökleri Süleymaniye şehrini kuran Baban sülelesine kadar uzanıyordu. Yaşar Kemal’in dünya çapında ün yapmış manevî oğlu ressam Ahmet Güneştekin de konuşmasında Yaşar Kemal’i renklerle anlatacak, manevî babasının en sevdiği rengin mavi olduğunu ifşa edecekti. Roman ve hikâyeleri çok satan Yavuz Ekinci, Arapça, Kürtçe, Farsça, Türkçe edebiyat hakkında bir edebiyat tarihçisinden daha derin bilgilere sahip olan Müslüm Yücel, gazeteci Bülent Usta ve eleştirmen Ayşegül Tozeren ile de tanışıp Türkiye’deki kitap dünyası hakkında bilgi alabileceğim içim içime sığımıyordu.
Yaşar Kemal’in Türk ve Kürt edebiyatındaki yerini anlatabilmek için elimizden gelen bütün çabayı gösterdik. Konuşmalarımız Arapça, Kürtçe, Farsça ve İngilizce’ye çevrildi.
Sirwan Rehim’in Yaşar Kemal’i anlatan belgesel filmiyle sona eren günün akşamı şehir tiyatrosunda, Hallâc-ı Mansûr’un (“En-el Hɑk”) idamını anlatan Kürtçe bir tiyatro oyununu kaçırmak istemedim. Köktendinci İslam’ın eleştirisini konu edinen güncelleştirilmiş epik oyunun izlenmesi kolay değildi. Finalde gözlerimi kapamak zorunda kaldım. Oyun bitiminde bütün oyuncular sahneden inip seyircilerin oturduğu sıralar önünde sıralandılar ve alkışlar kesildikten sonra, oyunu seyretmeye gelen yüzlerce kişiyle tek tek el sıkışıp çoğuyla kucaklaştılar. Sirwan Rehim, oyuncularla tokalaşma ve kucaklaşmanın Kürdistan’da bir gelenek olduğunu söyledi.
Akşam otelin restoranında yemeğe davet edildik. On sekiz yıl İstanbul’da yaşamış, çok iyi Türkçe konuşan ve hece vezniyle şiirler de yazan bir işadamı da katıldı sonradan aramıza. Ahmet Kaya’nın sürgünde ölümüyle ilgili şiirini okurken duygularına hakim olamadı. Müslüm Yücel’in, İhsan Fetahiyan’ın 11 Kasım 2009’da Sine (İran-Kürdistan) şehrinde idam edildiği gece yazdığı şiir hepimizi daha da altüst etti. Gece uzadıkça uzadı ve sabaha karşı, Türkiye’den gelen konuklar havaalanına doğru yola çıkınca, içimde büyüyen yalnızlık duygusu derinleşti. Yalnızlığımı yazarak aşmaya çalıştım. “Herkesin doğduğu yerde haysiyetiyle yaşama hakkı” sloganıyla Köln’den 2012 yazında köyüne doğru 4000 km yürüyerek giden Lo Smoelo Saxarat’ı düşünmek, hikâyesini yeniden kurgulamak iyi geldi.
Ertesi gün düzenlenen “Şairler Akşamı”na ben de katıldım. Müslüm Yücel’in “Yağmurun Dansı” şiirini Türkçe okumayı üstlendim. Baker Şiwani, Kürtçesini okudu. Bizden sonra on şair daha sahne aldı. Arapça, Farsça, Kürtçe, İngilizce şiirler okundu. On şairin sekizi kadındı. Türkiye’yi bilmem, ama Almanya’da iki dilli okuma akşamları pek mesele olmaz da, üç dilli akşamlarda herkesi afakanlar basar, homurtuların ardı arkası kesilmez.
“Emanet”
Bir gün sonra akşama doğru bakanlıkta çalışan, Türkçe bilen Khanzad S. Ali adlı bir hanım beni Erbil’e kadar götürmeyi üstlendi. Taksiyle. “Şehrin aniden bir inşaat çölüyle sona erdiği yerleri” gördük. Sherko Fatah’ın bir kaçakçıyı anlattığı Sınırlar Ülkesi‘ndeki şehir burası olmalıydı. Evler tıpkı romanda tanımlandığı gibiydi. “Kaba ve biçimsizdiler, sıvaları yoktu ve birkaç yüz metre sonra çatıları da kayboldu, sonunda sadece iskeletleri kaldı.” Önümde uzanan upuzun ovayı ve “sıcakta kavrulan ufku” gördüğümde ben de tıpkı roman kahramanı gibi, içgüdüsel olarak, Köln ortasından gürül gürül akan Ren Nehri’ni düşündüm. Süleymaniye ile Erbil arasındaki ıssız yolları, küçük köy ve kasabaları geride bıraktık.
Alman pasaportu taşıyor olmam işe yaradıysa da, ıssız kontrol noktalarında, bazıları maskeli kalaşnikoflu genç peşmergelerin Kürtçe “Adın ne?” sorusuna Kürtçe cevap verebilecek bilgiye sahip olduğum halde, yine de dudaklarımdan Almanca bir cümlenin dökülmesi tedirginliğimin dışavurumu olmalıydı. Yanımda bakanlıkta çalışan birinin güvencesine rağmen Erbil’e varıncaya kadar, her an bir aksilik çıkacağı duygusundan kendimi kurtaramadım. Khanzad Hanım otele kadar bana eşlik etti ve resepsiyonda benim Kürdistan’ın konuğu ve kendisine Süleymaniye’de teslim edilmiş bir “emanet” olduğumu vurguladı.
Aynı gün, muhtemelen düşürülen Rus şavaş uçağı yüzünden, bütün havaalanlarının kapatıldığı ve bütün uçuşların iptal edildiği duyuruldu. Türkiye’den döndükten sonra ilk kez Avrupa’nın dışına çıkmıştım ve bir kez daha sıkışıp kalma duygusunun yarattığı stresin içine düştüm. Türkiye üzerinden çıkmam mümkün değildi, aranıyordum. İran üzerinden çıkmak savaş bölgelerinden geçmek anlamına geliyordu, işime gelmedi.
Ertesi gün, aslen Köln’de yaşayan Sirwan Rehim beni otelden aldı. O da durumdan tedirgindi. Ama tedirginliği daha çok benimle ilgiliydi. Kendisi zorda kalırsa karayoluyla Mardin’e, oradan da Almanya’ya gidebilirdi, ama ben ne yapacaktım? Sıkıntı ve tedirginliğimizi atmak için Erbil’de dolaşmaya karar verdik.
Ömer
Erbil’in tarihî yerlerini gezerken tadını çıkaramamanın nedeni arkadaşım Ömer’in, adeta ölmek için bu şehre geri dönmüş olmasıydı. Ömer’in ana dili Arapçaydı. Viranşehir doğumluydu ve ele avuca sığmaz İstanbullu deli fişek bir delikanlıydı. Köklerinin bir yanı Ermenilere, diğer yanı yok edilmeye çalışılan Kürtlere uzanan Ömer, Kürtçe’yi de yazıp konuşabiliyordu. Yetmişli yılların başlarında Filistin’de gerilla olmuş, Güney Kürdistan’da bir Kürt örgütüyle çalışmış, 70’li yılların başlarında Erbil’de Kürtler arasında çıkan bir çatışmadan canını zor kurtarmış, Deniz Gezmişler asıldıktan sonra Türkiye’ye dönmüş, THKO’nun yeniden kuruluşuna katılmıştı. Yaşarken efsaneleşmişti.
Onu tanıyanlar, onu anlatma ihtiyacı duyardı. Mensucat Santral’daki direnişi Ömer örgütlemişti, Cavit Orhan Tütengil’in cenazesinde polis saldırısına karşı barikatları Ömer oluşturmuştu, gösterilerde konuşurken mikrofon kullanmazdı. Sesi öyle güçlüydü ki, fısıldasa yanında konuşuyor sanırdın. Polis Ömer’in evini kuşattığında, evini ateşe vermişti de polise gizli bilgilerin külleri kalmıştı. Ömer gibi kimse şiir okuyamazdı. Şarkı da söylerdi. Sadece Marx’ı Engels’i değil, Kant ve Hegel’i de okumuştu. Goya’dan Turner’a, Monet’ten Modigliani’ye, Beckman’dan Bacon’a bütün ressamlardan ve ekollerinden haberdardı. Beethoven’ın keman konçertosunu sevmek gerekirdi, çünkü Ömer severdi. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar‘ını okumalıydık, çünkü Ömer’in başucu kitabıydı. Spielberg’in filmlerini kaçırmamalıydık, çünkü Ömer onun, sevgiyi ve çocukça başkaldırıyı çok iyi anlatan bir yönetmen olduğunu söylerdi. Metris Cezaevi’nde başka koğuşlardaydık, halen karşılaşmamıştık, yüzünü görmemiştim, ama okuduğu Şeyh Bedrettin Destanı kaldığımız koğuşa kadar ulaştığında, “Susun” demişti biri, “Ömer, Bedreddin’i söylüyor.” O an Ömer hakkında yayılan efsanenin pek de abartı olmadığını düşündüm ve onu, birkaç gün sonra, ziyaret dönüşü koridorda on – on beş kişilik bir tutuklu grup içinde gördüm. Gerçi başında nurlu bir hâle yoktu, ama gözleri ışıl ışıl yanan, yeşil gözlü, benden yedi yaş büyük delikanlının Ömer olduğundan hiç kuşku duymadım.
“Hey Ömer, merhaba!”
“Ne haber İzmirli, seni iyi ufaladılar mı?”
İzmir’de tutuklandığım için böyle hitap etmişti. Böyle başladı dostluğumuz. Ömer, zaptedilmesi mümkün olmayan radikal bir muhalifti. Havalandırma ve pek çok hakkın alındığı tahliye olduğum 1987 eylülünde, “Kazanılmış hakları kullanmadan gitme!” demişti, “Seni zorla dışarı çıkarmaya kalkarlarsa direniriz!”
Tahliye olduktan sonra gazetecilik yapmaya başladı. Sıkıldığımda, çözümsüz kaldığımda, bazen de hiçbir neden olmaksızın onunla buluşup sohbet ettik. Birlikte rakı, şarap içtik. Mevsimiyse eğer, “bağdat hurması” almayı hiç ihmal etmedik. Son kez Almanya’da, Köln’de karşılaştığımızda ölümcül kararından beni de haberdar etti: “Kürdistanlıyım, kendimi Kürdistan’da süren savaşa karşı borçlu hissediyorum, hiç değilse bu borcu ödemeliyim” diyerek yola çıktı. Sonra gittiği yerden 3 Nisan 1992’de bir mektup gönderdi. Mektubunda şunları yazdı:
“Sana anlatacak çok şey var ve doğrusunu istersen bunları sana yazarak anlatmaktansa yüzüne karşı konuşmak istiyorum. Ve bu iş çok uzadı diyorum, geleceğin çocuklarıyla birlikte olmak gerek diyorum, ışığın, güneşin ve ateşin çocuklarının bu büyük uyanış hareketinde onlarla birlikte olmalı, diyorum. Bu her milliyetten insanın bir borcudur diyorum. Bu borç ödenirse, herkesin kendi ülkesiyle ilgili tutukluğu da çözülecektir, çünkü bu uyanış hareketi büyük bir uyanışı müjdeliyor ve daha büyük bir uyanış ve silkinişin tohumlarını en azından Ortadoğu’ya ekiyor. Göreceksin görkemli bir uyanış olacak bu…”
Ömer bu mektubu yazdıktan beş yıl sonra, baharın en güzel ayında, yıllar önce ölümden kurtulduğu Erbil’de yine Kürt örgütleri arasında çıkan bir çatışma sırasında can verdi. Erbil Kalesi’ni, İstanbul Mısır Çarşısı’nı andıran kapalı çarşıyı dolaşırken, kale dibinde çayhanede dinlenirken, Ömer’in de bir zamanlar aynı mekânlarda dolaştığını düşündüm ve ne yapsam onun hangi kavşak ya da sokakta son nefesini verdiği sorusunun aklımı kurcalamasından kendimi alıkoyamadım.
Öğleden sonra, şehrin dış mahallerinde Sirwan Rehim’in de programlar yaptığı bir televizyon kanalına yol alırken ona, biraz önce gördüğümüz döviz alış verişi yapan seyyar satıcıların tezgâhlarındaki paraların gerçek olup olmadığını sordum. “Gerçekti” dedi. “Ama bazı tezgâhların başında duran yoktu” diye şakınlığımı dile getirince ben, “Olsun,” dedi Sirwan Rehim, “para çalmak burada çok ayıptır.”
Sirwan Rehim’in buluşacağı kişi üç saat geçtiği halde görünmedi. Üç saatlik gecikme normalmiş. Beklemenin dördüncü saatinde, televizyon binasının balkonunda, yirmi beş yıldır reklam sektöründe çalışan İstanbullu bir Türk’le karşılaştım. Erbil’de yaşıyordu. Kibar ve hoşgörülü biz izlenim edindim, Kürtçe bilip bilmediğini sordum. “Hayır” dedi, “Kürtler anadillerini konuşsunlar.”
“Hangi anadillerini?” diye sordum.
“Tabii ki Türkçe’yi” dedi. Samimiydi. Numara yapmıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolosinin insan biçimindeki özetiydi.
Sirwan Rehim’in beklediği adam beşinci saatin bitiminde de gelmeyince şehir merkezine döndük. Bir Antep baklavacısında kahve içtik.
Havalanlarının yeniden açıldığı sabah gökyüzü pırıl pırıldı. Berlin uçağına bindim. Pencereden Karl May’ın hayalî hikâyelerindeki “Vahşi Kürdistan” dağlarını, Orta Anadolu bozkırlarını, Zonguldak- Varna arasındaki Karadeniz’i seyrede seyrede Avrupa’ya ulaştım.
Belki, diye düşündüm, 20. Galawezh Kültür Festivali’ne yine katılırım. Belki İstanbullu reklamcı beyefendi ile yine karşılaşırım. Belki İstanbullu reklamcı, bu süre içinde Kürtlerin anadilinin Kürtçe olduğunu bilincine çıkarmış olabilir.